‘MAKSAT, ÜSTAD’A POT DEĞİL, PUT KIRDIRMAKTIR’
Abdullah Can
09 Mart 2015 Pazartesi 13:17
Birilerince, “Maksat, Üstad’a Pot-Put Kırdırmak Değil, Anlamak!”tır olabilir; ama benim maksadım O’na “Put” kırdırtmaktır. Niye mi? O biriler ısrarla O’na “Pot” kırdırtırken, biz de “Uydum potçulara” mı diyeceğiz? Asla! O Üstad ki, “Mesleğimiz ‘Haliliye’ olduğu için, meşrebimiz ‘Hıllet’tir.” (Lem’alar, s. 162) demiştir. “Halil” İbrahim(as)’ın vasfıdır ve Kur’an’da övülmüştür. İbrahim(as) kimdir: Putkıran’dır. O putları kırarken de –yakılma pahasında olsa– “Ben pot kırdım” dememiştir. Dolayısıyla O’nun meslek ve meşrebini izleyen Üstad da emredileni yapmıştır; İlahî bir farizanın hatırlatılması “Pot” kırmak değildir; kalp ve kafalardaki “Put”ları kırmaktır; onları devirmektir.
Küfrün bir diğer şekli olan hak ve hakikati perdelemek, çarpıtmak ve saptırmak, mahza tevhid dersleriyle perverde olan Nur Talebelerine yakışmaz. Demagojik manevralarla, fasit tevillerle apaçık olan bir tavr-ı Üstadaneyi “Pot kırmak”la tefsir etmek, Üstad’ı nazardan düşürenlere açık bir destek ve onların ellerine verilmiş bir kozdur. Nur Talebeleri, Eşref Edib’in Üstad hakkında söylediği “Devr-i Saadet’te, Müslümanlığın ilk kuruluş zamanlarında olsaydı, Hazret-i Peygamber, Kâbe’deki putların parçalanması vazifesini O’na verirdi; şirke ve putperestliğe o derece düşmandır.”(s. 626) hakikatli cümleye bigâne kalamazlar; kalmamalıdırlar. O’nun neden kâğıt parayı üzerinde taşımadığını bir kere daha düşünmelidirler.
Demek, “Maksat, Üstad’a Pot-Put Kırdırmak Değil, Anlamak!” gibi başlıklar, sadece ham bir cerbezeciliğin ifadesidir. Neden? Çünkü bu sloganik başlığı atan zat, hemen altındaki izahlarıyla Üstad’ı, ısrarla “Pot kırmakla” teşhir ediyor. Yani başlıkta “bîtarafane” görünürken, yazının muhtevasında tamamen yönlendiricidir; yazıyı “Pot kırdırma” temelinde kurgulamıştır. “Üstad’ı anlayalım” derken de, farklı mevzulara dalmış; batıl tevillerle, evirip-kıvırmalarla “Pot”çuluk anlayışına malzeme ve payanda hazırlamıştır. Üstad’a karşı işlenen ihanetler artık gına getirmiştir...
Evet, Said-i Nursî’ye “putkıran” denilse tam yeridir; O, “Nefsindeki enaniyet ve gurur putunu kırmakla kalmamış; âlemdeki tabiatperestlerin putlarını dahi târ u mar etmek gibi bir vazife gördüğünü dost ve düşman, herkesin malûmu(dur).”(Tarihçe-i Hayat, s. 24) Ne var ki, bizim vatandaş, “Risale-i Nur’un üslubu nezihane ve kavl-i leyyindir” dedikten sonra, kendisi gibi düşünmeyenleri “cerbeze”cilikle, Üstad’ı da “pot kırmak”la itham etmesi, ne kadar da kavl-i leyyinci olduğunu tescillemiştir. Başkalarını itham ederken, kullandığı tezyifkâr evsafların aslında kendisiyle birebir mutabık düştüğünü düşünmez. Başkalarını tek taraflı bilgi ve belgecilikle itham ederken, kendi mükerrer ifade ve belgelerini görmez!
