MUSTAFA İSLAMOĞLU’NUN ‘BEDİÜZZAMAN’ POLEMİĞİ (ZORUNLU BİR AÇIKLAMA)
Abdullah Can
08 Aralık 2014 Pazartesi 13:37
Bu günlerde sıkça tartışılan konulardan birisi, Mustafa İslamoğlu’nun Bediüzzaman ve Mevlâna hakkında sarfettiği bazı ifadelerdir. Yeni söylemler olmamakla birlikte, söyleyeni İslamoğlu olunca, şok etkisi yaptı. Çünkü Mustafa İslamoğlu, bir vakfın temsilcisi, bir gurubun hocası ve öteden beri yapıcı fikirleriyle temayüz etmiş bir şahsiyettir. Bediüzzaman için de çok takdirkâr yazıları vardır. Şimdilerde, –nereden icap ettiyse– bir zamanlar yücelttiği bir şahsiyeti, alaşağı ettirince, ister istemez şok etkisi yaptı.
Bir diğer husus, İslamoğlu, genellikle polemiklere yanaşmayan bir kişi olduğu halde, –her nasılsa– önce bazı tarikat mensuplarıyla, şimdi de Bediüzzaman ve Mevlana gibi şahsiyetlerle uğraşınca kendisiyle beraber, temsiliyet makamını da sorgulatır oldu. Keşke olmasaydı.
Şahsen, Mustafa İslamoğlu’nu birçok noktada takdir eden birisiyim. Suçun şahsiliğine de inanan birisiyim. Ancak, kendisinin son günlerdeki yersiz ve zamansız ifadeleri rencide edici olmuştur; dolayısıyla kendisiyle birlikte kurduğu vakfe ve hatta mensuplarına zarar vermiştir. Zira kendisinin durduk yerde karşıt cepheler oluşturması ne kadar yanlışsa, karşıtlarının da, yersiz tenkitlerinden hareketle, onu ve şahs-ı manevisi olduğu cemaatini hedef alınması da bir o kadar doğru değildir. Hasenat-seyyiat müvazenesinde, sadece seyyiatlara odaklanmak, hayır değil şer getirir. Haksızlığa uğramak istemeyenler, kimseye haksızlık yapmamalıdırlar. Karşılıklı saldırılar, şer güçlerine ihtiyaç bırakmayacak kadar yıkıcı etkiye sahiptirler. Bu durumda, her kötülüğün arkasında şer güçlerini aramanın da anlamsızlığı ortadadır.
İslamoğlu, çok değerli eserler vermiş; binlerce Müslümanın istifade ettiği bir kimsedir. “Anadolu İslamî Hareketleri”, “Yürek Devleti”, “İmamlar ve Sultanlar”, “İman Risalesi” gibi birçok değerli esere imza atmış birinin, kendini polemiklere derdest ettirmemesi gerekirdi. Eleştirinin muhatabı, yeri, zamanı, adabı, uslubü, dozajı çok önemlidir; bunu kendisi de biliyor. Tebliğ gibi, tenkidin de ahlâkı ve ayarı vardır. Patavatsızca yapılan tebliğ de tenkit de zarar getirir. Her dediğin doğru olmalı, ama her doğruyu demek doğru değildir; özellikle de her yerde ve her zamanda... Allah, Musa’yı Fir’avun’a gönderirken bile, “Ona yumuşak dil ile tebliğ et”(Tâhâ, 44) diye emretmiştir. “Eğer onlara katı kalpli davransaydın etrafından dağılıp giderlerdi.”(Âl-i İmrân, 159) hükmü, asla ıskalanmayacak derecede önemlidir.
