OLGULAR VE MUGALATA
Murat Belge
19 Temmuz 2016 Salı 02:32
Bir darbe girişimi atlatmış olmak, bir toplumun sık sık karşılaştığı bir durum değil. Bizde bile, 28 Şubat’tan beri benzeri görülmemişti. Onun için herkes heyecanlı. Bu heyecan atmosferi her söylenen sözü, her yapılan değerlendirmeyi boğuntuya getiriyor, aslında iç yüzünü çok iyi bilmediğimiz bu olaya bir yamuk perspektiften bakmamız olağanlaşıyor, belki hattâ kaçınılmazlaşıyor.
Her şeyden önce bir "takdim-tehir" karışıklı yaşanıyor sanırım. Yani, ne "önce"ydi, ne"sonra"ydı?
En büyük -ve dolayısıyla en önemli- kargaşa, "halkın direnişi" konusunda. Darbe girişiminin önlenmesi halkın sokaklara, meydanlara akması sonucunda oldu... Herkesin üstünde ittifak eder gibi konuştuğu konu bu.
Oysa bu doğru değil. Darbe başarısız oldu, başarısız olduğu anlaşıldı; halk bundan sonra sokağa döküldü.
Olayın üstüne sıcağı sıcağına yazdığım yazıda bu olayın en önemli yanının, geleceğe de en çok etkisi olacak yanının halkın meydanları doldurması olduğunu söylemiştim. Bu görüşümde ısrarlıyım. Ama tabii aynı şeyi buna pek benzemeyen Gezi direnişinde meydanları dolduranlar için de söyleyebilirim. Halkın kaba güce karşı sokağa dökülmesi önemli. Darbe girişiminden sonra sokağa dökülenlerin pek de "hemfikir" olmadığımız kitleler olduğunu gene o yazıda söylemiştim. İşin orası ikincil. Halk sokağa dökülmeye başlasın bir kere, bunu bir alışkanlık haline getirsin, zamanla, bakarsınız hemfikir de oluruz.
Ama bu olaya önem vermek, değer vermek başka, tarihî bir olayın oluş sürecini yanlış bir nedenselliğe bağlamak başka. Halk, işin başında, genellikle evinde, sonucu bekliyordu. Tayyip Erdoğan televizyonda göründü ve halkı sokağa çıkmaya, meydanlara gelmeye çağırdı. Bu, onun durduğu yerde doğru bir davranıştı: ama Türkiye tarihî çerçevesinde de olumlu anlamlarla dolu bir çağrıydı. Zaten ekranda onu görünce moral kazanan insanlar bu çağrı üstüne kitleler halinde yollara döküldüler. Ve bu önemli olay gerçekleşti. Bu çağrıya kadar katılım kitlesel değildi.
"Halk" diyoruz ama, halk sayılamayacak, çeşitli resmî, yarı resmî, bir biçimde kamusal konumlarda bulunanların da benzer biçimde davrandığını tahmin ediyorum. Yani bekleyip seyrettiklerini, sonuç görünmeye başladığında konuştuklarını. Ama bunu ancak "tahmin" kelimesiyle söyleyebilirim.
12 Eylül'deki rektörler, Anayasa Mahkemesi'nin ve öbür yüksek yargı kurumlarının yargıçları, çeşitli iş adamı kuruluşları, neyse, akla gelecek herkes generallerin önünde tebrik kuyruğuna girmişlerdi. Medya da düğün bayram havasındaydı. Türkiye büyük bir sosyolojik dönüşüm mü geçirdi de, bu yeni olayda saydığım ve asıl sayamadığım bütün bu kurumlarda bulunan insanlar darbeyi kınadılar? Böyle bir dönüşüm olduğu kanısında değilim.
Girişimin emir-komuta zinciri içinde bir hareket olmadığı daha ilk andan belliydi. Biz, zaten her şeye el koymuş Silâhlı Kuvvetler'in denetimi sağladıktan sonra yayımladığı bildiriyle yapılmış darbeden haberdar olmaya alışmış bir toplumuz. Bu sefer işin böyle yürümediği açıktı. Spikerler olanları (yetişebildikleri, erişebildikleri) maç anlatır gibi anlatıyorlardı. Gene maç gibi, sonuç belli değildi. Ama zaman geçtikçe darbecilerin zayıflığı görülüyordu. CNN Türk'ün boşaltılması gibi bir olayda bunu hemen görüyordunuz: Bir avuç, ne yaptığını bilmeyen, sarsak adam! Dolayısıyla "Darbe kabul edilemez" demeçleri arttı. Bazı üst rütbeli subaylar bile böyle beklediler, sonuç "kuvvetle" tahmin edilebilir olunca "demokrasi"ye bağlılıklarını bildirdiler.