Aslında ithamda kendi nefsini, takdirde ise şahsiyet-i maneviyeyi nazara verseydi, bir şey demezdim; ancak hep kendini haklı, başkalarını ise hep haksızlık ve yanlışlık temelinde konumlandırdığı için, kendimi yeni bazı şeyler yazmak zorunda hissettim. Emir’in yazısının “Kelam”la alakalı kısmını dikkate almıyorum; zira bu kısım, –ismi üzerinde– kelamla alakalıdır; bizim konumuz ise “Kelime”dir. Yani “Put” ve “Pot” kelimeleri... Ancak bu bölümde sarfettiği “Artık bu dosyayı kapatmak, bir hükme bağlamak zamanı gelmiştir” demesine katılıyorum; aynı düşüncedeyim. Yalnız “Pot”ta karar kılarak değil. Çünkü yazar, “Pot”u öyle ısrarla dayatıyor ki, adeta “İster istemez kabulleneceksiniz!” demeye getiriyor. Buna eyvallah denilmez; zira bu, Üstad’a karşı bir cürümdür, bu cürüme iştirak edecek kadar düşmemişiz.
İsmi geçen yazıyı okurken, üslup, muhteva ve konunun işleniş tarzı birden bana Akgündüz Hoca’yı hatırlattı. Fesubhanellah, biribirine ne kadar da benziyorlar... Acaba Akgündüz ne demekteler diye bir tetkikata girdim; baktım ki o da “Pot” diyor. Hem de vurgulayarak. Hoca, malum Üstad-M. Kemal tartışmasını aktardıktan sonra, “Dehşetli bir “ﭘﻮﺕ” kırdım” ifadesi hakkında bir dipnot düşürerek, “Biz ‘pot kırdım’ şeklinde okumasına taraftarız” demektedir.(Arşiv Belgeleri Işığında Said Nursî ve İlmî Şahsiyeti, c. 2, s. 406) Yani Emir ile Akgündüz, bu noktada aynı kulvarda seyrediyorlar. Hatta başka bir ittifak noktaları daha var; o da şudur:
Emir, kendi “Pot”unu haklı çıkarmak için, Üstad’ın 1922’de yazdığı “Meclis-i Meb’usan’a Hitap” hutbesinin başında geçen “İslam âleminin kahramanı, Şanlı Gâzi” gibi ifadelere sarılıyor. Bu ifadelerin yorum şekline baktığımızda, Akgündüz’ün açıklamalarıyla birebir örtüşmektedir. Zannedersin ki her iki yorum, aynı kalemden çıkmıştır. Üstad’ın tashihli-tashihsiz hiç bir Mesnevi-i Nuriye’sinde geçmeyen, kabul görmeyen sitayişkâr ifadelerin, bu zevat tarafından ısrarla vurgulanması, sırf Üstad’ın “Pot” dediğine mesnet içindir; sırf kendini haklı çıkarmak uğruna batıla tevessül cüretkârlığıdır. Şayet amaç bu değilse, nedir bu kafa karıştırmalar, nedir bu zihin yönlendirme çabaları? Moda deyimiyle, bu bir tür “toplumsal mühendislik” değil midir?
Evet, Üstad’ı, malum şahsı tanımamakla, ferasetsiz olmakla itham eden “Pot”çu anlayış, maalesef bu tezleriyle, iki zıdd-ı mutlakı telfik etmişlerdir. Hâlbuki esas olan Üstad’ın son sözüdür; delil ve hüccet odur, gerisi teferruattır. Son sözü, mezkûr “Hutbe”nin tashihli halidir; onda ise malum şahsa övgü yoktur. O halde, efendiler, neden ortalığa “mensuh” argümanlar sürüyorsunuz? Her ne ise, övgü; bazen temenni, beklenti ve duadır; kabul görürse, ne âla, yok görmezse, “İla cehenneme zümerra” deyip geçmek lazımdır. Bediüzzaman da öyle yapmıştır.