İslamoğlu’nun malum Çay TV’deki sohbetini dinledim. Özel dairede ve özel kimselerle yapılması gereken tenkitçe bir konuşmayı, uluorta, herkesin karşısında ve asabî bir ruh haliyle o sözleri sarfetmemesi gerekirdi. Bu tenkitler, inancımıza bir katkı sunmadığı gibi, bilgimizi de artırmış değildir. Zaten bilinen tenkitlerdi. “İktibas” gibi dergiler bunu yıllarca yapmıştır; vefat etmiş Ercüment Bey’in Mustafa Bey’de hayat-ı saniyesini devam ettirmemesi lazımdır. Kitaplaştırılmış bu tezlerin, artık gündemimizden çıkması lazımdır. Müslümanların iman ve vahdetine, zarardan başka hiç bir faydası olmayan bu tür çaba ve çalışmalar, sadece muarız çevrelere yaramaktadır. Zararda ısrar, akla ziyan bir durumdur.
Adı geçen video konuşmasında, İslamoğlu, kendisinin de ifade ettiği gibi, ilkeleri ve alışkanlıklarının dışına çıkarak bir genelleme yapmıştır. Bir Kur’an talebesi olarak, temyiz ve dengeyi tutturamamıştır. Adalet ve itidal sınırlarını çiğnemiştir. Hitap şekli, jest ve mimikleri, bir bütün olarak pozisyonu, akl-ı selim ve kalb-i selimle telif edilecek durumda değildi. Asabiydi, intikamvari bir eda içindeydi. Sanki dolmuş ya da doldurulmuş gibiydi. Bediüzzaman ve Mevlâna yetmedi; Şems-i Tebrizî’yi, Hallac-ı Mansur’u, Koca Gazalî’yi kurcalayıp durdu. Çok üzüldüm; yaşlılık mı, art niyet mi, ferasetsizlik mi, tahriklere kapılmak mı, –bağışlasın– şımarma mı, bilmiyorum; bildiğim tek şey, tanıdığım Mustafa İslamoğlu değişmiş gibiydi. Bir TV sunucunun yönlendirici sorularına kapılmayacak derecede dirayetli ve mutedil bildiğim birinin, kendini bu derece salıvermesini bir türlü anlayamadım; anlayamıyorum.
Her kes hesabını Allah’a verecek; ama bu dünyada, yapılacak bunca hizmetlere rağmen, el âlemin ağzına düşmek, techil, tehdit, tahkir, hatta tekfirlere maruz kalmak sağlıklı bir durum değildir. Özellikle de temsiliyet noktasında olanlar için daha da vahim bir durumdur. Maalesef, bu durum, Mustafa İslamoğlu için de geçerli olmuşa benziyor. Bu rivayet nereden çıktı bilmiyorum; bildiğim tek şey, Mustafa İslamoğlu’nun kendisine yazık etmesidir. Tarikatçılarla cedelelleşirken, bir de Nurcuları karşısına alması hayra alamet değildir. Müsebbib de kendisidir. Çünkü evveliyatında hiç bir Nurcu’dan ona dair bir menfi söz duymamışken, şimdiler de binlercesinin aleyhine geçmesi, hiç de hayırlı olmadı.
İslamoğlu’nun Fethullah Gülen cemaatine karşı eleştirel tavrına rağmen, o cenahın dışında, asıl Nurculardan bir tenkit ve tahkir görmedi. Zaten Gülen cemaatinin tavrından öteki Nurcular da mutazarrırdı. Ama nasıl olduysa oldu; İslamoğlu, Üstad ve Risale-i Nurları da hedefine oturttu; onları da yaylım ateşine tuttu. “Essebebu kelfa’îl” hükmünce, bu işe sebebiyet veren kendisi olduğu için, birinci derecede mesulü de kendisidir. Onun basit meseleler üzerinden Üstad’ı düşürmeye çalışması, Nurcuları, Bahailer, Kadiyaniler ve Yezidiler gibi inhirafçılıkla itham etmesi, yakında ayrı bir din şeklinde arz-ı didar edeceklerini iddia etmesi, tamamen maksadını ve haddini aşan ifadeler cümlesindendir. Ama Nurcuların da İhlas ve Uhuvvet düsturlarını bir kenara iterek, “mukabele-i bilmisil” kaide-i zalimanesiyle cevap vermeleri de ayrı bir sınır tecavüzüdür.
