‘MEVLİD’ YA DA İNANDIĞIM PEYGAMBER...
Abdullah Can
29 Kasım 2017 Çarşamba 01:11
Bir peygamber ki, adına nice yalanlar, hurafeler, efsaneler uydurulmuştur, uydurulmaktadır. Bir peygamber ki namı hesabına nice siyasetler, servetler, saltanatlar devşirilmiştir, devşirilmektedir. Bir peygamber ki, uğruna nice tekfirler, telinler, tezyifler dizdirilmiştir, dizdirilmektedir. Bir peygamber ki, izinde nice nifaklar, şikaklar, iftiraklar yaşatılmıştır, yaşatılmaktadır. Bir peygamber ki, yolunda nice zulümler, talanlar, katliamlar yapılmıştır, yapılmaktadır. Ve bir peygamber ki, bütün bunlardan, yaşananlardan bihaberdir; kısacası, mağdur bir peygamber, mazlum bir coğrafya, perişan ve pejmürde bir ümmet, itibarı yerlerde bir din, ruhuna okunan bir değerler dünyası...
Kimden bahsettiğim açıktır; Muhammed (asm)’den... Doğumunun 1439’uncu yılını idrak ederken, adına düzenlenen ihtifal(anma) ve törenler bir kaç gün önceden başlamış durumdadır. Her yıl olduğu gibi, “Kutlu Doğum” haftası... Umudumuz o ki, bu ihtifallerin “anlatma” ve “duygusal seremoniler”den çıkartılıp “anlama” ve “yaşama”ya dönüştürülmesidir. Sunulma şeklinden sarf-ı nazar, O’nun anlatıldığı yazılı, sözlü ve görsel materyallerin sayısız olduğu bir gerçektir. Buna rağmen, O’nun hakkıyla tanındığını, tanıtıldığını maalesef söyleyemiyoruz. Çünkü O, hayattan koparılmış, hayallere büründürülmüştür...
Evet, hayattan koparılmış, hayatla içli-dışlı kılınmamış bir peygamberin, hayata mal olması, hayata tutunması, onda karar kılması mümkün müdür? Değil... Tanıtmak adına atılan her doğru adımı, her samimi çalışmayı takdir etmekle birlikte, esas olanın, O’nun hayatımıza hayat, inanç ve düşüncelerimize istikamet bahşeden yanının sunulmasıdır. İsterse en mükemmel şekliyle olsun; O’nun, yalnızca yazıyla, sözle, oturumlarla anlatılması, “risalet”(elçilik) yanıyla, misyonuyla bağdaşmaz. Olması gereken, O’nun inanç, mefkûre ve değerleriyle aşılanmak, o dünyaya uyanmaktır. O’nun risaleti, bir ruhtur, bir bilinçtir; diriltmek ve zinde kılmak, o risaletin özelliğidir; tıpkı ışık, hava, su ve toprağın hayatî özellikleri gibi...
O’nu en güzel anlatan Kur’an’dır. O’nu “resul”(elçi) olarak tayin eden Allah, peygamberini, bir başkasına ihtiyaç bırakmayacak derecede tanıtmıştır. Bu konuda, “Kur’an’ın beyanından sonra beyan olmaz” denilse, yeridir. Gayrın tanıtım ve tanımlamaları, Kur’an’ınkilere denk ve uygun düştükleri ölçüde kıymet kazanırlar. Evet, bir peygamber ki, ayetler O’na indirilmiş; Kitap O’nunla sunulmuştur. Ve Kitabı en iyi anlayan, yaşayan O olduğu gibi, tebliğ ve tefsirinde de ilk muallim O’dur. (“Kur’an Müslümanlığı” safsatasıyla Peygamber’i ıskalayan fikir anarşistlerine ithaf olunur). O, “Yaşayan Kur’an”dır. Eşi Hz. Aişe’nin, “O’nun ahlakı Kur’an’dır”1 demesi, buna en açık burhandır.
