23 Kasım 2024
  • İstanbul5°C
  • Diyarbakır15°C
  • Ankara16°C
  • İzmir13°C
  • Berlin3°C

NEREDE KALMIŞTIK

Nabi Yağcı

26 Şubat 2011 Cumartesi 13:09

“Muhafazakâr demokratlar değişimin sınırına vardılar mı” sorusunu sormuştum, 17 ocak tarihli yazımda. Yanıtını sonraya bırakmış, sorunun üzerinde birlikte düşünmek için sorunun yanıtına temel olabilecek bazı gözlemlerimi aktarmaya girişmiştim. Daha sonra bu konuda iki yazı daha yazmış ama orada kalmıştım. Çünkü Ortadoğu’da halen sürmekte olan büyük bir deprem olmuştu.

Referans gazetesinde yazarken elde ettiğim ve sonra da AKP Siyaset Akademisi’nden edindiğim gözlemlerimi aktarmıştım. Üçüncü olarak, katıldığım söyleşi ve panellerde de fikir edinmeme hizmet eden gözlemlerim oldu.

İzmit, Adapazarı, Kocaeli, Akçakoca, Sakarya ve Düzce’de, birden fazla olmak üzere söyleşi ve panellere katıldım. “Yetmez Ama Evet” kampanyası sırasında da katıldığım paneller oldu. Yöre kamuoyunun az çok nabzını tutabileceğim geniş katılımlı toplantıları tercih ettim. Öyle de oldu. Hemen hemen bu toplantıların çoğunluğunda AKP tabanı ve çevresinden katılanlar veya genel olarak muhafazakâr çevreler diğer siyasi eğilimlerden daha fazlaydı. Katılanlar içinde AKP üyeleri olduğu gibi, yöredeki yerel yöneticiler de vardı.

Daha dar bir katılımla uzun saatler süren sohbetlerim de oldu ki orada daha derine inen gözlemler yapma şansını yakaladım. Ek olarak bu saydığım yörelerde yöre halkı ile ciddi ilişkileri olan, aynı sol siyasi hareket içinde geçmişten beri ilişkilerimin olduğu dostlarımın gözlemlerinden de çok yararlandım.

Bütün bunları şu dolayımla söylüyorum: AKP benim için ilgi çekici olan, nevi şahsına münhasır (sui jeneris) yeni bir partiydi. Herkesin olduğu gibi benim de kafamda bu partiyle ilgili sorular vardı. Sorularımın peşini kovaladım ve halen de bunu yapıyorum. Ama bu parti bu özelliğiyle yalnızca izlediği politikalarla veya liderin, tepe yöneticilerinin görüşleriyle tanınamazdı.

AK Parti neden ilgimi çekmişti?

İlgim esas olarak 1980’li yıllarda yurtdışında politik göçmen yaşamımda İran TUDEH (komünist parti) ile yakın ilişkilerim olduğunda başlamıştı. Bu parti gerçekten de İran halkının bir parçası olabilmiş bir partiydi ve din ve İslam konusunda kendi ülkemizle ilgili ne denli bilgisiz olduğumuzu anlamıştım o zaman. Aslında kendimiz adına utanılacak bir durumdu bu. Sığdık.

12 Eylül diktasına karşı durmak için yurtdışında İslami çevrelerle derine inmese de ilişkiler kurmuştuk, özellikle demokrasinin önünde ciddi engellerden biri olan ve düşünce ve ifade, inanç özgürlüğünü kısıtlayan yasalara karşı (TCK 141,142 ve 163. Maddeler) demokrasi için birlikte çabalarımız olmuştu. O günlerden bu yana İslami hareketleri elimden geldiğince takip etmeye ve bilgilenmeye gayret ettim.

Teorik bir ön çerçeveniz olmaz ise tekil sosyal olayların art arda dizilişinden doğru genellemelere varmanın mümkün olmadığına inananlardanım. Tekil olayları anlayabilmek ve yerli yerine koyabilmek için kendi ülkenizin tarihsel gelişimi ve sosyal yapısıyla ilgili bir sosyolojik ön-teori, önbellek gereklidir. Genellikle yaptığımız yanlış şurada ki, bu önbelleği daha sonra yeni bilgi ve gözlemlerle değiştirip, yenilemek, güncellemek gerekirken bunu yapmayı gözardı ediyoruz. Bu başlangıç çerçevesini ya da kullanılan parametreleri değişmez kabul ediyoruz.

Belki bundan da önce yaptığımız asıl vahim yanlış bu ön-teoriyi oluştururken bunu kimi Batılı sosyolojik şablonlara sıkıca bağlı kalarak, eleştiri süzgecinden geçirmeden yapmaktır. Daha da kötüsü özellikle sol için geçerli olanı, şablon bile kullanmadan, kerpiç dökücülerin kalıpları gibi kalıplar içine her olayı tıkıştırmak, ya da elmasın kıratını metreyle ölçmeye kalkışmaktır. Sol için bu kerpiç kalıpları anti-kapitalizm, anti-emperyalizmden ibarettir. Daha geniş çerçevede ilerici-gerici... Bu kalıplardan çıkan ürün yani siyaset ise ancak taş gibi kerpiç kalıpları olabilirdi, ama dokununca da dağılan.

Çok kabaca ve çok kısaca söylersem böylesi bir ön-teorik çerçeve içinde bana göre İslami hareketler, siyasi İslam, Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze tarihsel ana muhalefeti oluşturuyor ve dolayısıyla “değişimin” de itici gücü olma “potansiyeli” taşıyordu. Bu yaklaşımımı 1990’lı yıllardan beri geliştirerek sıklıkla söylüyorum, yazıyorum.

28 Şubat post-modern darbesi bu ilgilerimi olağanüstü canlandırmıştı. Ardından AKP’nin kuruluşu ve iktidara gelişini çok dikkatle izlemeye başladım. Yukarıda değindiğim ve sonuçlarını gelecek yazı veya yazılarımda aktaracak olduğum gözlemlerimi bu genel çerçeve içinde okumak gerek.

Kısaca, AK Parti’nin iktidar olmasıyla beliren yeni siyasi durumu sıkça tekrarladığım popüler bir ifadeyle şöyle özetlemiştim:

“AKP iktidardaki tarihsel muhalefet, CHP muhalefetteki tarihsel iktidar.”

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.