22 Kasım 2024
  • İstanbul9°C
  • Diyarbakır9°C
  • Ankara9°C
  • İzmir17°C
  • Berlin2°C

MUSTAFA ARMAĞAN’IN İFADELERİNDE MUSA ANTER VE BEDİÜZZAMAN(!)

Abdullah Can

24 Ekim 2013 Perşembe 12:35

Zaman gazetesi yazarlarından Mustafa Armağan, 20 Ekim 2013 günü kendi köşesinde bir yazı yazdı. Yazının başlığı “Cehennemi Göğsünde Söndüren Adam: Bediüzzaman” başlığını taşıyor. En az kendisi kadar Bediüzzaman’a duyarlı olanlardan biri de benim. Bu itibarla yazıyı dikkatle okudum; hatta üç defa... Yazının dil ve muhtevası hakkında kendimce tespit ettiğim bazı yanlışlıkları, abartıları, önyargıları ve hatta saptırmaları sizlerle paylaşmakta fayda görüyorum. 

Armağan’ın yazısı yayınlanır yayınlanmaz, öteden beri Said-i Nursî’ye bağlılıklarını iddia eden kimi çevrelerce, gerek özel ve gerekse genel sitelerin birçoğunda yayınlandı, yaydırıldı. Üstad’a karşı abartılı övgülerde sınır tanımayan bu çevreler, maalesef bu türden yazıları hiç bir kritiğe tabi tutmadan “tümden kabul” gibi bir yanlışlığa düşüyorlar. Hâlbuki bilgi kirliliğinin ayyuka çıktığı çağımızda, özellikle toplumun gözdesi olan şahsiyetlere dair yazılıp söylenenlerin daha bir dikkat ve özenle tartışılması ve sonrasında paylaşılmasının önemini gözden ırak tutmamalıyız. Bu hassasiyetin göz ardı edildiği söz konusu yazıyı paylaşmak yerine eleştirmenin daha yerinde olduğuna kanaat getirdim. Eleştirilerimi maddeler halinde sıralıyorum: 

1- Mustafa Armağan’ın yazısının başlığı olan “Cehennemi Göğsünde Söndüren Adam: Bediüzzaman” cümlesinin ifade ettiği anlam mübalağalıdır; hatta itikadî açıdan sorunludur. Bu ifade mecaz olarak da ele alınsa, çağrıştırdığı anlam değişmez. Peygamberimiz için dahi kullanılmamış bir ifadeyi Üstad’a yakıştırmak doğru olmadığı gibi, bu tür mübalağaların da sevgiden ziyade nefreti uyandıracağı şüphesizdir. Üstad’ın kendisinin, yakın talebelerinin ve hayatını tetkik eden ulemanın söylemediği bir söylemi alıp Üstad’a nispetle dillendirmek doğru olmadığı gibi, Mehmet Akif’in Berlin Hatıraları’nda “Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz!” cümlesiyle de telif etmek doğru olamaz. Zira Akif, gelen düşmanı teşbih yoluyla ateşe (cehenneme) benzetmiş; dolayısıyla gelen düşman ateş de olsa Müslümanların onu imanlı göğüslerinde söndüreceği umudunu telkin ederken, hiç de gerçek cehennemden bahsetmiyor. Hâlbuki Armağan’ın seçtiği başlıkta gerçek cehennem vurgusu var. Böylesi bir vurgu ise, Bediüzzaman’ın tevhidî bakış açısı ve itikadî hassasiyetiyle bağdaşamaz. 

