ÖĞRENİLMİŞ KAOS YA DA KÜRTLERİN ‘DEVLET’LE İMTİHANI
Aziz Mahmut Ak
23 Şubat 2014 Pazar 16:51
Özellikle son 40 yıllık mücadelenin Kürtlerin ne istediğini yeterince ortaya koyduğunu düşündüğüm için, yakın zamana kadar da “Kürtler ne istiyor?” konulu toplantılardan huylanırdım. Düşünce kuruluşlarının, Türk akademisyenlerin, Kürt sorunuyla yakından ilgili diplomatların bu yöndeki tekrar sorularını kasıtlı bulur, bizi anlamak istemediklerini ya da stratejik amaçlarımıza varma yolunu koşu bandına çevirmek istediklerini düşünürdüm. Ancak zamanla bu sorunun hiç de boşuna sorulmadığını, çünkü genel Kürt hareketinde ulusal özgürlüğün formatı konusunda ciddi bir ayrışmanın, dahası düşünsel bir kaosun giderek hâkim olmaya başladığını görüyoruz. Meğer birçok açıdan bizi bizden daha iyi tanıdıkları için bu soruyu sıkça tekrarlıyorlarmış.
Düşülen kaosun üç kaynağı var. Bir: Kuzey Kürdistan’da en büyük siyasal güç olan PKK’nin, Öcalan imzalı yeni tezlere dayandırdığı vakitsiz “devletsiz toplum” stratejisi. İki: En bağımsızlıkçı görüneni bile, sömürgeci sistemin hükümetleriyle ve partileriyle manipülasyona açık ilişkilere girmekte hiçbir sakınca görmeyen Kürt siyasetçi bolluğu. Üç: İlk iki şıkkın beslendiği ana kaynak olarak Kürtlerdeki ulusal pozisyon alma ve ulusal davranış zayıflığı.
Sonraki iki şıkkı bir başka yazı konusu yapmak üzere, bu makalede ilk şık üzerinde durmak istiyorum.
Günceli yakalamayı zorlaştıran strateji
Kürtler ezilen bir ulustur. Dolayısıyla Kürt/Kürdistan sorunu ulusal/ülkesel bir sorundur. Kürt halkının sömürgeciliğe karşı bir asrı aşkındır süren mücadelesi özü itibariyle, egemenlik haklarını elde etmiş uluslarla eşitlenme mücadelesidir.
İnsanlığın diyalektik ilerleyişindeki tüm toplumsal sorunlar gibi ulusal sorun da, ancak çizgileri sorunun doğası üzerine oturtulmuş çözüm projeleriyle çözüme kavuşturulabilir. Sınıflı toplumlar tarihi boyunca eşitsizlikten kaynaklı farklı sorun alanlarının her biri, ancak kendi özgünlüğü içinde değerlendirildiğinde, eşitlenmeyle veya en azından eşitlemeye yakın statüler elde edilerek sorun olmaktan çıkarılabilmiştir. Yani ulusal eşitsizliğin çözümü devletleşmeyi bir ihtiyaç haline getiriyorsa devlet isteyeceğiz, sınıfsal eşitsizliğin tamamen yok edilmesi devlet denilen iktidar aygıtından kurtulmayı gerektiriyorsa “devletsiz toplum” için mücadele edeceğiz vb. Ulusal sorun, kadın sorunu, çevre sorunu gibi sosyal sorunların kökeninde sınıfsal sorunun yatıyor olması, bu sorunlara kendi özgünlüğü çerçevesinde yaklaşımı esas alma ihtiyacını ortadan kaldırmaz.