"Demokrasiye bağlılık" gecenin popüler leit-motifiydi. Özellikle iktidar partisinin üyeleri, yakınları bunu ağzından düşürmüyordu.
Halkın da "demokrasiyi savunmak" için meydanlarda toplandığı herkes tarafından belirtildi. Bu da, doğru değil. Halk demokrasiyi değil, AKP'nin ve Tayyip Erdoğan'ın iktidarının devam etmesini istediği için meydanlarda toplandı. Tayyip Erdoğan'ın iktidarı ise "demokratik" falan değil. "İdam isteriz" diye yorulmadan bağıran insanların da "demokratik değerler" adına sokağa çıktıklarını düşünmek abes olur. Nitekim onlardan başkası sokağa çıkmayı da pek göze alamadı, çünkü fiilen "AKP milisi" olmuş kitlelerle aynı mekânda bulunmanın belirgin sakıncaları vardı.
Bu kitle gitgide otoriterleşen bir önderin siyasî tabanı ve gönüllü milisleri karakterini ediniyor. Hemen bir iki gün içinde "demokrasi savunan" kitlelerden "kendileri gibi olmayanlara karşı öfkeli" kalabalıklara dönüşüyorlar. Şüphesiz bu yolda onları teşvik edenler de oluyor. İrili ufaklı linç girişimleri oldu zaten. Ve şu anda darbe foslayalı çok vakit geçtiği halde artık amacından kaymış sokak gösterileri devam ediyor (devam etmesi gerektiği söyleniyor ve meçhul tehlikelerden söz ediliyor). Bu arada teslim olan erlere kemerle kırbaçlamaktan çeşitli hakaretamiz muamelelerle hırpalamaya, intikama, sadizme, egemenlik coşkusuna dayanan taşkınlıklar da olabiliyor. Elleri sopalılardan başka eli silâhlı siviller de görülüyor.
Özetle, halkın sokağa davet edilmesi de, davete icabet etmesi de, olumlu ve önemlidir. Darbenin başarısızlığa uğramasından sonra oldu bu, ama bütün bu insanlar davete uyup meydanlara yürürken darbenin aslında başarısızlığa uğradığını bilmiyorlardı. Dolayısıyla bu olayda onların gösterdiği cesarete söylenecek bir söz yoktur.
Türkiye tarihinin bundan önceki darbelerinde darbe başarısız kalsa, gene sokaklara yığılacak insanlar bulunabilir miydi, diye düşünüyor insan. Biraz zayıf bir ihtimal. Bu insanları bu tarih yarattı, böyle bir direniş iradesiyle donattı.
Gelelim darbenin başarısız olmasına. Burada "tarihi olayların yapısı" üstüne bir genellemeden başlayabiliriz. Bir çatışma, askeri anlamda kazanan ve kaybeden belli olduktan sonra da uzun süre devam edebilir. Sözgelişi Waterloo Savaşı'nda Napolêon öğle saatlerinde savaşı kaybetmişti, ama çarpışmalar günbakımına kadar ve Prusya ordusunun gelmesine kadar devam etmişti. Daha geniş zamanlara yayılmış bir örnek olarak, Birinci Dünya Savaşı'na bakalım: Amerika'nın savaşa girdiği 1917'de aslında savaş bitmişti. Ama hep bildiğimiz gibi bu savaşın bitişinin resmî tarihi 1918'dir.
Darbe girişimi, öyle anlaşılıyor ki, Özel Kuvvetler Komutanlığı'na yapılan müdahalenin akamete uğramasıyla inişe geçmiştir. Bu zaten oldukça erken bir aşama. Yukarıda verdiğim örneklerde zaten olduğu gibi, çatışan tarafların da, çatışma sırasında farkına varmadıkları stratejik dönüm noktası bu. Genelkurmay'a yapılan harekâtta kendileri açısından başarıyla üst düzey komutanları rehin alıyorlar. Ama onları hareketi desteklemeye razı edemiyorlar. bu da önemli, çünkü Türkiye için klasikleşmiş "emir-komuta zinciri içinde müdahale" modelinin yürürlükte olmadığının anlaşılması, girişimi anında zayıflatıyor.
Neyse, girişimin aşamaları beni fazla ilgilendirmiyor. Sonuçlar önemli.
Sonuçlar faslına baktığımızda, gene o heyecan atmosferinin baskın olduğunu görüyoruz. Bu da, akı karayı birbirine karıştırmayı kolaylaştırıyor. Bu tür bulanıklıklar, genellikle, olayların denetimini elinde tutana yarar. Burada da böyle oluyor.
Önce "darbeciler" üzerinde kopan gümbürtüye bakalım. "Alçaklar, hainler", her türlü hakaret. "Hain" kavramı özellikle işleniyor.