2- Mustafa Armağan’ın, “Oysa Üstad ile ilgili ne bulursak yayınlamalı değil miyiz?” cümlesi de doğru ve isabetli değildir. Çünkü Bediüzzaman’la ilgili o kadar yalan-yanlış sözler ve söylentiler ortalıkta dolaşıyor ki, hepsine evet demek doğru olmadığı gibi, hepsini sahiplenmek; yayınlamak da asla doğru değildir; olamaz. Nihayet, Said-i Nursî’yi rivayetler ve menkıbeler üzerinden değil, kitaplarından ya da kendisine yakın talebelerinin anlatımlarından tanımalıyız. Bu bağlamda, Armağan’ın o kadar övdüğü, göklere çıkardığı; “olağanüstü” dediği “Son Şahitler” serisi de birçok hurafe ve hezeyanlarla dopdoludur. Günü ve zamanı geldiğinde, Necmettin Şahiner’in eserlerinin de teşrih masasına yatırılacağını hatırlatmalıyım. Nihayet, önceki yazılarımda bazı asılsız iddialarını dile getirmişimdir. İtiraf etmeliyim ki, Şahiner’in iddialarından her ne ki Üstad’ın eserlerine istinat ediyorsa, ona doğru, istinat etmeyen rivayetlere ise doğru denilemeyeceğini söylemeliyim. Mesela Üstad’ı Balkanlarda savaştırması, Üstad’ı Teşkilat-ı Mahsusa’ya kaydettirmesi; denizaltılarına bindirip Trablusgarp’larda ona cihat fetvalarını dağıttırması gibi asılsız iddialar... Öyle ise, Peygamber’e söylemedikleri üzerinden yakıştırmalarda bulunmak ne kadar sakat ve anlamsız ise, Peygamber varislerinden biri olan ve itibarı dünyayı kaplamış bir şahsiyete, yani Bediüzzaman’a da söylemedikleri-yazmadıkları üzerinden isnatlarda ve yakıştırmalarda bulunmak da doğru değildir ve olamaz. 

Hâsılı: Üstad hakkında “Oysa Üstad ile ilgili ne bulursak yayınlamalı değil miyiz?” sözü doğruyu yansıtmamaktadır. Sapla samanın bu kadar karıştığı, doğrulukla yalanın aynı dükkânda, aynı raflarda pazarlandığı bir dönemde daha çok dikkat etmemiz gerektiğini hatırlatmalıyız. Yani; Üstad’la ilgili her söylenen sözün kalbe girmesine meydan vermemeliyiz; hele yayınlamaya ise, asla fırsat verilmemelidir. Koca bir Külliyat ve Tarihçe-i Hayat’la iktifa etmeyenlerdir ki hurafelerle Bediüzzaman’ı uçurtmaya gayret gösterirler; 

3- Armağan’ın, çocukluğundan bahisle, sadece Üstad’ın bir kaç “Tarihçe”sine değinmesi de kendisinin yeterince tetkikat yapmamasından kaynaklı bir eksikliğidir. Mesela Üstad’ın yeğeni (Abisi oğlu) Abdullah’ın ve talebesi Hamza’nın yazdıkları iki ayrı “Tarihçe”lerine değinmemesi dikkat çekicidir. Zira bu kitaplar bilinmiyor değil, üstelik de bir yakın tarih araştırmacısı için... Ayrıca Abdülkadir Badıllı’nın “Mufassal Tarihçe”si, cilt I’de geçen ilk elden diğer Tarihçe örneklerini de okumasını tavsiye ederim. Ahmet Akgündüz’ün bahsi edilen kitabının ilk cildi ise, henüz elime geçmemekle birlikte, Akgündüz’ün kendi kitabına dair açıklamalarını Dost Tv’den izledim; tekrar kabilinden olan asılsız iddialarına ayrıca bir fasıl açacağız, inşaallah. Yer yer açtığım gibi...     