Hz. Peygamber’i hayata katmak, O’nu hayatımıza ruh ve şuur edinmek, Kur’an’ın hayata taşınmasıyla aynı anlamdadır. Kitabullah, “Okunan Kur’an”, Resulüllah, “Yaşayan Kur’an”dır. Okunan Kur’an, bize, “Şayet Allah’ı seviyorsanız, o halde bana(ben Muhammed’e) uyunuz ki, Allah da sizi sevsin”2 diyerek Yaşayan Kur’an’a yönlendiriyor. Öyleyse, “Kur’an nasıl yaşanılır?” diye bir soruya, tereddütsüzce, “Muhammed’in yaşadığı gibi” cevabını verebiliriz. Zira O, “Usvetü’l-Hasene”dir,3 yani Allah’ın tayin ve takdim ettiği “en güzel örnek”tir. Sözün özü, Üstad bediüzzaman’ın dediği gibi, birbirine şehadet eden 3 Kur’an’ımız vardır; Kitabullah, Kitab-ı Kebir-i Kâinat(Evren) ve Resulüllah...
Kitabullah, birçok ayetiyle, Allah’ın yanında, Hz. Peygamber’i(Resulüllah’ı) “ikinci referans” olarak gösterir. Bir sureyi de “Muhammed” ismiyle yâd eder. Mesela: “Ey iman edenler! Allah'a ve Resulüne itaat edin; işittiğiniz halde O'ndan yüz çevirmeyin!”4 “Ey iman edenler! Allah'a ve Resulüne itaat edin; amellerinizi boşa çıkarmayın!”5 “Allah'a ve Resulüne itaat edin ve nizâa(anlaşmazlığa) düşmeyin!“6 “Ey iman edenler! Allah’a, Resulüne ve sizden(müminlerden) olan ulülemre itaat ediniz! Herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, O’nu Allah’a ve Resulüne arz edin!...”7 “Kim Allah’a ve resulüne itaat ederse, Allah, onu altından ırmaklar akan cennetlere koyar. Kim de yüz çevirirse, Allah, onu acıklı bir azapla cezalandırır.”8 “Kim ki peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim ki yüz çevirirse, (bilsin ki) biz seni onlara bekçi göndermedik.”9 “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının!”10
Ve daha başka ayetler, dikkatimizi “Allah’ın Resulü”ne tevcih eder, O’nsuz “itaat”in tam, imanın kâmil olamayacağını söyler. Böylece, “iman” ve “İslâm” vasıflarının, “La ilahe illallah” demenin yanı sıra, “Muhammedün Resulüllah” şiarıyla gerçekleşeceğini ders verir. Dolayısıyla, Kur’an gibi, Muhammed(asm)’a da “Lebbeyk ya Resulüllah” demek zorundayız. Zira Kur’an’ı bize ulaştıran da, pratize eden de O’dur. Kur’an ve Sünnet de iki şaşmaz pusuladırlar; istikamet onlarla kazanılır.
Amacım malumu ilam değildir; zikir ve hatırlatmadır. Çünkü sahte ve uydurma hadisler bahanesiyle, Peygamber(asm)i itibarsızlaştırmaya çalışan toplum mühendisleri, bu operasyonlarından kesin sonuçlar almamış olacaklardır ki, yarım kalan işlerini, epey bir zamandır Kur’an üzerinden tamamlamaya çalışıyorlar. Sonrasında ise, malum, Kur’an’ı yalnızlaştırıp ona dair inancı sarsmak ya da yeniden dizayn etmek... Müteakip hamleler ise, şüphesiz Allah’a karşı olacaktır... Yani O’nu da inkâr etmek; tamamen materyalist/nihilist bir toplum inşa etmektir.
