ORTADOĞU’DA DEĞİŞİM (3)
Kemal Burkay
27 Temmuz 2014 Pazar 16:29
1. Dünya Savaşı’nın ardından bölgede kurulan sistemin çöküşü
Doğu Avrupa’da sistemin çöküşünün, dünyanın diğer bazı yerlerinde, bu arada Ortadoğu ve İslam dünyasında domino etkisi yapması kaçınılmazdı.
İran’da değişim daha Sovyetler ve Doğu Avrupa’daki değişimden önce gerçekleşti. Kitlelerin direnişi sonucu 1979 yılında Şahlık diktatörlüğü yıkıldı, ama yerine bağnaz Mollalar yönetimi oluştu ve İran halkları umdukları özgürlük ve demokrasiye ulaşamadılar.
Arap İslam dünyasında ilk önemli değişim Irak’ta Baas rejiminin, diğer adıyla Saddam diktatörlüğünün yıkılışıyla başladı. Saddam, İran’la yıllar süren ve her iki taraf için de büyük insan kaybına ve maddi yıkıma yol açan savaşın ardından, 1990 yılında Kuveyt’e saldırdı. Bu ise onun en büyük hatası oldu. Saddam’ın daha önceki tüm yaptıklarına, özellikle de Kürt halkına karşı işlediği insanlık dışı suçlara, örneğin yaklaşık 190 bin kişinin yok edildiği “Enfal”e, Halepçe’de kimyasal silah kullanımı sonucu yapılan kitlesel kırıma (5000 kişinin ölümüne yol açmıştı) sessiz kalan ABD, İngiltere ve bölgedeki Arap rejimleri, petrolü ve kendilerini güvenceye almak ve Saddam’ı cezalandırmak için ortaklaşa harekete geçtiler. Saddam yenilip Kuveyt’ten çekildi, 36. Paralel’in kuzeyinde BM’nin oluşturduğu uçuşa yasak, yani nispeten güvenli bölgede Kürtler yerel yönetimlerini oluşturdular ve tek yanlı federasyon ilan ettiler. Saddam büyük yara aldı.
2002’de New York ve Washington’da yaşanan El Kaide saldırısının ardından ABD, yaşadığı şok ve öfkeyle Ortadoğu bölgesinde yeniden harekete geçti. Önce Afganistan, ardından Irak işgali edildi. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ortaya kondu. Bununla sözde Ortadoğu ve Kuzey Afrika demokratikleşecekti. Oysa ABD’nin asıl amacı, bir dönem kendi eliyle yaratmış olduğu El Kaide, Taliban ve benzeri radikal İslamcı örgüt ve yönetimleri cezalandırmak, yerlerine daha ılımlı ve Batı yanlısı rejimler geçirmek, bunun yanı sıra bölgede kendisi için pürüz olarak gördüğü Irak, Suriye, İran, Libya ve benzeri rejimleri değiştirmekti.(1)
Bu amaçla başlatılan Afgan savaşı uzun sürdü, tam bir bataklığa dönüştü. 2003’te Irak’a yönelik başlatılan 2. Körfez Savaşı ile Irak ordusunun kısa sürede çökertilmesi ve Bağdat’ın düşmesi oldukça hızlı ve kolay gerçekleşti. Ama ülkenin kontrolü bu kadar kolay olmadı. Halk oyuyla benimsenen yeni Irak anayasasına ve serbest seçimler sonucu oluşan parlamento ve hükümete rağmen Saddam yanlıları direnişlerini değişik biçimlerde sürdürdüler. Buna, ülkeye sızan El Kaide terörü eklendi. Böylece Amerikan işgaline karşı başlayan ve daha çok Baasçılara ve Sünni kesime dayanan direniş, aynı zamanda yeni Şii yönetimini hedef aldı ve yoğun terör eylemleriyle sürüp geldi. Sonunda Irak da Afganistan benzeri bir batağa döndü ve ABD çareyi askerlerini çekmekte buldu. Irak’ın en sakin bölgesi, federal bir yönetim oluşturan ve ekonomik, sosyal, kültürel önemli bir gelişme gösteren kuzeydeki Kürdistan Bölgesi oldu.