4- Sayın Yazar’ın, yazısının Musa Anter’le ilgili kısmı için uygun gördüğü başlıkta “Bediüzzaman bir Kürtçüye ne cevap verdi?” demektedir. Bu başlığın tek başına ne kadar kışkırtıcı ve kırıcı olduğu ortadadır. Yetmiyor, Anter’in gençliğinde aşırı Kürt milliyetçisi olduğunu söylemesi de cabası… Kürtçülük ya da Türkçülük... İkisi de ideolojik ve hatta inançla alakalı birer kavramdır. Said-i Nursî’yi okuyan Mustafa Armağan, bu kavramların ne anlama geldiğini çok iyi bilmektedir. Nursî’nin “unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmektir” dediğini çok iyi bilmektedir. Bildiği halde, vefat etmiş, gitmiş bir insan hakkında rahatlıkla bu yakıştırmayı yapmakta ve bu yakıştırması üzerinden birçok siteler de bu başlık altında bu yazıyı aynen kullandılar. Üstelik Armağan’ın yazısının başlığı farklı olduğu halde... Bizim bildiğimiz, Türkçülük ya da Kürtçülük ırk eksenli ve ırk merkezli bir ideoloji olup kendi varlığını başkasının yok edilmesi (jenosit ya da asimilasyon) üzerinde inşa etmeye çalışan şoven bir anlayıştır. Bu durumda, Musa Anter’in Kürtçülüğünde Türk halkının inkârı var mıdır? Yani, “Türk” diye bir etnisitenin olmadığı; olmaması gerektiği ya da asimile edilmesi gerektiği yönünde midir?  Böyle bir iddiası varsa ispatlanmalıdır. Yoksa durduk yerde çamur atmanın ne anlamı vardır? 

Evet, Musa Anter’in İslamiyet’le, Müslümanların kutsal değerleriyle ilgili yanlış düşünce ve anlayışları çoktur; ancak bu onun ırkçı olmasına değil, dine bakışına, dine ilişkin felsefesinin yanlışlığına taalluk eder. Bu hususta eleştirilir; eleştirmelidir de. Hatta yeri ve zamanı geldiğinde bu husustaki eleştirilerimizi yazmış ve yazacağız da. Bu ayrı bir husus... Lakin Musa Anter’i Kürtçülükle itham, biraz da muzmer Türkçülüğün tepkiselliğidir. Anter’in ırkçılıktan ziyade hukuk ve insaniyet temelinde Kürt haklarını savunduğu bütün kitaplarında barizdir. Bu gün gelinen noktanın da aslında o taleplerin makul olduğunun kabul edilmesinden başka bir şey olmadığı gayet açıktır. Bu talepleri istemeyen karanlık çevrelerin nihayette onu katlettiğini de biliyoruz. Sayın Armağan da bunu itiraf sadedinde, yazısının girişinde “1992 yılında derin devlet tarafından katledilen Musa Anter” diyerek, bu ülkede Türklerle Kürtlerin eşit haklar temelinde dostça, kardeşçe yaşamaları gerektiğini savunan Anter’in derin devletçe neden istenilmediğini dolaylı olarak açıklamış oluyor. 

Kısacası; Musa Anter’in –ideolojik tercihi dolayısıyla– Müslümanlıkla sorunu vardır; olmuştur. Türkçülükle de sorunu olmuştur; enternasyonalist kimliğinden ötürü mücadelesi de olmuştur. Ancak Türklerle ve Türklükle sorunu yoktur. Bu anlamda bir Kürtçülük saplantısı olmamıştır. Seversin ya da sevmezsin, dostun ya da düşmanın, her ne olursa olsun; insanları olmadıkları vasıflarla tavsif etmek hakperestlikle, vicdanla, izanla bağdaşmaz.     