Söz konusu eşitlenme mücadelelerinin başlangıç evreleri genel olarak, tok olanı aç olanın seviyesine çekme şeklinde değil, aç olanı tokun seviyesine yükseltme; doğal haklarını elde etmiş olanı haklarından yoksun olanın seviyesine çekme değil, haklarından yoksun olanı haklarını elde etmiş olanın seviyesine yükseltme mücadeleleri şeklinde olmuştur. Bu mücadeleler aynı zamanda, gasp edilmiş hak ve zenginliklerin gaspına son verip, hak ve zenginlikleri topluma/toplumlara yaymanın yolunu açmıştır. Yakın tarihte ve günümüzde de eşitlenme mücadelelerinin genel seyri budur. Çünkü eşitlenme mücadeleleri insanlığın tarihsel ilerleyişinin motorudur ve bu ilerleyiş, geride olanın kendisinden ileride olan muhatabını yakalama çabası olarak karakterize olmuştur.
İlk göze çarpan eşitsizlik alanları olarak ekonomik, sosyal, ulusal, cinsel, inançsal tüm alanlarda ezilenler, ezen konumuna geçmek için değil, ama ezilen konumdan kurtulup eşitlik durumunu yaratarak, haliyle ezeni de “ezen” konumdan çıkarıp normalleştirme yolunu seçiyorlar. Bu yolun bir istisnası, sosyal sınıflar arası mücadelede devrim durumunun yaşandığı anlardır. Örneğin kapitalizm karşıtı devrimlerde, sermayenin oluşum özellikleri nedeniyle, toplumda büyük çoğunluk durumundaki mülksüzlerin tamamını sermayedar konumuna getirmek imkansız olduğu için, ilkin sermayedarların oligarşik egemenliğine son verip mülksüz sınıf ve katmanların çoğunluk iktidarını kurma ve planlı bir süreçle kapitalizmden kurtulup eşitliğe ulaşma hedeflenmiştir. Dikkat edilirse, bu yolun tercih edilmesinde de yine doğallık, olanaklı olma hali, yani gerçekçi beklenti esas alınmıştır.
Bundandır ki; devletsiz, sınırsız, sınıfsız ve doğa ile barışık komünizmin yol haritası devletsizlikten devletsizliğe geçiş gibi söylemi bile anlamsız bir aşama üzerine kurgulanmamış, sınıflı toplumların ilk ortaya çıkışından beri zaten var olan devletten devletsizliğe geçiş üzerine kurgulanmıştır. Yine bundandır ki; ezilen milletleri egemen milletlerle eşitlemek için, dünyada sayıları 210’u aşmış mevcut devletlerin tümünün yakın zamanda iptal edilmesi gibi boş bir beklenti üzerine oluşturulmuş projeler değil, ezilen milletleri de ilkin devlete kavuşturmayı esas alan kurtuluş projeleri gerçekçi, yani daha olanaklı bulunmuştur. Ve bu alanda Marks’ın öngörüsü, nasıl ki sınıfsız topluma ezilen çoğunluk sınıfın iktidarından geçilecekse, sınırsız topluma da ezilen ulusların iktidarlaşmasından geçileceği şeklinde okunabilir, ki her iki iktidarlaşmanın da günümüzdeki diğer adının devletleşme olduğunu söylemeye bile gerek yok. Hedeflenen egemenliğin şeklinin, adil paylaşım üzerine kurulu birlik devleti (federasyon) veya bağımsız devlet olması bu gerçeği değiştirmez.
Soruna bu diyalektik yaklaşım konusunda o kadar net bir kavrayış vardır ki, geçtiğimiz yüzyılın ilk çeyreğinden bu yana “Karkerên hemû welatan û gelên bindest yekbin!” sloganı dünya sosyalist hareketinin ortak sloganlarından biri olagelmiştir.