Sadede gelecek olursak; asıl yoğunlaşmamız gereken nokta, münakaşa sonrasındaki “pot” ve “put” ikilemidir. Bu hususta, Üstad’ın “Bin üç yüz otuz sekizde (1922) Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsane çalıştığını gördüm. Eyvah dedim, bu ejderha imanın erkânına ilişecek.”(Tabiat Risalesi, s. 3) sözlerini derhatır etmek isterim. Şimdi soruyorum; “Ehl-i imanın efkârına sızan müthiş zındıka fikri” kime aittir? “Ehl-i imanın fikrini bozan ve zehirlendiren” kimdir? “Ehl-i imanın efkârını bozmak ve zehirlendirmek için dessâsane çalışan” kimdir? Lütfen, önce buna cevap bulun, sonra “Pot”ta ısrarınızı sürdürün!
Bir diğer husus; “Pot”ta ısrar edenlerin sarıldıkları can simitlerinden biri olan Üstad’ın o sıralarda malum şahsı tanımadığı ve dolaysıyla zahir-i şeriata göre onu Müslüman gördüğü şeklindeki tezlerini bir anlık doğru kabul edersek, acaba aynı saikle neden “Şark Umumi Vaizliği” vazifesini, “Milletvekillik” payesini, “Köşk” tahsisi ve “300 lira maaş” teklifini red etmiştir? Hem neden “O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevi kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’an’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.”(Tarihçe-i Hayat, s. 131) demiştir. Yine, “Bir hadis-i şerifin, ahir zamanda an anat-ı İslamiyenin zararına çalışacak diye haber verdiği adam bu olduğunu ef’aliyle göstermesidir. Ben, otuz altı sene evvel o hadisi tefsir etmiştim. Aynen bu adama manası çıkmış.” (Emirdağ Lahikası, s. 248) dereken, acaba kimi kastetmiştir? Buna da her ne ise deyip, “Pot” ısrarcılarını düşünmeye davet ediyorum.
Bunu da söylemekte fayda mülahaza ediyorum; Üstad’ın “Dehşetli bir “ﭘﻮﺕ” kırdım” ifadesi, 1922 tarihine ait değildir; 1950’lerden sonradır. Yani, malum şahısla ilgili dobra dobra konuştuğu nisbî bir hürriyet dönemidir. Nihayet, “Ayasofya’yı puthane ve Meşihat’ı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz ve şahsımız itibariyle amel etmiyoruz.” (Şualar, s. 376) kabilinden ifadeleri de bu döneme rastlamaktadır. Hatta “Sırr-ı inna A’tayna” gibi açıktan hedef seçen ve şahısları tayin eden Risaleler de bu dönemin mahsulüdür. Bu nokta da, bir de “Ne zaman” sorusu devreye giriyor ki, Emir Efendi ona hiç değinmemiş. İşte bu noktaları pîş-i nazara almayanlar, “Put”u “Pot” okumaya devam edecekler; daha nice potlara imza atacaklardır.
Tekrar söylüyorum, bizim için esas olan Üstad’ın son söyledikleridir; tashihli nüshalarıdır. Üstad’ın inanç ve aksiyonu, fikir ve pratiği ortada dururken bunlara ters düşen söz ve ameller mevziidir; şartlarının mahkûmudur; hüccet ve senet olamaz. Âlimleri zalimlere sözcü kılanlar, “Cihadın en faziletlisi, zâlim sultanın karşısında hakkı ve adaleti söylemektir.” ( İbn-i Mâce, Fiten, 20) hadisinden hicap etmelidirler.