Mustafa İslamoğlu’nun özellikle bazı fıkhî bağnazlıkları deşifre etmesi, alışılagelen kimi ezberleri bozması bir fazilet ve cesaret örneğidir. Sonuçta içtihadî konulardır. Layetezelzel ve layegayyer değillerdir. Zira ne ayet, ne de sahih sünnettendirler. Bu çerçevede, kimi Nurcuların kimi taassupkâr ifade ve yaklaşımlarına getirdiği tenkitler de yabana atılmaz. Kâinatın en büyük meselesi olan iman hizmetini bırakıp, Üstad’ın “mehdilik”i, “seyyidlik”i, “mücedditlik”i, “müctehidlik”i etrafında temerküz eden yoğunlaşmalarını elbette tenkit etmeliyiz; “ebced”, “cifir” hesaplarında boğulmalarını, her türlü sosyal-siyasal gelişmeyi bu hesapların imbiklerinden geçirip Üstad’ın tenkit ve tasviplerine mazhar kılmalarını elbette tenkit etmeliyiz. Ama bu tenkitleri, teşhirle birlikte teşmil etmek doğru değildir. Her genelleme, insafsızlığa gebedir; yapıcı değil, yıkıcıdır.
İslamoğlu’nun adı geçen videosunda zikrettiği mevzular ve sonrasında, cevabî röportajındaki tenkide medar noktalar aslında yanlış ya da yetersiz anlamaktan kaynaklı şeylerdir. Bunların tavzih edilmesi, kapışmaktan hayırlıdır. Kapışmalar, birilerine düğün-dernek havasını yaşatırken, imanî ve İslâmî hassasiyeti olan herkesi ise üzüntüye boğmaktadır. Akl-ı selim ve itidal-i dem ile hareket etmek, müzakere ve müşavere ahlakını ikame etmek en hayırlı olan işlerdendir. Bu yapılmalıdır. Birbirimize, yanlışlar ya da yanlış anlamalar üzerinden düşman kesilmemiz kâr-ı akıl değildir. Şuurlu düşmana şuursuzca yardım etmektir. İslamoğlu’nun tenkitleri doğru ise, kabul edilmeli; yok değilse, izah edilmelidir. Yüzüne çarpılmamalıdır.
Üstad, “Mekke-i Mükerreme’de dahi –farz-ı muhal– olarak, Risale -i Nur'un aleyhinde bir itiraz kutb-u âzamdan dahi gelse, Risale-i Nur şakirtleri sarsılmayıp, o mübarek kutb-u âzamın itirazını iltifat ve selâm suretinde telâkki edip, teveccühünü de kazanmak için, medâr-ı itiraz noktaları o büyük üstadlarına karşı izah etmek, ellerini öpmektir.”(Kastamonu Lhk. 197) demektedir. Demek, itiraz ve tenkitlere verilecek tepki, karşı itiraz ve tenkitlerden ziyade, izah ve istifsar şeklinde olmalıdır.
Mesela, İslamoğlu diyor ki: “Bediüzzaman ismindeki Bedi’ Allah’ın Esma-i Hüsna’sındandır. ‘Bedi’ussemavati we’l-erd’(Bakara, 117; En’am, 101) ayetinde olduğu gibi. Dolayısıyla Allah’ın isminin bir kula verilemez ve verilmişse de bunun kabul edilmemesi gerekirdi. Kabul edilmişse, buna tevazu denilmez” gibi...