Ulusal sorunun bu tarihsel konuluşu, 20.yy’da özellikle 1917 Ekim Devrimi sonrasında dünya sosyalist hareketinin ulusal kurtuluş mücadelelerine önderlik etme yeterliliğinin temel ideolojik dayanaklarından biri oldu. Sosyalist hareket, bu sayede ulusal özgürlük mücadelelerinde büyük başarılara imza attı. Asya, Afrika ve Latin Amerika’da İngiliz, Amerikan, Fransız, İspanyol ve Portekiz sömürgeciliklerine karşı bazıları salt ulusal, bazıları da ulusal-toplumsal özgürlüğe kapıları açan kurtuluş mücadelelerine önderlik eden sosyalist hareketlerin tamamı, sorunun bu tarihsel konuluşundan hareket etti. Bu siyasi hareketlerden hiçbiri, kendi sınıfsal-ideolojik kimliğini veya programındaki nihai toplumsal düzen hedefi olan komünizmi gerekçe göstererek, ezilen ulusu uğraması zorunlu ilk tarihsel kavşaktan uçurmaya kalkışmadı. Yani kurtuluş programındaki nihai amaç olan devletsiz toplumu, ilkin devletleşerek diğer egemen uluslarla eşitlenme ihtiyacının önüne geçirmedi. Nihayetinde devletsizleşmenin yolunun önce devletleşmekten geçtiğinin farkındaydılar. En önemlisi ise, devlet denilen iktidar aygıtının insanlık tarihindeki kötülüklerinin de farkında olarak bu devletleşmelere önderlik ettiler. Bağımsız devleti hedefleyen de, en küçük bölgeye özerklik isteyen de ulusal sorunun bu tarihsel konuluşunu esas aldı.
PKK yönetim kademeleri, yakın zamana kadar kendilerinin de esas aldıkları ulusal sorunun bu tarihsel konuluşundan uzaklaştıkları için, Kürtleri özgürleştirme tasarımlarının her aşaması düşünsel bir bulanıklık barındırmaya başlamıştır. Önüne bir “demokratik” iliştirdikleri ne “ulus” ulusa benzemekte, ne “statü” statüye benzemekte, ne “konfederalizm” konfederalizme benzemekte, ne “özerklik” özerkliğe benzemekte, ne de “devrim” devrime benzemektedir. (Hakkını yemeyelim; dünyada herkesin yaklaşık olarak aynı algıladığı bu kavramların yalnızca Kürdistan toprağında içerik değiştirmesi, Kürtlere ebedi devletsizlik öngören yeni stratejinin ana tonu olan “Türkiyelileşme” hedefiyle tam uyumludur. Bu boyutunda bir bulanıklık yoktur.)
Bu düşünsel kaos pratikte de kaosa yol açmakta, stratejik amaç konusundaki bulanıklık bu büyük Kürt gücünü konjonktürel fırsatları layıkıyla değerlendirmekten alıkoymaktadır. Kendilerinin de büyük emekleriyle açığa çıkan Kürt varlığını artık her küresel ve bölgesel aktör hesaba katma durumunda kalıyorken, -ulusal sorunun doğasını zorlayan yeni tasarımları yüzünden- adeta konjonktür halkımıza yaklaştıkça kendileri konjonktürden kaçar bir görüntü sergilemeye başlamışlardır.
Birlikte düzenlediğimiz ulusal konferanslarda karşılıklı olarak birbirimizi anlamakta zorlanmamız ve konferansların ardından kalıcı bir ulusal birlik mekanizması oluşturamamamızda; ulusal kongrenin bir türlü toplanamamasında; Batı Kürdistan’da elde edilen kazanımlara rağmen, eşikteki konjonktürün siyasi statüyü sağlam temellere oturtma yönünde iyi değerlendirilememesinde; Güney Kürdistan Federe Hükümeti’yle yaşanan çelişkilerin halen giderilememesinde, muhataplarından kaynaklı başka faktörlerin yanı sıra PKK’nin yeni tasarım ve söylemlerinin ciddi payının olduğunu göz ardı etmemek gerekir.
Ulus-devlet aşılmışsa federal devlet var
İnsanlığın ulaştığı evrensel demokratik değerler bakımından ulus-devlet modelinin aşıldığı, ülke içi demokrasi ihtiyacına artık cevap olamadığı doğrudur. Aynı topraklar üzerinde yaşayan farklı ulus ve inançların zoraki asimilasyonuna dayanan, bu nedenle toplumlar arasında sürekli gerilim üreten bu modeli günümüzde artık tercih etmemek gerekir. Ancak bir ezilen ulusu, aynı topraklar üzerinde yaşadığı farklı ulus ve azınlıklarla birlikte özgürleştirmenin ulus-devletten farklı modelleri de var. Uzun vadede sosyalist devlet, yakın vadede ise kapitalizmin faklı ülkeleri birer yönetim zemini kabul eden federal devlet modelleri bu iç demokrasi ihtiyacını büyük oranda karşılamaktadır.