Bu konuda son sözüm; Emir Bey’in “Üstad’ın zahire göre hükmedip Mustafa Kemal’e ‘İslâm âleminin kahramanı, ey şanlı gazi’ demesi o zamanki şartlar altında ne kadar makul ise, ‘İslâm âleminin kahramanı’na ‘namaz kılmayan haindir...’ diye hitap etmenin de biraz makama ağır geldiğini söyleyerek, ‘dehşetli bir pot kırdım’ demesi de o kadar makuldür.” yorumunu kendisine iade eder, Üstad’ı bu tevilat-ı fasideden tenzih ediyoruz. İğfalatçı bir mantıkla örgülenmiş bu cümleler, tamamen bir zihin yönlendirme taktiğidir. Üstad, zahirperest olmadığı gibi, hitapta geçen “kılmayan” kelimesi de şahsa münhasır değildir; geneldir. Üstad’ın tarizi içinde “Biraz makama ağır geldiğini” ifade eden bir cümlesi de yoktur; bu cümle, Emir’in kendi kurgusudur. Üstad’ı kendi keyfince konuşturmuştur.
Yazar ve araştırmacı Emir Selçuk, “İmla ve Telaffuz Delili” başlığı altında dalmış yine belgelerin içine. Kendisince, “Hakikat denizinin tamamını ihata” etmek iddiasında, ama bana sorarsanız, yine kıyıdan denizi seyir konumundadır. Çünkü belgelerinin toplamı 5’tir. Bunlardan 2. belgeyi 2. Yazısında, 3 ve 4. belgeleri 1. Yazısında, yine 4. belgeyi 1. yazısında da kullanmıştır. Yeni yazısında, farklı olan iki belgedir. İlginç olan, bu belgeler üzerinden meydan okumasıdır; neymiş efendim: “Pot kelimesinde, bütün elyazma nüshalarda imla birliği var”mış... Put’ta ise, imla birliği yokmuşmuş... Bu iddiasını mükerrer defa dillendirerek, adeta bilinçaltlarına çiviletmeye çalışmış. Hâlbuki bunlar boş iddialar. Zira aşağıda görüleceği üzere, “Put”un yazılışında da imla birliğini gösteren bir yığın örnek vardır.
Yazar efendi, ilk iki yazısında olduğu gibi, üçüncü yazısında da “Put kelimesinin aslı, ‘Büt’müş...” deyip durmaktadır. Hoş, öyle olsun! Ama kendisinin sunduğu 2. belgede 2 adet “Put” ile başlayan kelime vardır: Biri, ﭘﺗﭘﺭﺳﺗﻟﻛﻪ (Putperestliğe), diğeri ise ﭘﻭﺗﻪ (Put’a) şeklindedir. Yani ikisinin de ilk harfi “B” değildir. Fark, birincisinde “ﻭ”(V) harfi yoktur, ikincisinde vardır. Ama her ikisinin de kökü “Put”tur ve öyle okunmaktadır. Kendisi bu belgelerin Üstad’ın tashihinden geçtiğini söylüyor. Madem Üstad ilişmemiştir, demek manayı bozacak bir durum da sözkonusu değildir. Demek, “Put” kelimesin “ﭘﺕ”, “ﭘﻭﺕ” veya “ﭘﻭﻁ” şeklindeki yazılışlarından hareketle, bu kelimede imla birliğinin olmamasını iddia etmek ne kadar gülünç ise, “Dehşetli bir ﭘﻭﺕ kırdım” cümlesindeki “ﭘﻭﺕ”u da sadece ve sadece “POT” şeklinde okumak da bir o kadar saçmadır.
Yazarın kendisinin ibraz ettiği belgeler bile, PUT’un daha çok “ﭘﻭﺕ” şeklinde yazıldığını göstermektedir. Öyleyse nedir bu inat, nedir bu ilmî enaniyet!...