Hâlbuki “Bedi’” ifadesi, sadece Allah için kullanılan bir isim değildir. Tıpkı “Sultan”, “Melik”, “Cemil”, “Adil”, “Celal”, “Kemal”, “Karîb”, “Habîb”, “Hasîb”, “Muhyi” ve sair isimler gibi... Bu zikrettiğim isimler de Allah’ın Esma-i Hüsna’sındandırlar. Ama aynı zamanda insanlar için de kullanılmaktadırlar. Geçmişten günümüze, İslam tarihinde bu isimler sayıya gelmeyecek kadar çoktur. Nihayet, İmam Âli’nin ismindeki “Âli” de Esma-i Hüsna’dandır; ama Peygamberimizce değiştirilmemiştir. Demek Allah’a âlem olacak isimleri, sıfatlarıyla karıştırmamak lazımdır. “Mevlâna” ifadesi de bu kabildendir.
Tarihte, “Bediüzzaman-ı Hemedanî”(m. 922-1007), “Ebul-Kasım Bediüzzaman Hibetullah”(...ö. m.1140), “Bediüzzaman Fürüzanfer”(m. 1897-1970) gibi şahsiyetler olduğu gibi, İmam-ı Rabbanî’nin de “Mirza Bediüzzaman” adındaki bilinenler arasındadır. Mektubat’ında geçen 74 ve 75’inci mektuplar, Mirza Bediüzzaman’a yazılmıştır.
Bedi’ kelimesi, aynı zamanda eser isimleri için de kullanılmıştır; “Kitâbü’l-Bedî’”, “Bedî’u’l-Kur’ân”, “İlmü’l-Bedî’”, “Beyan, Ma’anî ve Bedi’”, “Fenn-i Bedi’”, “Muhâkemat-ı Bedi’iyye” vb. gibi... Bütün bu şahıs ve eser isimlendirmeleri, İslâm coğrafyasında yaşanmış olup, ulemanın nezaretinde ve bilgisi dâhilindedir. Onları yok sayıp sadece “benim dediğim” doğrudur şeklindeki yaklaşım, doğru olmadığı gibi, biraz da enaniyet ve ilimfüruşluk kokmaktadır. Böyle bir vasfı ise, Mustafa İslamoğlu’na yakıştıramıyorum. Bu itibarla, muhakkik bildiğim birinin bu polemiklere girişmesine bir anlam veremiyorum.
Diğer taraftan, “Bediüzzaman” ismini, Said-i Nursî kendisine takmış değil; bu lakap, ona, hocası Molla Fethullah Arvasî tarafından verilmiştir. Bu zat, bölgenin en tanımış âlimlerindendir. İslamoğlu’nun iddia ettiği gibi, akideye ters düşseydi, herhalde bu ismi vermeyecekti. Ayrıca Said-i Nursî, kendisine ait el yazma imzalarının hiç birinde “Bediüzzaman” ismini kullanmamıştır. Kitap kapaklarındaki “Bediüzzaman” ismi, talebelerce verilmiştir. Ve kendisi, bu ismi daha çok lakap düzeyinde kabul etmiştir. Bu hususu, bizzat kendisinden aktaracağım bir-iki anekdotla bağlayalım:
“Eskiden beri benim liyâkatım olmadığı halde bana verilen Bediüzzaman lâkabı benim değildi. Belki, Risale-i Nur'un mânevî bir ismi idi. Zâhir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakikî sahibine (Risale-i Nur’a) iade edilmiş.”(Sekizinci Şua)
“Bedi’, garîb demektir. Benim ahlâkım, suretim gibi; üslûb u beyânım elbisem gibi garîbtir, muhâliftir. Görenekle revaçta olan muhâkemât ve esalibi, üslûb ve muhâkemâtıma mikyas ve mihenk itibar yapmamayı bu ünvânın lisân ı haliyle rica ediyorum. Hem de muradım Bedi’, acîb demektir.”(Hutbe-i Şamiye, 101)
Mustafa İslamoğlu’nun, Üstad’ın “Bediüzzaman” lakabını kabul etmesinden dolayı tevazusunu eleştirmesi, izaha değmeyecek kadar sıradan bir yakıştırmadır. Bu hususta, onun hayatını ve yazdıklarını takdim ediyoruz. Bu tür töhmetler hep yapılmıştır, yapılacaktır da. Önemli olan, yakıştırılan vasfın var olup olmamasıdır. Dünya çapındaki ilmî şöhreti, manevi nüfuzu ve etrafında teşekkül eden yüzbinlerce talebelerine rağmen tekebbür ve temeddühten istinkâf eden birini “Bu ne tevazu?”, “Hani tevazu?” gibi istihzavari ithamlara hedef kılmak, belki de kişiye has marazın dışa yansımasıdır diyerek teğet geçiyorum.