Bir de verilen rakamlara bakıyoruz: Şimdi, "gözaltına almak" kesin bir şey demek değildir ama gene de bir karinedir. 3000'e yakın asker gözaltında deniyor. Şu kadar general, bu kadar albay vb. Az buz bir sayı değil!
Bir de -bu olaydan önce- "Kahraman Türk ordusu" söylemi vardı. Şimdi gözaltında -dolayısıyla "hain" vb.- olan bu insanların her biri doğuda, güneydoğuda çatışmada can verebilirlerdi. O zaman "hamasi" nutuklar eşliğinde törenlerle kendilerini uğurlardık.
Bu "Kahraman Türk ordusu"nun kaçta kaçı “hain?" Bunların hepsi “sızmış” FETÖ’cü mü? Olabilir mi böyle bir şey?
Ya bir de girişim başarıya erişseydi?
TRT'de okutturulan bildiride söylenen badireler ve sakim gidişten memleketi kurtarmış, Türkiye'yi yeniden demokrasi yönüne yönlendirmiş "kahramanlar" olacaklardı.
Şimdi bu noktada şunu kavramak gerekiyor: Bu toplumda öteden beri (II. Mahmud'dan beri diyebiliriz) batılılaşmanın yarattığı bir yarılma var. Tarihî akış içinde zaman zaman biçim değiştirerek bugüne kadar gelmiş bir yarılma bu, ama temelde aynı sorunsal. Bu durumda her şey gibi "yurtsever" olmanın da iki ayrı tanımı var.
Bu toplumun asıl ciddi yapısal sorunu da yarılmanın kapanması. Yani toplumun tek bir toplum haline gelmesi. Bu, içinde her türden ayrılık olmayacak demek değil. Olacak ve olmalı. Muhafazakârlar ve Labour Party var diye Britanya bölünmüyor. Sorun ve hedef ayrılıklarla birlikte, ayrı olduğumuz kesimlerin insanlarıyla yaşamayı öğrenmemiz.
Şimdi bu "darbe savaşını" kazanmış muzaffer AKP'nin yenilenler hakkında kullandığı aşağı yukarı her sıfatı, o kesimin insanları da AKP cephesi için kullanırdı, bugün de kullanıyor -gittikçe kısılan bir sesle. Ve zaten, 2002'de AKP iktidar olalı, hele başlarda, hep hatırladığımız gibi, bu retorik her yeri kaplamıştı. O cephede de, karşısındaki kişiyi bir insan olarak tanımak, farklılığın köklerini ve mümkünse bunu gidermenin yollarını aramak diye bir çaba yoktu. Tam tersine, bunları yapmaya çalışanları da "hain" diye damgalama tavrı egemendi.
Bu asırlık yarılmayı onarmak, onarımına gidecek yolu açmak, ilk adımları atmak, AKP'nin elindeydi-nesnel olarak. İktidara adım atar atmaz başlayan düşmanca ataklar savuşturulduktan sonra (bu "sonra" yı "kapatma davası"nın bitimi olarak anlayabiliriz) "Durun bakalım, yahu! Gelin, bir konuşalım, anlaşalım" denebilirdi. Ergenekon ve Balyoz davalarında, belirli bir aşamada, bu adım gene atılabilirdi.
Çatışmalarda, "anlayış gösterme" tavrı, kazanan taraf için daha kolaydır. Ve diplomasi, "tact", bunun belirli bir zerafet içinde yapılmasını gerektirir. Bir şeyleri "dikte etme" üslûbuyla değil içtenlikli bir "anlaşma" çabasıyla başlatılır böyle bir süreç. Asıl önemli olan da toplumu ayrı kompartmanlar halinde yaşatan duvarları yıkıp orada karşılıklı iletişimi kurmaktır. Ama bu, AKP'nin tartışılmaz önderi Tayyip Erdoğan'ın defterinde yazılı olan bir amaç değildi. Tayyip Erdoğan tarihte birçok örneğini bildiğimiz "muzaffer komutan"dı. Halen de öyle. İşte, "Meydanları terk etmeyin" direktifleriyle, saldıracak hedef arayan bir kitleyi ayakta tutuyor.
Çünkü Tayyip Erdoğan da "mutlak egemenlik" isteyen biri. Amacı, "ideal"i, "uzlaşmak" değil, "sindirmek."
Ve şimdi, şu kadar bin asker, bu kadar yüz yargıç vb. vb., istediği toplumu kurmak üzere hazırlanıyor. Kitlesel tasfiyelerden sonra "liyakat" değil "sadakat" ölçütüne göre ayıklanmış kadroları işbaşına getirerek "dindar nesiller"in yetişeceği toplumun temellerini atacak. Bu arada idamı geri getirmekten halkı silâhlandırmaya bir dizi faşist düzenlemeyle militan -ve "vahşi"- bir taban oluşturmaya çalışıyor.