Sıranın Suriye ve İran’a gelmesi beklenirken, Afganistan ve Irak’ta karşılaştıkları zorluklar nedeniyle ABD ve İngiltere’nin hızı kesildi; Arap İslam dünyasındaki değişim dalgası başka türlü, Tunus’ta başlayan, sonra Libya, Mısır, Yemen ve Suriye’ye geçen halk ayaklanması ile yol alır oldu. Buna “Arap Baharı” dendi.
Bu değişimi, özellikle de “Arap Baharı” denen bu sonuncu dalgayı salt ABD ve yandaşlarının oyun ve planlarının ürünü saymak, dünyada değişen durumun ve bu toplumların kendi iç dinamiklerinin etkisini hiçe saymak olur. İç ve dış koşullardaki değişimin İslam ve Arap dünyasını da etkilemesi kaçınılmazdı ve son on yılda yaşanan budur. Kuşkusuz, bu halk hareketleriyle bu ülkelerin bir bölümünde onlarca yıldır hüküm süren diktatörlükler yıkılıp gitse de yerlerine demokratik rejimlerin geçmesi o kadar kolay değil. Taşlar yerine oturuncaya kadar sürecin bu toplumlar bakımından inişli çıkışlı ve acılı olacağını tahmin etmek zor değil.
Bu kapsamda süreç devam ediyor. 1. Dünya savaşının ardından bölgede oluşan Suudi Arabistan, Ürdün, Katar, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi birçok krallık ve emirlik hâlâ son değişim dalgasından etkilenmedi. Ama sıranın onlara geleceğine de kuşku yok.
Libya ve Mısır’daki değişim oldukça kanlı oldu ve bu durum hâlâ sürüyor. Suriye’deki iç çatışma daha da kanlı olmakta. Suriye’de Esad rejiminin kısa sürede çökmesi beklenirken oldukça dirençli çıktı. Bazı dış ve iç etkenler bir bakıma onun ömrünü uzatmakta. Bunlardan biri Rusya’nın verdiği destektir. Rusya Doğu Akdeniz’deki donanması için başlıca güvenilir liman olan bu ülkeyi de ABD’ye kaptırmak istemiyor. Suriye rejiminin diğer önemli dostu ise İran’dır. Yıllardır Suriye yönetimi, Irak’taki Maliki rejimi ve Lübnan Hizbullahı ile birlikte bölgede bir Şii aksı oluşturan İran, Suriye rejimi çökünce bu aksın dağılacağını ve sıranın kendisine geleceğini biliyor; bu nedenle Maliki rejimi ve Hizbullah’la birlikte Şam’daki merkezi yönetimi muhaliflere karşı can havliyle savunuyor.
Esad yönetiminin ömrünün uzamasının diğer bir nedeni ise muhalefet safları içinde radikal İslamcı unsurların, özellikle de El Nusra ve IŞİD gibilerin etkisinin artması nedeniyle hem ABD ve Batı Avrupalı ortaklarının, hem de İsrail’in tutumunun değişmesidir. Onlar, Esad rejimine karşı olsalar bile, yerine daha kötüsünün gelmesini elbet istemezler. Bu nedenle başlangıçta Türkiye ile birlikte, bu rejimi devirmekte pek arzulu olan söz konusu güçler, daha sonra desteklerini azalttı, ya da kestiler. Esad rejiminin devrilmesini her şeyin önüne koyan Türkiye ise bu işte bir başına kaldı.