Mevlid’i karşılarken, o vesileyle bu mevzuya değinmekte fayda gördüm. Yani, mesele, yalnızca Peygamberimize dair yeni ufuklar açmak, yeni açılımlarda bulunmak olmamalıdır; O’nun etrafında, şüphelerden oluşturulan barikat ve muhasaraları da görmek lazımdır. Unutmamak lazım, küfür, “Peygamberlere İman” rüknünü geçersiz kıldığı gün, “Kitaplara İman” rüknüne uzanacaktır. Derken, “Allah’a İman” esasına yönelecektir. Çünkü o, İslâm nizamının, İman Esaslarıyla kaim olduğunu çok iyi bilir; onun için ilk hedefi İman Esaslarını imhadır. “Kur’an Müslümanlığı” şarlatanlığı da onun tuzağıdır...
Öte taraftan, ne yazık ki, Peygamberi süpermenleştirip göklerde dolaştıranlar; O’na melek ve peri muamelesi yapanlar da var. Hatta O’nu ışınlayarak yanlarına getirtenler; cemaat ve tarikatlarında dolaştıranlar da var. Yetmez, rüyalarına, hülyalarına, mükâşefelerine konuk edenler; efsunlarına, hipnozlarına, illüzyonlarına bulaştıranlar var... Kısacası, din adına dinsizliklerine, kutsallık adına melanetlerine feda edenlerin sayısı da her geçen gün artmaktadır. Hâlbuki O, bir melek değil, insanlardan bir insandır. Annesi-babası, kavmi-kabilesi bilinen bir kişidir. Yiyen, içen, yatan, yorulan, seven, kızan, sevinen, üzülen, ağlayan, gülen, evlenen, ev kuran, savaşan, barışan, yenen, yenilen, danışan, yanılan, hastalanan, yaralanan, yaşlanan, ölen bir beşerdir.
O, kendisi için, “Ben, kral değilim. Ben, Kureyş’ten kuru et yiyen bir kadının oğluyum!”11 derdi. O, “Beni, Hıristiyanların, Meryem Oğlu İsa’yı övdükleri şekilde övmeyin; ben sadece bir kulum. Bana, yalnızca ‘Allah’ın kulu ve resulü’ deyin!”12 uyarısında bulunurdu. O, “Bir kimsenin, benim Yunus peygamberden daha hayırlı olduğumu söylemesi uygun değildir.”13 diyerek, “Onun(Allah’ın) peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz!”14 ayetine dikkat çekerdi.
İşte, “örnek” ve “önder” bir peygamberin değerlendirmesi ve işte –sözüm ona– “din adamı” geçinen kimilerinin O’na biçtikleri olağanüstülükler. Hâlbuki O’nun takip edilebilir bir önder, örnek alınabilir bir rehber olabilmesi, ancak O’nun insan ve beşerîliğiyle mümkündür. O’nun elinde zuhura gelip adına “Mu’cize” dediğimiz harikalar ise, hayatında nadirattan olup ancak acil durumlarda(ihtiyaç ya da inkâra binaen) ikram edilen birer İlahî tasdikat(onaylama) ve destek nişanesidirler ki, O’nun onlarda hiç bir medhali yoktur; tamamen Allah’ın fiilleridir.
Bütün bunlara rağmen, O’nun bir de manevi şahsiyeti vardır ki, bu, O’nun imtiyazlı yanıdır, “risalet” ve “nübüvvet”iyle alakalı cephesidir. Bu cephe, doğrudan doğruya Allah’a bakar, çalışıp kazanmakla değil, O’nun tayin ve tensibiyle gerçekleşir. Ona, “Peygamberlik” de diyebiliriz. İşte bu noktada, iş başkalaşır, yorum ve yaklaşımların rengi ve tonajı değişir. Çünkü bunun sınırını, bizzat Allah belirlemiş; O takdir ve tensip etmiştir. Mesela, “Seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik”15 “(Ey Muhammed!) Şüphesiz ki sen, yüce bir ahlâk üzeresin!”16 Yine, “Allah ve melekler, Peygambere salât ediyorlar; ey iman edenler, siz de ona salât ve selâmda bulunun!”17 gibi ayetlerde olduğu gibi. Şüphesiz ki, Peygamberimize biçilen bu değer, O’na takdir edilen bu makam, onun biyolojik ve fizyonomik varlığıyla(fani ve ölümlü yanıyla) alakalı değildir; bizzat Allah’ın O’na uygun gördüğü ve emanet ettiği “risalet” boyutuyla ilgilidir. Yani yüklendiği vazifenin ehemmiyeti, misyonunun büyüklüğüyle ilgilidir...