Güney Kürdistan örneğinde de görüldüğü gibi; Kürt halkının bugün uğruna mücadele ettiği devlet modeli de farklılık zenginliğini içinde barındırmayı başaran devlet modelidir. Güney Kürdistan Federasyonu, Kürdistan’ın bu parça toprağı üzerinde yaşayan tüm ulusal ve inançsal zenginliği yönetimde temsil ettirme konusunda Ortadoğu’ya adeta demokrasi dersi vermektedir. Devletleşmenin her parçamız için güncel imkânlarının ne düzeyde var olup olmadığına bağlı olarak bu yolda izlenecek aşamalar ayrıca tespit edilmekle birlikte, Kürt halkı için federasyon hedeflenirken de, bağımsızlık hesapları yapılırken de şu anda hâkim zihniyet budur.
İlkin ulus-devletin aşıldığı argümanına dayandırılan yeni tezler, farklı ülkeleri birer siyasi yönetim alanı olarak kabul eden federatif devlet modellerinin halen demokratik içeriklerle uygulanabildiği gerçeğinin fazla dikkat çekmesi üzerine, felsefi anarşizmin devletin her türünü bugünden reddeden tezlerine dayanma boyutuna tırmandırılmıştır.
Hiyerarşi sayesinde örgüt yapısı içinden açık eleştiri almadan yayılan bu yeni tezler, orta yaş kuşağını fazla etkilemese de, özellikle örgütün yörüngesindeki gençlik üzerinde etkili olmaya başlamıştır. “Kürtler için devletsiz toplum” tezini savunma o boyuta vardırılmıştır ki, Kürtlerin devletleşme hakkını savunanlara ‘geri kafalı’, ‘muhafazakar’, ‘eskimiş siyasiler’ gözüyle bakılmaya başlanmıştır. Yılların mücadeleci insanları, Kürtlerin bağımsızlık hakkını çöpe atılası bir heves olarak görecek kadar düşünsel felç geçirmeye başlamışlardır.
40 milyonu aşkın nüfusuyla Kürdistan toprakları üzerinde varlığını sürdürmesi gerçeği ve güçlenen jeopolitik konumuyla Kürt ulusunun, tam da şimdi gecikilmiş devletleşmenin hesaplarını yapması beklenirken, devletleşmenin kötülüklerini öne çıkaran yeni tezler bugünü kazanmaktan uzaklaştırıcı bir işlev görecektir. Bu işlevi bugünden görebilmek için kâhin olmaya gerek yok, ortalama bir zekâya sahip her siyasetçi bunu görebilir.
Kürt toplumu mevcut haliyle, ne Avustralya’nın Aborjinleri, ne modernizmin merkezlerince unutulmaya terkedilmiş bir Afrika kabilesi, ne de bir Kuzey Avrupa ülkesinin marjinal anarşist topluluğuna benzemektedir. Küresel ve bölgesel güç ve egemenlik ilişkilerinin göbeğinde bir ulustur. Dolayısıyla açıktır ki; Kürtler üzerinde egemenlik kurmuş hiçbir devlet, “Kardeşlerim, kurmuş olduğumuz sisteme dişe dokunur bir zararınız olmaz; buyurun şu orman kasabasını veya şu sokağı size bırakıyoruz, istediğiniz gibi kendinizi yönetin” demeyecektir. Durumumuz buyken, diyelim ki biz devletin federatif veya bağımsızlık biçimlerinin tümünü reddettik ve Kürdistan’ın dört parçasında da mayasında devlet aygıtı olmayan ‘özyönetim’ler kurduk. Her biri sömürgeci devletlerin birer egemenlik sahası olan bu parçalarda kuracağımız bu yönetimlere egemen devletlerin müdahaleleri olduğunda ne gibi tedbirler projelendirilmiştir? Eğer bu durumda bir askeri savunma gücünden (ordu) bahsedilecekse, o halde devleti bu kadar köktenci reddetmenin ne kadar anlamı kalır?