İslamoğlu’nun, Nurcuları ikaz sadedinde sarf ettiği “Eğer bu gidişle giderse, bu ekol yüz seneye kalmadan İslâm’dan kopmuş bir din halini almaya hazır görünüyor” sözlerine sadece “el-insaf” diyorum. Madem kendisi de “İnsaf dinin yarısıdır” deyip duruyor, o halde elini vicdanına ve selim aklına koysun, biraz tefekkür etsin; bazı müfrit Nurcuların yanlışlarını, bütün bir camiaya mal etmesiyle “toptancılıktan Allah’a sığınırım” demesi arasında tenakuzu görsün, idrak etsin, derim. Bu söylem insafî değildir. Hele de Nurcuları Bahailik, Kadıyanilik ve Yezidilikle mukayese etmesi tamamen bir had tecavüzüdür. Bu nasıl olur? Birbirimizi batıl mezheplere teşebbüh ve imtisale meyletmekle itham etmemiz bizi nerelere vardırır, bir düşünüyor musunuz? Her saldırı ve karalamanın, karşı saldırı ve karalamalara zemin hazırlayacağı realitesini ne çabuk unutuyoruz?
Şahsî kanaatime göre, Mustafa Hoca, Fethullah Hoca ve mensuplarından kızmış, son yaşanan olaylarla da bu kızgınlığı doruğa çıkmıştır. Kendi tasavvurunca, Fethullah Hoca’yı ve müntesiplerini Nurcu bildiğinden, onların bütün cerimelerini Nurlardan, Nurculardan ve bittabi Üstad’dan çıkartıyor. Yani suçun şahsiliği yerine, onu bütün taallukata teşmil gibi bir zulme sapıyor. Bir başka ifadeyle, “Ali’nin sevgisinden değil, Ömer’in buğzundan” dolayı Ali’cilik yapıyor. Yani sahte bir Alevilik... Beş vakit namazını kılan, iman ve Kur’an’a hizmeti gaye-i hayat bilen, haramlardan azamî uzak duran, ellerinden ve dillerinden kimsenin zarar görmediği Nur Talebelerini, kimi anarşist ve sapkın fırkalarla aynı kategoriye çeken bir anlayış ve yaklaşım cidden hastalıklı ve ufunetlidir; asıl sorgulanması lazım gelen, bu zihniyetin kendisidir.
Bediüzzaman, “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım tırştır(ekşidir). Fakat siz mihenge(Kur’an ve Sahih Sünnete) vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.” (Münazârat) demektedir. Biz de aynı itikattayız. Dolayısıyla, bazı Nurcuların hataları bazılarına mal edilemez; Üstad’a ise asla... Zira “Hiç kimse, bir başkasının günah yükünü çekmez.” (İsrâ, 15)
Mustafa İslâmoğlu’nun, yine Üstad’a atfen “Risale-i Nur, Kur’an’ın indiği arştan indi” demektedir. Bu yakıştırma, tipik bir art niyetliliği yansıtmaktadır. Zira bütün Külliyat’ın PDF’leri vardır; bir tarama yaparsa, böyle bir cümlenin Nurlarda olmadığını ayan-beyan görecektir. Buna rağmen nedir bu iftira rezaleti? Sözlerinden birinin çarpıtılmasına tahammülü olmayan İslamoğlu’nun, bir insanı karalamak için ona mahza küfür bir sözü isnat etmesini nasıl yorumlamalıyız? Çok yazık! Meğer tahrifatçılardan biri de Mustafa Bey’miş de bizim haberimiz yokmuş.