Öyle olunca Suriye’de güçler arasında bir bakıma pata durumu oluştu ve bu nedenle her türlü ölçüden, kuraldan uzak bu acımasız savaş uzamakta, bu ülkeye, Suriye halkına çok büyük bedellere mal olmakta. 160 bin dolayında insan daha şimdiden hayatını kaybetti. Milyonlarca insan ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalırken milyonlarcası komşu ülkelere sığındı. Şam, Halep dahil, kentler, kasaba ve köyler yerle bir olmakta. Büyük devletler ve BM dahil, uluslar arası kuruluşlar Suriye halkının yaşadığı bu trajediyi adeta seyretmekle yetinmekte.
Oysa Suriye sorununun çözümü BM’nin müdahalesini gerektiriyor ve bu işte ABD ve Rusya kilit bir rol oynayabilirler. Yapılması gereken Esad’ın iktidardan feragatı ve tarafların uzlaşması ile demokratik federal bir Suriye’nin oluşmasıdır. Bu saatten sonra artık Esad’ın ve onun Baas Partisi’nin duruma hakim olması, yönetimini sürdürmesi mümkün değil. Yeni ve demokratik bir anayasa yapılmalı, temel insan hakları gibi, Sünni ve Nusayri Araplar, Kürtler, Dürziler, Hıristiyan gruplar dahil, ülkedeki tüm etnik grupların haklarını tanıyacak federe bir Suriye oluşmalı; serbest seçimlerle yeni merkezi ve yerel bölge yönetimleri oluşmalıdır. Biz başından beri buna işaret ediyoruz. Ne yazık ki söz konusu iki devlet (ABD ve Rusya) bugüne kadar bu sorumluluğu göstermediler, bu nedenle Cenevre görüşmeleri başarısız oldu.
Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) denen örgütün adı bu koşullarda öne çıktı. Önce Irak’taki terör ortamında adından söz edilen örgüt, Suriye iç savaşının başlamasının ardından bu ülkede kendisine uygun zemin buldu ve Irak’ta olduğu gibi burada da özellikle Sünni Arap kesimi arasında taban edindi; Irak sınırındaki Dêra Zor’dan Rakka’ya, Türkiye sınırına kadar olan alanda etkili oldu. Kendisi de El Kaide’nin bir bileşeni olmasına rağmen, bölgede egemenlik sağlama yarışı nedeniyle yolları önce El Kaideci El Nusra ile ayrıldı ve El Kaide’den koptu. Suudi Arabistan’dan, Katar ve öteki Körfez emirliklerinden destek aldığı söylenen örgüt militanlarını, Çeçenler dahil, dünyanın dört bir yanındaki radikal İslamcı unsurlardan devşirmekte.
Suriye iç savaşında güçlenen ve küçümsenmeyecek bir alanda denetim sağlayan, militan sayısı 15-20 bin dolaylarına ulaşan örgüt, ardından Irak’ın Sünni bölgesinde harekete geçti. Önce, beklenmedik bir atakla Musul’u ele geçirdi. Maliki rejiminin bu bölgede olan ve sayısı 60 bin dolayında olduğu belirtilen ordusu, hiçbir direniş göstermeyerek ve ağır silahlarını da bırakarak Musul’dan kaçtı. Bunu izleyen gelişmeler tazedir. IŞİD Musul’un ardından Irak’ın Sünni Arap olan diğer bölgelerine de ilerledi ve ciddi bir direnişle karşılaşmadı. Aslında IŞİD bu işte tek başına değil. Baas Partisi’nin kalıntılarının, özellikle Sünni Arap aşiretlerinin desteğine sahip. Diğer bir deyişle, bu bir koalisyon. Böylece Irak’ın orta bölgelerinde nüfusun ağırlığını oluşturan Sünni kesimi bu bölgede kendi egemenliğini kuruyor.
Bu durumda Irak’ın üçe bölünme süreci yaşanıyor: Ya Şii, Sünni Arap bölgeleri ve Kürdistan’dan oluşan üç devletli bir konfederasyon oluşacak, ya da tümüyle üç ayrı devlet. Bütün bu yaşananlardan sonra Irak’ın birliğini sağlamak, geçmişe dönmek mümkün değil.
