MODERNLİĞİN NESİ BİZE ‘TERS’?
Etyen Mahçupyan
03 Şubat 2017 Cuma 10:05
İmparatorluğun mirasını aşamamak Türkiye’nin halen en büyük sorunu... Cemaatçi yapı devam ediyor ve çeşitliliği hazmeden bir birlikteliğe razı olamadığımız ölçüde zihniyet değişikliğinde de zorlanıyoruz. Modernliğin zihinsel alandaki katkısı olan relativizm, bize ‘düşünebilmeyi’ sistemleştirme, toplumsallaştırma ve buradan kültür üretme şansını verdi. Öncesinde de düşünebilen büyük zihinler vardı ama bireysel dar alanlarda ve entelektüel düzlemde etkiliydiler. Oysa modernlik bunu eğitim ve kültürleşme üzerinden toplumun kılcal damarlarına soktu. Relativizm sayesinde insanlar hem aynı olaya birden fazla şekilde bakmayı hem de aynı olayı farklı şekilde algılayan kişilerle birlikte olmayı değerli ve anlamlı bulmaya başladılar. Toplum haline gelebilmenin, kişinin kendisini bir toplumun parçası olarak görmesinin arka planındaki zihinsel dinamik buydu…
***
Siyaset böylece anlam değiştirdi. Kişilerden bağımsız doğru yöntemlerin bulunduğu, bunların hemen her zaman çok sayıda olduğu, aralarından tercih yapıldığı ve bu tercihi yapanın sorumlu olması gerektiği fikri toplumsal bir norm haline geldi. Aynı süreçte cemaatçi yapılar topumun içinde eridi ve bireyselleşmenin sonucu olarak hukuk nezdinde eşit olma fikri zihinlerde normalleşti. Bunun basit bir sonucu oldu: Siyaset ‘kim’ sorusu üzerinden değil, ‘nasıl’ sorusu üzerinden irdelenmeye başlandı. Yani önemli olan kimin yönettiği değil, nasıl yönettiğiydi. Önemli olan yönetenlerin doğru tercihler yapabilmesi ve yaptıkları tercihlerin sorumluluğunu almalarıydı.
Kendilerini bir ‘toplum’ olarak görmekte zorlanan ataerkil zihniyetteki cemaatçi yapılanmalarda bu geçiş yadırgandı ve dirençle karşılandı. Osmanlı 19. Yüzyılın ortalarında söz konusu değişimi zorlamaktaydı ama başarılı olunamadı. Çünkü hiyerarşik üstünlüğün avantajlarına alışmış olan Sünni cemaat eşitlik fikrini ‘fıtrata aykırı’ buldu. Cumhuriyet ise kağıt üzerinde eşitlik getirirken, bu kez laik cemaati imtiyazlı kıldı. Böylece her cemaat kendi içinde ‘kültürleşti’, içe kapandı ve siyaseti de diğer cemaatler karşısındaki alan kavgası cinsinden tanımladı.
***
Sonuç kimliğin liyakatten daha önemli hale geldiği bir siyaset dünyasıydı. Her cemaat ülkeyi kendi temsilcilerinin yönetmesini istiyor, modern anlamda ‘doğru ve sorumlu’ yönetimle ilgili fazla titizlik etmiyordu. Dolayısıyla seçim kazanmak ve iktidara gelmek siyasetin asli amacı haline geldi. Sizinkinden farklı bir kimliğe sahip biri yönettiğinde tedirgin ve mutsuz olunuyor, kendi kimliğinizden birileri yönettiğinde huzur bulunuyordu…
Bugün de ‘iyi’ yönetimin ne olduğu tartışmasına gelebilmiş değiliz… Alternatifleri irdeleyen, bunu yaparken birbirini dinleyen ve sentezler üretebilen bir siyaset alanımız yok. Hatta partilerin içinde bile mevcut olduğunu söylemek zor. Kimliği taşıyan ve gücü elinde tutan her lider, hangi ideolojiyi benimserse benimsesin kendi aklı ve kişisel tercihi doğrultusunda ‘doğru’ politikaya karar veriyor ve söz konusu kimliği paylaşan hemen herkes o politikayı doğrulama ihtiyacında hissediyor ya da zorunda bırakılıyor.
***
Doğru bilgi edinme, siyasa oluşturma, risk analizi yapma, meşruiyet sağlama, şeffaflık ve katılım ölçütleriyle davranma, rasyonel mekanizmalar kurma, ortak kararlara dayanma, geri bildirim alma gibi birçok unsur maalesef hala bize yabancı. O kadar ki siyasetçinin eylemlerinden sorumlu olma zorunluluğunu bile bazen göz ardı edebiliyoruz.
Türkiye’de siyasi partiler kendi sosyolojik zeminlerinin sunduğu ortak aklı kullanmayı bir türlü içselleştiremediler. Onları destekleyen toplumsal kesimler ise kendi kimliklerini aşamadıkları ölçüde kötü yönetilmeye razı olabiliyorlar. Zihniyet açısından modernliğe henüz uzun bir yolumuz var gibi…
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.