Her ne olursa olsun, kitaplarından yüzde 90’ını okumuş biri olarak, Mustafa İslamoğlu’ndan iktibasla bir sözü çarpıtarak vermekten Allah’a sığındığım gibi, tespit ettiğim yüzlerce yanlışlarından herhangi birini de kamuoyuyla paylaşmaktan hicap ediyorum. Bana göre o çabuk harcanacak birisi değildir; çünkü kolay kazanılmamıştır. Sadece diyeceğim, hakperestlikten ödün vermemesi; tahrif ve tezyiften sakınmasıdır.
Bediüzzaman, “Bu kâinatta ve her asırda en büyük makam Kur’an’ındır. Ve her harfinde, ondan ta binler sevap bulunan Kur’an’ın hıfzı ve kırâati her hizmete mukaddem ve müreccahtır. Fakat Risale-i Nur dahi o Kur’an-ı Azîmüşşanın hakaik-i imaniyesinin bürhanları, hüccetleri olduğundan ve Kur’an’ın hıfz ve kıraatine vasıta ve vesile ve hakaikini tefsir ve izah olduğu cihetle, Kur’an hıfzıyla beraber ona çalışmak da elzemdir.”(Kastamonu Lhk. 47) demektedir. Aynı Bediüzzaman, “Kur’an-ı Hakim mürşidimizdir, üstadımızdır, imamımızdır. Her bir adapta rehberimizdir.”(Mektubat, 359) buyurmuşlardır. Bu ifadeler ortada iken, Mustafa Hoca’nın sözü bir kıymet-i harbiye ifade eder mi?
Şunları da okuyalım:
“Elde Kur’an gibi bir mu’cize-i baki varken, başka bürhan aramak aklıma zaid görünür. Elde Kur’an gibi bir bürhan-ı hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?” (Sözler, 381). “Kur’an hem zikirdir, hem fikirdir, hem hikmettir, hem ilimdir, hem hakikattır, hem şeriattır, hem sadırlara şifa, mü’minlere hüda ve rahmettir.” (Mesnevi-i Nuriye, 128), “Kur’an arşı ferş ile bağlamış bir zincir, bir hablullahtır.”(Şualar, 329), “Kur’an-ı Hakim bu zemin kafasının aklı ve küvve-i müfekkiresidir.” (Şualar, 327), “Kitaplar ve içtihadlar Kur’an’a dürbün olmalı, ayine olmalı; gölge ve vekil olmamalı.” (Mektubat, 455) İşte bu kadar, Mustafa Abi, bu ifadeleri de “Kur’an’ı Anlama Yöntemi”nizle yüzleştirdiniz mi, acaba!
Aslında, insafa davet sadedinde, Hoca’ya tavsiyem; Kur’an’ın kırk vech-i i’cazını beyan eden “Yirmibeşinci Söz”ü okumasını tavsiye ederim. Tevhide dair “Ayetü’l-Kübra”yı, Nübüvvvet’e dair “Şuaat” ve “Ondokuzuncu Mektub”u, Sünnet-i Seniyye’ye dair “Onbirinci Lem’a”yı, kardeşliğe dair “Yirmiikinci Mektub”u, şeytandan istiazeye dair “Onüçüncü Lem’a”yı, ihlasa dair “Yirmibirinci Lem’a”yı tavsiye ederim; okusunlar lütfen. Bu şaheserler ortada iken, tamamen özel kimselere, özel şartlarda yazmış olduğu çerezlik bazı risaleleri(ebced-cifirle alaklı) diline dolamasını, ilmî ciddiyetiyle bağdaştırmıyorum. Altı bin sayfalık Külliyat’tan cımbızla kelime ve cümleler seçerek saldırı ve çürütme taktikleri geliştirmek, bir âlime yakışmaz.
Üstad’ın “Dokuzuncu Lem’a”sında geçen şu ifadeler, kendisinin ebced ve cifire bakışını net olarak ortaya koymaktadır. Okuyalım:
“Üçüncü Suâliniz: İlm-i cifre anahtar olacak bir ders istiyorsunuz?