Bugünkü ulusal ve uluslararası durumda bir Kürt siyasal hareketinin “devletsiz toplum” tezinin pratikteki karşılığı, “egemen devletler kalsın, ama Kürtler devlet kurmasın” dır. Elbette böyle denilmiyor, ama uygulamada varacağı kapı budur. Kürtlerin ulusal kurtuluşu aciliyet taşıdığına ve paralelinde aynı aciliyetle mevcut egemen devletlerin tasfiyesi mümkün olamayacağına göre, besbelli ki sonuçta egemen devletlerle büsbütün ilişkili bir çözüm hedefleniyor. O halde, herkesin bildiği gerçek bir özerklikten, gerçek bir ülkesel federasyondan, yani “birlik devleti” biçimlerinden bile neden bu kadar uzak duruluyor?
Bağımsız devlet kurmaya kesin karşı olunduğuna göre, bu durumda, Kürt varlığının, üzerinde haksız egemenlik kurmuş uluslar içinde erimesini engellemenin asgari tedbiri ya “Özerk Kürdistan” ya da “Kürdistan Federasyonu”dur. Bunların dışında kalan çözüm projeleri (Türkiye vatandaşlığını esas alan ve bireysel haklara dayalı “özgür yurttaş” projeleri, Kürdistan’ın en azından bir parçasının bütünlüğünü esas almayıp çok parçalı idari merkezleri öngören projeler vb.) entegrasyon ve asimilasyona yeni kapılar aralama tehlikesi barındırmaktadır.
Yeni tezlerin alıcı profili
Peki, varlığı kabul edilmiş Kürt halkına ebedi devletsizlik öngören projelerin günümüzde toplumsal karşılığı ya da alıcıları az mı? Değil tabi. Gayet fazla alıcısı var: Sömürgecilik sisteminin pek yara almadan sürmesi için çırpınan bilcümle ‘değişimci’ Türk siyasetçi ve ‘aydın’ tayfası, Kemalizm’le karışık-barışık Türk solu, Kürt sermaye çevreleri, Türkçe düşünen Kürt siyasetçiler, Osmanlı hayranı Kürt ve Türk ümmetçiler, sömürgeci asimilasyonun en fazla etkilediği sınır kuşağı Kürdistan illerindeki yarı-aydınlar… Yani siyaset cephesinde de, sosyal yapıda da bu düşüncelere alkış tutacak, derhal dört elle sarılacak çok fazla potansiyel taraftar var. Bu bizim bir gerçeğimizdir. Ancak asırlık sömürgecilik uygulamalarının yaratmayı başardığı bu gerçek, tam da bizim trajedimizdir. Ve bilmeliyiz ki; bu trajedi üzerinden büyümenin gündelik cazibesi değil, bu trajediyi aşmanın kahırlı uzun yürüyüşü tarih yapacaktır. Kürt siyasal hareketlerinin tercihi bu kahırlı yürüyüş olmalıdır. Çünkü Kürt halkı, yeni özgürlük tarihinin eski trajediler üzerinde inşa edilmesini kabul etmeyecektir.
Yaşanan kaosla ilgili endişe ve eleştirilerimle birlikte, sözünü ettiğim kahırlı yürüyüş tercihinin tarihselliği nedeniyle bu gidişatın uzun sürmeyeceğine dair umudumu da koruyorum. PKK’nin on yılları bulan ağır bedellerle edindiği ulusal mücadele ve ulusal kültür birikiminin bugünkü tezlere sığmayacağını düşünüyorum. Bu hareket için de, Kürt halkı için de tarih kendi hükmünü verecek, er veya geç her şey doğal seyrine kavuşacak, su yatağını bulacaktır.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber