22 Kasım 2024
  • İstanbul7°C
  • Diyarbakır9°C
  • Ankara13°C
  • İzmir18°C
  • Berlin1°C

ÖLÜLER SUÇSUZDUR, ONLARI CEZALANDIRAMAZSINIZ!

Hakan Aksay

24 Temmuz 2016 Pazar 05:20

Babam öldü.

Son görevi yapma zamanı.

Cenazeleri sevmem.

Dinî kurumlar, gelenekler ve kalabalıklar içinde hiçbir veda sonuna kadar içten olamaz.

Tek başıma uğurlasam veya mezarı başına gelip onunla yalnız kalsam, daha candan bir konuşma yapabilirim. Ya da daha samimi susabilirim.

*   *   *

Babamı morgdan almaya gittik.

Bir görevli – nasıl görev yapıyorsa artık – bize başka bir ölü verdi.

Devasa çekmecelerden birinden çıkan soğuk ölünün üstü beyaz örtüyle örtülmüştü.

Ortamın aptallaştırıcı etkisiyle onu sessizce teslim aldık önce.

Sonra baktık, bu ölünün babam olmadığını anlamak için üzerindeki örtüyü kaldırmak gerekmiyordu, boyutları çok farklıydı.

Görevli kısa bir şaşkınlıktan sonra özür dilemeden – herhalde o ortamda nezakete yer yoktu – onu alıp aynı devasa çekmeceye koydu ve yerine bir başkasını getirdi.

Bu kez örtünün altındaki, babama benziyordu; ama ben riske girmek istemediğim için örtüyü kaldırıp baktım.

O...

Uyuyor...

Biraz morarmış...

Yorgun gibi...

*   *   *

Sonra "o an" geldi.

Müslüman geleneklerine göre ölünün yıkanmasına bir yakını girebilirdi.

Bize de teklif ettiler. Birkaç saniyelik sessizlikte sanırım hep alışık oldukları o ilave cümleyi seslendirdiler:

“İllaki birinizin girmesi şart değil. İmam zaten yıkayacak...”

“Ben giriyorum” dedim.

Çevredekiler bana baktı.

Cevap vermek gereksizdi.

“O an”ı yaşamak istiyordum.

Çünkü merak ediyordum.

*   *   *

Girdim.

Üç kişiyiz: Ben, imam ve babam.

Babam örtüsüz yatıyor.

Onu ilk kez tümüyle çıplak görüyorum.

Gözlerim ister istemez benim hayatımı tohumlayan en mahrem yerine kayıyor.

İmamın sesi bakışımı bölüyor. Yanına gidiyorum.

O andan itibaren durmadan bir şeyler söylüyor imam, komutlar veriyor, bazen de açıklamalar yapıyor.

Onunla beraber babamı yıkarken uzun süre komada kalmaktan dolayı morarıp çürümüş, kendinden çok daha önce ölmüş sırtını görüyorum.

Fazla etkilenmiyorum.

Hayatımda ilk kez gördüğüm ölü değil. Bu tür morarmalar da gördüm, kan da.

Beni etkileyen başka bir şey: Babamın gözleri açık.

Yani yarı açık.

Biraz yana bakıyor.

*   *   *

İmamın dikkatini çekmeden bir bahane yaratarak yana, babamın bakışlarının hizasına geçiyorum.

İşte şu anda onunla birbirimizin gözünün içine bakıyoruz!

“Merhaba baba. Ben oğlun Hakan.

Seninle iyi ve kötü bir sürü anımız oldu. İlk gençlik dönemimde çok tartışma yaptık. ‘Siyaseti bırak oğlum, memleketi kurtarmak sana mı kaldı!’ cümlen hâlâ kulaklarımda.

Bir dönem de küstük, hatırlıyor musun? Hani deprem olup da sen paniğe kapılınca koluna girip seni dışarı çıkarmıştım. Barışmıştık.

Hukuk Fakültesi’ni bırakmama da, yurtdışına çıkmama da karşıydın. Ama ben hiç dinlemedim seni.

Çok uzun yıllar sonra döndüm Sen eski gücünü kaybetmiştin. Bir süre sonra da insandan daha çok bitki gibi yaşamaya başladın. Pek konuşamaz olmuştuk yine seninle.”

*   *   *

Buraya yazmadığım başka duygular ve anılar da geçti içimden.

Ama daha fazla devam edemedim.

İmamın sesini duydum:

“Haa, gözleri açık kalmış değil mi? Bak şimdi!..”

Garip bir coşku vardı sesinde.

Sanki beni küçük bir öğrenci gibi gören bir ilkokul öğretmeni havasında yeni bir komut verdi:

“Kapat bakayım merhumun gözlerini!”

“Merhum”...

Bu kelime ne kadar ağır geldi bana birdenbire.

Babam gerçekten de öldü galiba.

Aldığım emri yerine getirmek için babamın göz kapaklarını usulca aşağı indirdim.

Ama olmadı. Gözler kapanmadı.

İmam iyice neşelendi:

“Kapanmadı, di mi?”

Sonra da bana yine “bak şimdi” diyerek babamın ayak parmaklarını bükerek uzattı ve benim o anda göz kapaklarını kapatmamı istedi.

Bu kez başarmıştık.

Bir de bunun açıklamasını öyle ballandırarak yaptı ki, sanırsın ben artık hep ölü gözlerini kapatma işini yapacağım...

*   *   *

1998’de kaybettiğim babamla o son görüşmemizi hiç unutmuyorum.

Kaç kez rüyama girdi.

Başka cenazelere de katıldım.

Rusya’da Ortodoks geleneklerine göre yüzü açık vedalaşılan birçok ölü gördüm.

En çok önem verdiğim insanların mezarına mutlaka tek başıma gittim; saatlerce konuştum, sustum, ağladım...

Mezarlıklarda tarifsiz bir huzur duygusu hissetmeye başladım.

Ölümü, ölüleri düşününce aklıma birkaç arkadaşımla beraber babam, devasa çekmeceli soğuk morglar ve tesadüfen tanık olduğum sıradan bir ölüm geliyor.

*   *   *

Moskova’da bir doğum günü partisine davetliydim.

Verilen adrese gittiğimde kapıda genç bir adamın ölüsüyle karşılaştım. Kafasından oluk oluk kan akıyordu.

“Üçüncü kattan düşmüş” dedi birisi, “ya da intihar etmiştir, belki de birisi atmıştır onu”.

Adamın cesedinin başında kalakalmıştım.

Doğum günü grubu gelip beni zorla yukarı çıkardı.

Şampanyalar, votkalar, şaraplar ve türlü türlü yiyecek...

Şoku atlatamadığımı gören biri, elini omzuma koyarak her zaman ve her dilde nefret ettiğim o cümleyi söyledi:

“Ne yapalım, hayat devam  ediyor.”

Ben taş kesilmiştim.

Sonra ötekiler da konuya girdiler ve adamın ne kadar kötü bir insan  olduğunu, karısını ve çocuğunu sık sık dövdüğünü, herkesi durmadan rahatsız ettiğini anlattılar.

Belli ki kutlamaya devam etmek gerekiyordu.

Henüz soğumamış bir insanın cesedi, bir ölüm olayı hiçbirini pek etkilememişti.

Aralarından ayrılırken içimden hep aynı şeyi tekrarlıyordum:

“Ölüye ve ölüme saygı duymayanlar, canlılara ve hayata da saygı duyamazlar.”

*   *   *

Sovyetler Birliği daha yıkılmadan, 80’li yılların ortalarında, toplumu derinden sarsan bir film gösterime girmişti.

Gürcü rejisör Tengiz Abuladze’ye ait Pişmanlık adlı filmde, Sovyet diktatör Stalin ve istihbarat şefi Beria (ikisi de Gürcü) acımasızca eleştiriliyordu.

Filmde sembolik olarak yerel bir yöneticiyi rolündeki Varlam Aravidze ölüyor, gömülüyor, ama daha sonra defalarca mezarından çıkarılıyordu. Sonunda onu gizlice mezarından çıkaran kadın yakalanıyordu. Vaktiyle Aravidze'nin diktatörce uygulamalarından çok çekmiş olduğu anlatılan kadın (Ketevan Barateli) intihar ediyor, öğrendikleriyle sarsılan diktatörün oğlu Avel Aravidze de babasının cesedini bu kez kendisi mezardan çıkararak kayalardan aşağı fırlatıyordu.

1987 Cannes Festivali’nden ödüllendirilen bu filmin “perestroyka” sürecinde önemli rol oynadığı söylenir.

Defalarca izledim. Sarsıcı bir film, evet. Ama geçmişle hesaplaşmanın “cezalandırılan cesetler” üzerinden aktarılması doğrusu beni ürkütmüştü.

*   *   *

Korkunç günler yaşıyoruz.

Ordu Belediye Başkanı Enver Yılmaz öldürülen darbeci askerin gömülmesi için yer verilmemesini emretti. Aile ölüyü mecburen bahçeye gömdü.

Diyanet, “darbecilerin namazı kılınmayacak” dedi. Bu ölülerin yıkanmasını, kefenlenip tabuta konmasını, mezarlığa götürülüp gömülmesini yasakladı.

İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş, bu uygulamaları selamlayıp “darbeci ölü askerler” için Vatan Hainleri Mezarlığı kurulmasını önerebildi:

“Her gelen geçen lanet okusun! Kabirlerinde yatamasınlar! Zaten cehennemden kurtulamazlar. Ama dünyalarını da dar etmemiz lazım!”

Ölene dünyayı dar etmek ha!

Hiç mi ölü görmediniz siz?

Hiç mi onu hissetmeye çalışmadınız?

Hiç mi ölümün insana verebileceği sınırsız insani duyguların etkisi altına girmediniz?

Ölü işte, adı üstünde, artık cansız.

Cansız ve suçsuz.

Sadece bir ceset.

Ölüler suçsuzdur, beyler, onları cezalandıramazsınız!

Yalnızca yaşayan insanları cezalandırabilirsiniz.

Başkalarını ve kendinizi...

Ve ölüme, ölüye saygı duymayanların, hayata ve yaşayan insanlara saygı duyması mümkün değildir.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.