5- Mustafa Armağan, Üstad ile Musa Anter’in görüşmelerinin 1952 olduğunu, Anter’in iddia ettiği gibi 1945 olmadığını söylemektedir. Bu tespit doğrudur; zira Bediüzzaman’ın 1952 yılında “Gençlik Rehberi Mahkemesi” dolayısıyla İstanbul’da olduğunu  Tarihçe-i Hayat’ını okuyan herkes bilmektedir. Ancak bu tarihsel inceliği yakalayan Armağan Bey, her nedense şu noktaya vakıf olamamıştır: Bediüzzaman’la diğer Kürt din adamlarını evine davet eden Musa Anter, nedense Said-i Nursî’ye “patavatsızca” (!) soru sorduğu halde Üstad, “Ev kî ye Ebdurrehîm?” (Bu kimdir Abdürrahim?” demiştir. Yani Üstad, Musa Anter’i tanımamıştır... Bu nasıl olur? Musa Anter hem kendisini davet etsin, hem davete icabet eden Said-i Nursî kendisinin kayın pederiyle gelsin, hem de Bediüzzaman kimin evinde olduğunu bilmesin? Olacak şey midir? Bir diğer husus, Armağan Hoca, Üstad için, “Kürtçe şöyle der”, “Kürtçe şunları söyler” dediği halde, Kürtçe ifadeler yerine Türkçelerini yazar. Hâlbuki bu alıntının orijinalinde  Kürtçe ifadeler geçmektedir. Neden yazmamışlardır? Dilin kullanımı ve de nakiller de böyle bir şablon kullanılabilir mi? Mesela şöyle diyebilirdi: “Şöyle der”, “Şunları söyler...” Yok, hem Kürtçe vurgusunu olduğu gibi nakledeceksin, hem de o ifadeleri vermeyeceksin? Hâlbuki “Ev kî ye Abdurrehim?” cümlesini yazılarına almışlar; ama diğer Kürtçe ifadelerden imtina ederek, sadece Türkçelerini vermişlerdir. Benim bildiğim bir tarihçi, iktibasların orijinal ve tıpkısına azami itina gösterirler. Her ne ise... 

Bu arada Sayın Armağan’ın verdiği Kürtçe ifadenin Türkçe karşılığının da yanlış olduğunu belirtmeliyim. “Ev kî ye?” için “O kimdir?” demiştir. Hâlbuki “Ev”, “Bu” demektir. “O”nun karşılığı “Ew”dir. Anter’in kitabında doğru karşılığı verildiği halde, kendisinin bu alıntıyı yanlış yazmasına “ufak bir sehiv” deyip geçiştirelim. 

İsterseniz biraz da espirutel takılalım: Mustafa Armağan da benim gibi Türk menşeli olmadığı için, herhalde bundan mütevellit olacak ki “damat” ile “enişte” kavramlarını karıştırmış. Yazısında, Bediüzzaman’ın, Abdurrahim Zapsu’ya hitaben –Musa Anter’i göstererek– “Ev kî ye Abdurrahîm?” demesine mukabil, Abdurrahim Zapsu “" Seyda ev xort zavayê min e!" yani “Seydam, bu genç benim damadımdır” dediği halde, Armağan Bey, yanlış anlam vererek “Eniştemdir” yazmıştır. Hâlbuki Musa Anter, Abdurrahim Zapsu’nun kızıyla evlidir; kız kardeşiyle değildir. Neyse, Armağan dikkat etmeli, bundan sonraki alıntılarda, asıl metne sadık kalsın! 

6- Armağan Bey, “Bediüzzaman Said Nursî’nin kavmî ayrımcılığı ‘çocukluk’ olarak gördüğünü” iddia ediyor. Bu ifade tarzını nereden çıkarmış, bilemiyorum. Anlaşılan o ki, Bediüzzaman’ın, Abdurrahim Efendi’ye “Ev kî ye, Ebdurrehîm?” (Abdurrahim, kimdir bu?) sorusuna karşılık, Abdurrahim Efendi’nin “Seyda, ev xort, zavayê min e!” (Seydam, bu genç damadımdır!) demesinden sonra, Üstad’ın Musa Anter’i yanına çağırıp tebessümle kollarını boynuna attıktan sonra öpüp ona “Kurê min, hîn zaro yî, tu nizanî ez çi dikim. Bixwîne, ilm hîn bibe!” (Evladım, daha çocuksun, ne yaptığımı bilmiyorsun! Oku ve ilim öğren!) demesinden yola çıkarak bu sonuca varmıştır. Unutmamak lazım ki, Bediüzzaman, Gençlik Rehberi Mahkemesi dolayısıyla İstanbul’da olduğunda, kendi ifadesiyle seksenden geçmiş” bir yaşa sahiptir. Musa Anter ise o sıralarda 34–35 yaşlarındadır.  O halde, Bediüzzaman’ın, Musa Anter için “Hîn zaro yî” (henüz çocuksun) derken, o anki sevgiden kaynaklı bir ifade ya da kendi yaşına ve tecrübesine göre kıyaslamaya binaen söylenmiş bir söz olarak değerlendirilmelidir; yoksa bu söz üzerinden “Bediüzzaman Said Nursi’nin kavmî ayrımcılığı ‘çocukluk’ olarak gördüğü” anlamını kotarmak, sadece demagojik ya da zorlamalı yorumdur. 