Şu anda gördüğümüz, bütün bu "operasyonlar"ın "FETÖ'yü temizliyoruz" başlığı altında yürüyeceği, böyle yürümesinin planlandığı yolunda. Oysa gerçek hedef bu değil. "Darbe girişimi"nin kadroları da -en azından bütünüyle- "Fethullahçı" militanlar değil.
AKP, cemaat ile "cicim ayları"nda, her ağustosta tasfiyelerin ("tasfiye" edilenlerin çoğu bu takımdandı) yanında Tayyip Erdoğan'ın muhalefet şerhi bulunurdu. AKP yerini sağlamlaştırırcasına TSK'nın bu tip "sızma"lara karşı korunma tedbirlerini de ortadan kaldırdı, yani "sızma"yı kolaylaştırdı. Cemaatin de bu kolaylıktan sonuna kadar yararlandığını tahmin edebiliriz, çünkü en fazla sızmak istediği ve sızmakta en az başarı kazandığı kurum orduydu.
Ama AKP'nin ve Erdoğan'ın sağladığı imkânlarla "sızanlar" karar verecek mercilere, buna uygun rütbelere gelememişti.
Bu kadar generalin, albayın Fethullah Hoca taraftarı olduğunu düşünmüyorum.
Erdoğan'ın cemaatle kavgası üç yıl önce başladı. O zaman beri bir "ine girme" faaliyeti devam ediyor. Şimdi binlerce FETÖ'cü sorgu karşısında bekliyorsa, pek bir ine girilmediği anlaşılır. "Harekâtın başındaki adam" diye önceki Hava Kuvvetleri Komutanı kelepçelendi. FETÖ'cü müydü? Öyle idiyse, Tayyip Erdoğan'ın imzasıyla nasıl Hava Kuvvetleri Komutanlığı gibi bir mevkiye atandı? Bunu, şimdi gözaltına alınanların pek çoğu için sormak mümkün.
"Darbe", şuradan geleni, buradan geleni, şucu olanı, bucu olanı, benim gözümde Türkiye toplumunda olabilecek en kötü olaydır. Onun için bu girişimin böyle fos çıkması son derece iyi. Ama bu olayın bu mutlu sonunun Türkiyenin bundan sonraki hayatı için bir mutlu başlangıç olduğunu bugün söyleyemeyiz. "Muzaffer komutan" edasıyla Tayyip Erdoğan savaşı durdurmaya değil, kazanılan zaferden olabilecek her avantajı ezip çıkarmaya niyetli olduğunu belli ediyor.
Daha önce de "ezer geçeriz" zihniyetini belli ettiği için bunda şaşılacak bir şey yok. Başka türlü davranması şaşırtıcı olurdu. Bu darbeyi "ezip geçmek" için elverişli fırsat sayması çok normal.
2002'de ve izleyen yıllarda "Ordu göreve" mitingleri büyük kalabalıklarla yapılırken, eyleme geçebilen bir darbe girişimi olmamıştı. Ama şimdi oldu. Neden böyle?
Tayyip Erdoğan'ın gerilim yaratan ve yükselten tavrı ve politikalarıyla her şey sertleşti. Sonunda böyle bir "canını dişine takmışlar" girişimini, böyle bir desperado eylemini gözlemledik. Ancak bu girişime katıldığı iddiasıyla şimdi gözaltına alınan diyelim on bin kişi bu ülkede Tayyip Erdoğan'dan hiçbir şekilde hoşnut olmayanların tamamını oluşturmuyor.
Bu darbe girişimi sonrası asıl toplumsal barış imkânı, potansiyeli yarattığı için önemli bir andır. Ama Tayyip Erdoğan, bugüne kadar gösterdiği tavırlarıyla, böyle bir tarihî fırsatı toplumsal bölünmeyi gidermek üzere kullanacak bir siyasî önder değil, "kendi tarafı"nı "toplumun efendisi" haline getirmek için çalışacak bir önder olduğunu açığa vuruyor. Doğrusu, Tayyip Erdoğan'ın ve başında bulunduğu geniş toplumsal kesimin, başından beri "düşman" ve "parya" muamelesi gördüklerini öbür kesime öfkeyle bakmaları için çok neden var. Erdoğan buraya gelinceye kadar az badireden geçmedi. Ama, sözgelişi Nelson Mandela'nın "beyaz Afrikalılar"a öfkeyle bakmasını gerektiren nedenler ve etkenler sanırım çok daha fazlaydı.
Tayyip Erdoğan dünya tarihinde Mandela'ların oluşturduğu küçük azınlıktan değil, fırsatını bulunca intikam almak isteyen büyük çoğunluktan biri. Bu da bir olgu. Ama bu olgu, Türkiye'nin önünde daha birçok badire yattığını da gösteren bir işaret.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.