NATAŞA VE CUMARTESİ ANNELERİ...
Ali Bayramoğlu
17 Eylül 2013 Salı 08:46
Faili meçhul cinayetler ülkenin kanayan yarası olmayı sürdürüyor. Türkiye'nin kendisiyle, dünüyle yüzleşmesini engelleyen 'karası' olarak karşımızda duruyor.
Adı Susurluk ile özdeşleşen isimlerden Özel Harpçi, 'MİT'ci ve Özel Harekatçı' Korkut Eken, 1990'ların faili meçhul cinayetlerine yönelik soruşturma kapsamında verdiği ifadede şunları söylüyordu:
'90'lı yıllarda 'Yeşil'i JİTEM ve bütün istihbarat birimleri kullandı. Yeşil, MİT ve jandarma ile çalıştı. Çıkıp doğruları söylesin. Karanlık bir dönem aydınlanacaktır...'
Her fail yakını katilleri ve nedeni ana hatlarıyla biliyor.
Kayıp yakınları nasıl ve nerede sorusunu soruyor, mezar talep ediyor.
Maktül yakınları derin öykünün her düzeyde, her yönüyle açığa çıkmasını, itirafını, teşhirini istiyor.
Yarın, örneğin, Dink davasının Yargıtay sonrası duruşmaları tekrar başlayacak.
Olay anı biliniyor. Neden biliniyor. Katil yakalandı. Silah bulundu. Ceza verildi.
Ama hakikatin, yüzleşmenin ve yaptırımın hala çok uzağındayız...
Pazar gecesi Uluslararası Hrant Dink Ödülünün
Türkiye ayağı 'Cumartesi Anneleri'ne verildi...
Dink gibi hakikat peşinde koşup mücadele edenlere, ama tarihin garip cilvesiyle yine Dink gibi bedel ödeyenlere, ödedikleri bedelle siyasi cinayetlerin, faili mechullerin, kayıpların varlığına işaret edenlere verildi.
Hrant Dink Ödül Komitesi, ödülün Cumartesi Anneleri'ne verilme nedenini şöyle açıklıyordu:
'20 Mart 1995 günü eve dönmesi beklenen Hasan Ocak'tan tam 55 gün hiç haber alınamadı. Hasan Ocak'ın işkence edilmiş bedeninin İstanbul'da bir ormanda bulunduğu ve kimsesizler mezarlığına gömüldüğü ortaya çıktı.
Kamuoyunun dikkatini konuya çekmek için bir araya gelen, her birinin bir yakını gözaltında kaybedilmiş 30 kadar insan, İstanbul Galatasaray Lisesi önünde oturmaya karar verdi.
Onlar, sadece yakınlarının kemiklerini değil, aynı zamanda sorumluların hesap vermesini, yargı önüne çıkarılmasını, böylece bir daha benzer acıların yaşanmayacağı yeni bir Türkiye'nin yolunun açılmasını talep ediyorlardı. Bunun için, sessiz bir çığlıkla, yağmur, kar, rüzgâr veya güneş altında her Cumartesi günü, ellerinde kartona yapıştırılmış 'kayıp' resimleri ile yarım saat oturdular, basın açıklamaları yapıp sessizce dağıldılar.
Bu sessiz mücadele, Diyarbakır, Batman, Urfa ve Cizre'deki kayıp yakınlarının katılımıyla büyüdü. Eylem ilk ayını doldurmadan, polis müdahalesiyle karşılaştı. Onlarla birlikte hareket eden insan hakları savunucuları, baskılara maruz kaldı. Onlar, her şeye rağmen, çok sayıda insanın dikkatini bu kanayan yaraya çekmeyi başardı.
Onlar, bütün bu yıllar boyunca, gözaltında kaybolan insanları, istatistiklerde birer rakam olmaktan çıkardı; onları, etiyle, kemiğiyle insanların zihninde canlandırdı. Kayıpların hikâyelerini bilinir kıldı.
Yıllardır durmaksızın gözaltında kaybedilen yakınlarını arayan, onların hiç değilse bir mezara sahip olmasını isteyen bu insanlar, Türkiye'nin insan hakları tarihinde önemli bir dönüm noktası teşkil ediyor. Yaşadıkları acıları başkaları yaşamasın, sorumlular yargı önüne çıksın diye azimle mücadele ediyorlar.. Şiddete maruz kaldıklarında
bile sessizliğin çığlığıyla
hakikatin savunucusu oldular ve olmaya devam ediyorlar. Bunun için Cumartesi Anneleri / Cumartesi İnsanları...'
Anlamlıdır...
Toplumlar, düne dair yüzleşme ve hakikate temas etmeden sağlıklı bir yarına yol alamazlar. Demokrasiye, barışa, huzura değemezler. Yaptırım olmadan karanlık ile aydınlık arasında kopuş yaşanmaz.
Bu, evrenseldir. Nitekim
Dink ödülünün yurtdışı ayağı, Sırp bir insan hakları aktivistine, bir kadına, Nataşa Kandiç'e gitti. Ödülü kazanmasına yol açan eyleminden sadece birininin altını çizelim:
'Trnovo yakınlarında altı Bosnalı Müslüman mahkûmun infaz edildiğini gösteren video kaydı, 7.500 Bosnalı Müslüman erkek ve çocuğun öldürüldüğü Srebrenitsa Katliamı'nın kanıtı olarak kullanıldı...'
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.