7- Mustafa Armağan’ın “Hem taraftarı, hem de karşıtı olan kimi çevrelerce ‘Kürtçü’ diye sunulan Bediüzzaman Said Nursî” cümlesi ise, tam anlamıyla bir fecaat... Karşıtı çevreleri anladık ta (Ulusalcılar, Irkçılar, Nasyonal Sosyalistler gibi), peki ya “taraftarı” dedikleri kimlerdir? Malum, “taraftar” kelimesinin muhtevası çok geniştir; mesela Mustafa Armağan da, mensubu olduğu camia da, onlarca çeşit Nurcu cemaati de taraftardırlar. Kasıt bunların tamamı olmadığına göre, herhalde bunlardan bir fırkayı kastediyordur. İsmini ya da isimlerini vermediğine göre, bu cümlesiyle sadece kafaları karıştırdığını söylemeliyim. “At çamuru tutmasa da iz bırakır” misali, Sayın Armağan, kalbinin ya da kafasının bir yerlerinde mestur ve muzmer olan ırkî temayülü hasebiyle bir yerlere göndermede bulunuyor gibi. Büyük ihtimalle, kendisi gibi düşünmeyen, Kürt meselesinin adil ve kalıcı çözümünden yana olan; Kürtçe dil ve edebiyatının gelişmesi için çabalayan, Kürt tarihi ve kültürü üzerinde çalışan kimi Nur Talebelerini kastediyordur. Bu zandan Allah’a sığınmalıyız. En Kürtçülerin bile kendisine “Kürtçüdür” diyemedikleri bir Bediüzzaman’ı, bazı Nur ekollerinin fıtrî ve İslâmî hassasiyetlerinden yola çıkarak, onların ağzıyla “Kürtçü” olarak lanse edilmesini, sadece bir art niyet ve gerçek bir Türkçülüğün dışa vurumu olarak değerlendiriyorum. 

Evet; Kürtler ve Kürdistan’ın hâlihazır durumunu “Türkçeyi tam bilmeyen ve mürşidleri ve âlimleri perişan olan vilayat-ı Şarkîyede Risale-i Nur imdadlarına ve her taifeden ziyade başlarına gelen hâdiseler ve âyette بِأَيَّامِ اللّهِ  tabir edilen elîm vakıaları hatırlarına getirmekle ikaz ve irşad etmelerine...” (Şualar) cümleleriyle resmeden ve “Eğer milyonlarla efradı bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan ve Türklerin hakikî bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürdlerin milliyetini kaldırıp, onların dilini onlara unutturduktan sonra; belki bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara teklifiniz, bir nevi usûl-ü vahşiyane olur.” (Mektubat) diyen Bediüzzaman’ın aynı hassasiyetini paylaşanları zan ve ithama tabi tutmak en sıradan ifadesiyle insafsızlık ve vicdansızlıktır. Bu gün Hükümetin dahi programına aldığı, hak ve adaletin muktezası olan “hukukta eşitlik” ve “eşit vatandaşlık” söylemlerinin savunucuları için Kürtçülük yakıştırması sadece bir cahiliye hastalığıdır. Bu itikadî ve amelî saplantıyı ancak Mahkeme-i Kübra fasledebilir. Ona havale ile, sadece “Neredesin ey vicdan?” diyorum.    