Elcevab: Biz kendi arzu ve tedbîrimizle bu hizmette bulunmuyoruz. İhtiyârımızın fevkinde, daha hayırlı bir ihtiyâr, işimize hâkimdir. İlm-i cifir, meraklı ve zevkli bir meşgale olduğundan, vazîfe-i hakîkiyeden alıkoyup meşgul ediyor. Hatta kaç def‘adır esrâr-ı Kur’âniyeye karşı, o anahtar ile bazı sırlar açılıyordu; kemâl-i iştiyâk ve zevk ile müteveccih olduğum vakit kapanıyordu. Bunda iki hikmet buldum:
Birisi: لاَيَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّأ اللّٰهُ yasağına karşı hilâf-ı edebde bulunmak ihtimâli var.
İkincisi: Hakāik-i esâsiye-i îmâniye ve Kur’âniyeyi, berâhîn-i kat‘iye ile ümmete ders vermek hizmeti ise, ilm-i cifir gibi ulûm-u hafiyenin yüz derece daha fevkınde bir meziyeti ve kıymeti vardır. Bu vazîfe-i kudsiyede, kat‘î huccetler ve muhkem deliller sû’-i isti‘mâle meydan vermiyorlar. Fakat cifir gibi, muhkem kaidelere merbût olmayan ulûm-u hafiyede sû’-i isti‘mâl girip şarlatanların istifâde etmeleri ihtimâli var. Zaten hakîkatlerin hizmetine ne vakit ihtiyaç görülse, ihtiyâca göre bir nebze ihsân ediliyor.
İşte ilm-i cifrin anahtarları içinde en kolayı ve belki en sâfîsi ve belki en güzeli, ism-i Bedî‘den gelen ve Kur’ân’da lafza-i Celâl’de cilvesini gösteren ve bizim neşrettiğimiz âsârı zînetlendiren tevâfukun envâ‘larıdır. Kerâmet-i Gavsiyenin birkaç yerinde bir nebze gösterilmiştir. Ezcümle; tevâfuk birkaç cihette bir şeyi gösterse, delâlet derecesinde bir işarettir. Bazen bir tek tevâfuk, bazı karâinle delâlet hükmüne geçer. Her ne ise, şimdilik bu kadar yeter. Ciddî ihtiyaç olsa size bildirilecektir.”
Bu soru-cevaptan sonra, Bediüzzaman’ın Sikke-i Tasdik-i Gaybî gibi eserlerinde geçen bazı cifirli-ebcedli çalışmalara kafayı takıp, dağ gibi büyüterek, sıradağlar gibi sair imanî-Kur’anî hizmetini görmezden gelmek, niyet-i halisa ve akl-ı selimle telif edilmez diyorum. Bir sinek kanadını gözönüne koyup, diğer gözü de kapatan adam, dağ gibi cesim nesneleri görmez. Art niyetlilik ve tek taraflı bakışların özelliği budur. Bir bahçeyi girip, sadece kıyıda-köşede yığılmış çöplüklere, artıklara nazarı boğmak, tavuk gibi ne var, ne yok diye eşelemek o bahçeden istifadeye engeldir. Külliyat-ı Nur o bahçedir, cifirle ilgili mevzular bahçeyi beslemek için sağa-sola serpilmiş gübre kabilinden teferruatlardır; bahçenin toplamına nisbeti, yüzde birdir. Doksan dokuzu mukabil, bire hasr-ı nazar etmek kâr-ı akıl değil, hüsrandır. Bu hüsranlı durum, hem akılsız Nurcular, hem de münekkitlerin müşterek halidir.
Bu konuda, benim de bütün Nurculara diyeceğim şudur; “Sikke-i Tasdik-i Gaybî ve sair risalelerde geçen ve Üstad’ın ifadesiyle “haslara” ya da “ehass-ı havassa mahsustur” dediği mevzuların sadece kendi sahasında bırakılması, umuma neşredilmemesidir. Gördüğünüz gibi, tetikte bekleyen bahanecilerin saldırılarına malzeme oluyor; Risalelerin yüzde doksanına da gölge oluyor.”