Suriye’de de benzer bir durum yaşandığını, bu saatten sonra bu ülkede ya federal ve demokratik bir birliğin, ya da ayrı birkaç devletin oluşmasının ötesinde bir çözümün mümkün olmadığı düşünülürse ortaya çıkan manzara şudur: Ortadoğu’da 1. Dünya Savaşı sonrası oluşturulan sistem çökmekte. Savaş içinde ve sonunda, emperyalist güçlerin çıkarlarına uygun olarak cetvel ve pergelle masa başında çizilen sınırlar artık hükmünü kaybediyor. Bölge, mevcut etnik renklere, halkların taleplerine uygun olarak yeni bir biçim kazanacak ve Kürt halkı da özgürleşecek, kendi kendisini yönetecek.
Böylesi bir gelişmeyi, çok geçerli bir ezber ve alışkanlıkla emperyalist güçlerin, ya da ABD’nin oyunu saymak da yanlış olur. Bu gelişme asıl olarak bölge halklarının özgürlük, demokrasi ve eşitlik taleplerinin ve bu yöndeki mücadelelerinin ürünüdür ve tarihin akışına uygundur. Bu akışa 90-100 yıl kadar önce çekilen duvarın, oluşturulan engelin ömrü buraya kadardı. Duvar artık yıkılıyor ve su yolunu buluyor. Elbet bu aşamada da ABD ve öteki büyük devletler, bölgedeki güçler dahil herkes kendi çıkarları yönünde çaba gösterecek ve bölge sonuçta tüm bu güçlerin çekişmesine, ulusal ve uluslararası güç dengelerine bağlı olarak biçimlenecektir.
---------------------------------------------------
(1) ABD’nin ve Batı Avrupalıların aynı dönemde Türkiye’de güçlenip seçimleri kazanan AK Parti’yi desteklemelerinin nedeni de budur. ABD ve AB, İslamcı gelenekten gelen AK Parti konusunda belli kaygılar taşısalar da onu, çok partili demokratik hayatla bağdaşan ılımlı İslam olarak gördüler, hatta diğer İslam ülkelerine uygun bir örnek olarak sunmaya çalıştılar. Bu nedenle Kemalist kesimin laiklik adına kopardığı gürültüye aldırmadılar.
Sosyalist sistemin çökmesiyle artık cuntalara ve 1950’li yılların ürünü Kontrgerilla örgütüne de ihtiyaçları kalmamıştı. NATO ülkelerindeki Kontrgerilla’nın kolları bir bir tasfiye edildi. Türkiye’deki kol ise Ergenekon’a dönüşüp yoluna devam etti; Türk devleti özellikle Kürtlere karşı yürüttüğü kirli savaş nedeniyle ona gerek duydu. Darbeciler ve Ergenekoncular ABD’den ve bir bütün olarak NATO’dan destek alamayınca ona karşı soğudular. Pek “laik” geçinmelerine ve sözde bu kaygı ve endişe ile, dinci-gerici saydıkları AK Parti’nin seçim başarısını engelleme çabalarına, bunu başaramayınca da AK Parti hükümetini bir an önce devirmek için yanıp tutuşmalarına rağmen, yüzlerini Rusya, Çin hatta Mollalar İranı’na dönmelerinin nedeni buydu.
Ancak AK Parti’nin daha sonra Filistin’in hamisi kesilip İsrail’e karşı oldukça sert davranması, böylece taraf haline gelmesi; AB’ye ilişkin yapması gerekenleri aksatırken ona zaman zaman posta koyması; hatta Erdoğan’ın Şanghay Beşlisi’ne ilişkin “bizi aranıza alın” tarzındaki açıklamaları, ABD ve AB’nin Ak Parti’ye olan sempatisini azalttı ve onun öyle sanıldığı kadar da ılımlı olmadığı biçiminde bir izlenim yarattı.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.