8- Armağan Bey, yazısının “Müspet hareket ilkesi” başlığıyla açtığı kısmında, Üstad için “Şahsına yapılan hakaret ve zulümleri bir derviş gibi önemsememek ama kanun dairesinde yapacaklarından da asla taviz vermemek” gibi muğlâk ve acube bir cümle kurmuştur. Yukarıda da değindiğim gibi, Türk olmamanın beraberinde getirdiği bazı handikapları Sayın Armağan’ın da ifadelerinde açıkça görüyoruz. Her ne demişse de, hatırlatmak isterim ki, Bediüzzaman, “kanun”dan daha çok “hukuk”a saygılıdır. Kendi zamanındaki kanun için “keyfî kanunlar”, “cebr-i keyfî kanun…” demiştir. Hatta Emirdağ Lahikası’nda “Ona teklif eden (sarığını çıkartmayı) demiş: "Ben, emir kuluyum." Bediüzzaman da: “Cebr-i keyfî kanun ile emir olur mu ki, emir kuluyum desin. Evet, Kur'an-ı Hakîm'de, Yahudî ve Nasranîlere başta benzememek için ona dair âyet olduğu gibi,

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَأَطِيعُواْ الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ

âyeti, ulül-emre itaati emreder. Allah ve Resulünün itaatine zıd olmamak şartıyla, o itaatin emir kuluyum diye hareket edebilir.” Görülüyor ki, Üstad’ın itaat şartı, verilen emrin Allah ve Resulün emrine aykırı olmaması şartına bağlıdır. Diğer taraftan, Üstad için “derviş” yakıştırması da hiç yakışık olmamıştır. Bediüzzaman’ın kıyafetinin dervişvarî olması, onun fikir ve aksiyon itibariyle öyle olduğunu göstermez. Doksan yamalı elbise giydiği halde, üstü-başı tertemizdi. Öte taraftan, zulme, küfre, haksızlığa karşı –kanun adına da olsa– hiç bir zaman evet dememiş, boyun eğmemiştir. O, hiç bir zaman sağına şamar atanlara sol yanağını takdim etmemiştir. Onu “Mevlanalaştırma” teşebbüslerinin bir yansıması olan bu tip ifadelere bizlerin de evet demesi mümkün değildir ve olamaz.      

Mustafa Armağan, bir başka ifadesinde, yine Bediüzzaman’ı keyfince vasfedip onun adına şöyle demektedir: “Bazı biçareleri cehennemden kurtarmak için gerekirse cenneti bırakıp cehenneme girmeyi kabul ettiğini söyleyecek kadar da ‘deli’dir.” Anladık, Bediüzzaman fedakârlığın doruğundaydı. Ancak –ister hakikî, ister mecazî anlamıyla olsun– “deli” değildir. Böyle bir yakıştırmayı kendileri adına, ya da meftunu oldukları üstün şahsiyetler adına kullanabilirler, ancak gerek Üstad’ın kendisi, gerekse mukarrebinlerinin yakışık bulmadıkları bir ifadeyi sırf edebiyat olsun, ya da farklı bir söylem adına Üstad’a yakıştırmak, asla tasvip edilemez. Üstad’ın, “Kullun-nasi mecnunun, welakin ixtelefel-cunûn” ifadesini bu bağlamda ele almak da doğru olmaz. Bu sözü kendi zamanında, makamında ve maksadında değerlendirmemiz lazım. Yukarıdaki söz ise, tamamen fedakârlığın zirve yaptığı bir durumu ifade eder; ona da “deli” ya da “delilik” denilmez; Peygamberimizin “Ümmetî!, Ümmetî!” demesi istikametindeki yalvarışının bir tecellisidir denilebilir. Vesselam...  

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.