Emir Bey’in defaatle vurguladığı “Pot kelimesinde imla birliği vardır”, “Put kelimesinde imla birliği yoktur” şeklindeki çırpınışları da beyhudedir. Bu imla meselesinden yola çıkarak “Dehşetli bir “ﭘﻭﺕ” kırdım” ifadesindeki “ﭘﻭﺕ” için “Pot olduğu müberhendir” demesi, yine “Kerameti kendinden menkul” deyimine benziyor. Ya da “Kendi çalıp kendi oynama” kabilinden bir şey. Bana sorarsanız, onun “müberhen” dediği şey, aslında “ehvenü’l-büyût”un ta kendisidir. İddiaları; zayıf belgeler, saçma yorumlar ve ölüler üzerinden yürüten bir zihniyet, rah-ı necata götüremez. Olsa olsa, zihinleri bataklığa sürükler ki, akıbet ortada... Yıllardır işlenilen bir hatayı düzeltmek yerine, “Biz yapmışsak doğru yapmışız; zira Üstad’ın maksadı da bizim tercihimizdir” diyerek enaniyeti kamçılamak, Allah’ın rızasına değil, şeytanın hoşnutluğuna götürür.
Yaptıkları tahrifatı, Sungur ve diğer ağabeylerin nezaretleriyle tahkime çalışmak, yani muharref nüshalar için, bu zatların kontrolünden geçtikten sonra bastırılmışlardır iddiasında bulunmak, inandırıcı olmaktan uzaktır. Zira böyle bir iddia, başkalarına da savunma hakkı verir. Mesela Yeni Asya Neşriyat da kendi nüshalarının Zübeyir Gündüzalp denetiminde baskıya verildiğini söylemektedirler. Hakeza Tenvir Neşriyat, Mustafa Acet’e istinat etmektedir. Peki, sormazlar mı: Neden bu neşriyatlarda (Zehra ve Hayrat da dahidir) “Put” geçerken, sizler “Pot” yazmışsınız? İşte burada bir düğüm var; asıl çözülmesi gereken budur?
Emir Selçuk’un iddialarını özetlersek; “ﭘﻭﺕ” (Pot) kelimesinin yazılışında imla birliği var, “ﭘﻭﺕ”(Put) kelimesinin imlasında ise bu birlik yoktur; öyle ise Üstad’ın “Dehşetli bir “ﭘﻭﺕ” kırdım” ifadesindeki “ﭘﻭﺕ”, “Pot” demektir. Şimdilik tek istinad noktası budur. Hâlbuki hem “Pot”, hem de “Put” kelimesinin aslı Türkçe değil; Fransızca ve Farsçadan geçmedir. Dolaysıyla bu kelime Türkçeye geçerken farklı imlalarla yazılabilir. Bundan yola çıkarak Üstad’a pot kırdırmak, sadece haddini bilmemektir. Şu iyi bilinmelidir; Üstad, 6 bin sayfalık Külliyat’nda “pot” kelimesini –ne kendisi için ne de bir başkası için– kullanmamıştır; ikinci bir örneği gösterilemez. Ancak çok sayıda “Put”, “Puthane”, “Putperest” kelimeleri vardır.
Bir de o cümlenin geçtiği sözün siyak ve sibakına bakalım: Önce sibakını (öncesini) okuyalım: “Hem Ankara'da divan-ı riyasetinde pek çok meb'uslar varken Mustafa Kemal şiddetli bir hiddet ile divan-ı riyasetine girip, bana karşı bağırarak: Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilaf verdin." (Emirdağ Lahikası, s. 246) Diyen kim: Mustafa Kemal. Nasıl demiştir: Şiddetli bir hiddet ile(bağırarak). Ne ile ilgili bağırmıştır: Namaza dair. Nerede: Divan-ı Riyasette. Beklentisi ne idi: Üstad’ın yüksek(siyasî) fikirlerinden istifade. Nihaî hedefi ne idi: Onu elde etmek. (Nihayet, kendisine teklif edilen makam ve maaşlar hepimizin malumudur.)
Şimdi de siyakına(sözün sonrasına) bakalım: “Ben de onun hiddetine karşı dedim: ‘Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur.’ Dehşetli bir ﭘﻭﺕ kırdım.” Bu cevabı veren kim: Said-i Nursî. Nasıl cevaplamıştır: Mukabil bir hiddetle.(Rivayetler, iki parmağını gözlerine uzattı şeklindedir). Kime karşı: Namazın anlatılmasını ‘ihtilaf’ olarak gören M. Kemal’e. Cevabı neye binaendir: Namaza binaendir. Namaz nedir: İman’dan sonra en büyük farz ve en yüksek hakikattir. Cevabını nasıl bir ortamda vermiştir: Mebusların olduğu bir ortamda...