Toplum olarak İslâmî, insanî ve aklî rüştümüzü tamamlamadığımız gibi, günlük siyasî kavga ve polemiklerin de etkisinde kalarak, aynen siyasî boğuşmacılar gibi, bizler de ilmî ve demagojik boğuşmalara girişiyoruz. Yani “İnsanlar kendi yöneticilerinin yolunu izlerler” gerçeğine masaddak oluyoruz, maalesef...
Mustafa Hoca’nın koca Külliyat’tan cımbızladığı bir diğer eleştiri konusu ise, Ondokuzuncu Mektub’da (Mu’cizat-ı Ahmedîye Risalesi) geçen Peygamberimiz’in çocuğa bedduası ve çocuğun ömür boyu kötürüm kalmasıdır. Şahsî kanaatime göre, Şefkat Peygamberi’nin bu bedduası, Mustafa Bey’in anladığı şekilde değildir. Zaten anlamadığı içindir ki, “asla kabul edilemez rivayet” türünden değerlendirmiştir. Önce adı geçen mevzuyu yerinden bulup aktaralım; sonra değerlendirelim:
“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namaz kılarken, hırçın bir çocuk, namazını kat'edip geçtiğinden, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâ ﺍﻟﻟﻬﻢﺍﻗﻁﻊﺍﺛﺭﻩ demiş. Ondan sonra çocuk daha yürümemiş öyle kalmış, hırçınlığının cezasını bulmuş.” (Mektubat, 142)
İslamoğlu’nun Üstad’ı tenkitte hareket noktası ittihaz edip “Asla kabul edilemez rivayet” dediği rivayet bu. Bu rivayet, Ebû Davud, Müsned, 4/64, Salât, 109 ve Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 5/243’te geçmektedir. Peygamberimize yakıştıramadığı ve güya çocuğu kötürüm bırakan beddua; aslında bedduada geçen bir kelimenin anlaşılmamasındandır. Yani “eserehu” kelimesidir. Bu kelimeyi bu şekilde okursak, “tesir”, “güç” manasında anlarız ki, bedduanın tamamı, “Allah’ım onun (yürüme) gücünü kes” şeklindedir. Bir diğer okunuşu ise, “İsrehu” şeklindedir. “İsrehu”, “yol”, “iz”, “işaret” anlamındadır. Tamamı, “Allah’ım onun yolunu kes” demektir.
Demek, iki halde de, bedduayla kastedilen çocuğun yürüme fonksiyonunu (kalıcı olarak) kaybetmesi değildir; münhasıran o ana ait namazı kat’ fiilini gerçekleştirememesidir. Üstad’ın anlatmak istediği de budur. Ancak, Üstad’ın “daha yürümemiş öyle kalmış” sözünü her an ve her duruma teşmil edenler, böyle bir garip manayı istihraç edebilirler. Ne diyelim?
Hâsılı; Mustafa İslamoğlu’nun bu ve kabil itirazları, huzur-u İlahî’de kendisiyle Üstad’ın murafaasına sebep olacağına inanıyorum. Sudan ve sıradan bahanelerle, Üstad’ı, halk ve müridanları nezdinde çürütmeye çalışması, kendisinin seçtiği bir metod olsa da bunun, İslâmî ve çözüm getirici bir yöntem olmadığını belirtmek isterim. Onu seven ve sayan bir Nur(Kur’an) Talebesi olarak, kendisine tavsiyem, bu tür karalayıcı metotlardan vazgeçip kendi yazdığı “Tavsiyeler”ine uymasıdır. Yoksa hayatını kudsî davası uğrunda zindan, zehir ve sürgünlerle tüketmiş bir mevtanın arkasından konuşmak, sadece günah getirir. Vesselâm...
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.