Tam da bu noktada, meramımızı bağlamakta fayda vardır:
Evet, evrenin doğmasında “Big-Bang” ne anlama geliyorsa, Muhammed(asm)’in “Mevlid”i de (doğması) o anlamdadır. O’nun mevlidini, üç boyutlu maddesiyle değil, evren ve insanı ilgilendiren iman, ibadet, adalet, hürriyet, müsavat gibi ilahî ve fıtrî değerlerle; bu değerlerin ortak adı olan İslâm nizamının temsil ve tebliği noktasında değerlendirilmelidir. Bu anlamda, hadis-i kudsî olarak bilinen “Sen olmasaydın, ben kâinatı yaratmazdım!”18 sözü, anlam ve içeriğine kavuşmakta, –zannedildiği gibi– hiç de abartılı kaçmamaktadır. Zira evreni fiziksel(fıtrî) yasalarla ayakta tutan kudret ve rahmet, insanlık ve dünya nizamını da Muhammed’in(asm) temsil ve tebliğ şer’i yasalara bağlamıştır. Öyle ki, bu yasalar, ilk insan olan Âdem’in de diniydi, İsa ve Musa’nın da diniydi. Ve adı “İslâm” olan bu din, –inkâr edicilere rağmen– kıyamete kadar geleceklerin ortak dinidir. Dünyanın dirlik, düzen ve dengesi bu yasalarla kaimdir. Bu yasalara kastetmek, küresel ve evrensel düzene kastetmektir. Bu böyle biline...
Hâsılı, “din adamı” kisvesinde olanları “din âlimi” olmaya davet ediyoruz. Müsteşrikler de din adamı olabilirler; çünkü okumak, anlamak, ezberlemek her kese müyesser olabilir. Ama yaşamak(temsil) ve tebliğ rolünü üstlenmek, din âlimlerinin kârıdır. Peygamberden sadır olan sidik ve sümüğünü teberrüken içirtenler, necaset ve terini lavanta edinip sürünenler bin defa da âlimliğe soyunsalar, tahkiksizlik ve müvazenesizlikleriyle dinin başbelası olmaktan çıkamayacaklardır. Keza, aklının ermediği ayetleri tevil, hadisleri inkâr edenler de öyle... İyisi mi, her şeyin, bizim bildiklerimize ve kavrayış gücümüze münhasır olmadığını bilmek, Kur’an ve sahih Sünnet ekseninden şaşmamaktır. Yoksa içeriden açılan rahnelerin(yaraların), harici düşman tehlikesinden daha beter olduğunu unutmamalıyız.
Mevlidin, yeniden doğuş ve dirilişimize milad olması temennisiyle, hepinize mübarek olsun...
1 (Buharî, el-Edebü’l-Müfred, 99)
2 (Âl-i İmran, 31)
3 (el-Ahzab, 21)
4 (el-Enfal, 20)
5 (el-Muhammed, 33)
6 (el-Enfal, 46)
7 (en-Nisa, 59)
8 (el-Fetih, 17)
9 (enNisa, 80)
10 (el-Ahzab 33/21)
11 (Hakim, Müstedrek, H/4366)
12 (Buharî, Sahih, İV/204)
13 (Buharî, Sahih, İV/193, VI/71, 92;)
14 (el-Bakara, 285)
15 (el-Enbiya, 107)
16 (Kalem, 4)
17 (el-Ahzab, 56)
18 (Aliyü’l-Kârî, Şerhü’ş-Şifası’ (Cilt-I/6)
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.