Netice: “Bana karşı bir nevi tarziye verip o mecliste hiddetini geri alması, âdeta dehşetli bir kuvveti ve hakikati hissedip geri çekilmesi” şeklinde olmuştur. Peki, “pot” diyenler neyin peşindedir? Üstad’ın hiç bir telaş, korku, endişesi ve korkusu olmadığı halde, O’na adeta tükürüğünü yalatıyorlar. Yani O’nun adına “pişmanlık” seremonisi tertipliyorlar. Tek kelimeyle “yuh!” olsun böyle bir anlayışa. Kanaatimce Üstad hayatta olsaydı, bu tevilci ve kıvırtıcı zihniyete “yuh”la birlikte bir de “tuh!” diyecekti. Niye mi? Adı geçen tartışmanın devamını okuyalım:
“İkinci gün hususî, riyaset odasında: ‘Hücumat-ı Sitte’nin ‘Birinci Desise’ içinde bulunan, ‘Meselâ: Ayasofya Câmii ehl-i fazl u kemalden ilâ âhir...’ cümlesinden başlayan, tâ ‘İkinci Desise’ye kadar, bir saat tamamen ona söyledim (bir başka yerde ‘kafasına vurdum’ şeklindedir). Bütün hissiyatını ve prensibini rencide ettiğim halde bana ilişmemesi, hattâ taltifime çok çalışması, kat'iyyen bu üç cebbar fevkalâde kumandanların bu üç acib haletleri, âdeta Eski Said'den korkmaları, şübhesiz ki Risale-i Nur'un, ileride kahraman şakirdlerin şahs-ı manevîsinin hârika bir kuvveti ve Risale-i Nur'un parlak bir kerametidir.” (Emirdağ Lahikası, s. 246) İşte bu kadar... “Pot” ısrarcılarına en güzel cevap...
Bu ne demek biliyor musunuz? Yani, eğer Üstad (hâşâ) pot kırmış olsaydı, ertesi gün M. Kemal’in hususi riyaset odasında “Ayasofya Camii” örneğiyle başlayan ikinci bir ders vermek yerine, O’nu mebuslar içinde rencide ettiği için –lütfen ve nezaketen de olsa– bir özür dilerdi. Ancak buna dair – ne yazılı, ne de sözlü– hiç bir izahatı yoktur; hiç bir rivayeti de duymuş değiliz. Olamaz da. Çünkü orada sarfettiği sözleri, ne sadece kendisini tatmin ne de özel olarak M. Kemal’i terzil amaçlı değildir. O, bir varis-i Peygamber olarak, hakkı ve hakikati söylemekle mükellefti. Zira batıla çağıran birine karşı sus-pus olmanın, dilsiz şeytanlıkla eş anlamlı olduğunu ve en büyük cihadın, zalim sultanlara karşı hakikati pervasızca haykırmak olduğunu gayet iyi biliyordu. Nihayet, Kel Mustafa’ya, Bitlis Valisine, Van Valisine, Hurşit Paşa’ya, Nikola Nikolaviç’e karşı dik duruşunu bilmeyen yoktur...
Her ne ise, biz gelelim belgelere; acaba “Put” kelimesinin imlasında birlik var mıdır, yok mudur, görelim. Görelim ki, birilerin “su” dediği şeyin aslında “serap” olduğunu gösterelim (Önceki yazımda aktardığım belgelerden sarf-ı nazar, yeni belgeleri sunuyorum):
Belge: 1 (Barla Lahikası’ndan, s. 145)
“Put”la ilgili 3 örnek. Dikkat edilirse, hattat vatandaş “Putlarıyla” kelimesinde “ﻁ”yı kullanmış; “Putu” ve “Putperestliğinden” kelimelerinde ise “ﺕ”yi kullanmış. Beşeriyet muktezası olarak bir harf yanlışlığı ya da mananın esas alınmasından dolayı bu imla farkı ortaya çıkmıştır. Ama aklı başında olan herkes biliyor ki, bu kelimelerin her üçünde de kastedilen “Put” aynıdır; ilahlaştırılan nesnedir. Haydi diyelim ki, bu kelimenin imlası tam oturmamıştır ve bundan dolayı da kâtipler tarafından farklı yazılmaktadırlar; mademki tashih esnasında müdahale görmemiştir, demek nazar-ı itibara alınan mananın kendisidir; mananın bozulmamasıdır.
Belge: 2 (Garp Filozoflarının Şehadeti, s. 128)
Belge: 3 (Garp Filozoflarının Şehadeti, s. 129)
Bu iki belgede de görüldüğü gibi, “Putperest” ve “Putperstliği” kelimeleri “ﭖ”, “ﻭ” ve “ﺕ” harflerinden müteşekkildir. Yani hem kendi aralarında, hem de üstteki kelimelerin yazımlarıyla aynı köke sahiptirler.
Belge-4 (Şualar, s. 98)
Belge-5 (Şualar, s. 460)
Belge-6 (Şualar, s. 491)
“Gül Fabrikasının Sahibi” ve “Gül Fabrikasının Serkâtibi” unvanını bihakkın ihraz etmiş olan Merhum Hüsrev Altınbaşak’a ait olan bu üç belgede de bir benzerlik görüyoruz; bu belgelerdeki “Put” kelimesinin imlası yukarıdakilerle uyumlu olup “Put” kelimesinin nasıl yazıldığı hakkındaki zihnî karışıklığı giderirci mahiyettedir. Olur ki bazı kâtipler, yazılışları aynı olan “Put” ve “Pot” kelimelerini biribirinden ayırmak için farklı imlalar izlesin; ancak Üstad’n ilk ve en namdar kâtibi olan Merhum Hüsrev Altınbaşak gibileri bu ayrımı yapmadıklarına göre, demek Risale-i Nur’da “Pot” diye bir kelime yoktur. Yoksa tahsilli olan Hüsrev Ağabey’in bu ayırımı yapamayacak kadar imladan bîbehre olduğunu iddia etmek olur ki, asıl bîbehrelik buna denir. Bunu teyid eden bir diğer belge (farklı bir kâtibin kaleminden)
Belge-7 (Şualar, s. 543)
Görüldüğü gibi, bu kâtip de aynı minval üzere “Puthane” kelimesinin kökünü “ﭖ”, “ﻭ” ve “ﺕ” harflerinden seçmiştir. Yani öteki belgelerle ittifak ve ittihad içindedir. Demek bu belgede de bahsi edilen “Ayasofya’yı Puthane, Meşihat dairesi’ni kızların lisesine çeviren...” dediği kişi M. Kemal olup, O’na karşı kırdığı “Pot” değil, “Put”tur. Çünkü bütün tayfasının el-pençe divan durduğu ve kendisine perestiş ettikleri bir ortamda, riyaset odasında “Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur” diye şiddetli mukabelede bulunan birisi asla pot kırmaz; aklen, mantıken, kalben, hissen, zihnen, imanen ve iz’anen olması gereken de budur...
Belge-8 (Barla Lahikası, s.)
Bu belge de yine Hüsrev Ağabey’den... İki yerde geçen “Put” kökenli “Putlarıyla” ve “Putu” kelimeleri köken itibariyle aynı yazılmış olup, yukarıda serdettiğimiz belgelerle tam bir ittifak içindedir. Belgeler üzerinden konuşulacaksa, Gül ve Nur Heyeti’ne gidilmeli; ilk sıra(saff-ı evvel) talebelerin rahle tedrislerine gidilmeli; yoksa Üstad’a bir çay ikram etmiş, ibriğini doldurmuş, havlu uzatmış çilesizlere değil. Henüz Kur’an okuyuşları bile sağlam olmayan, hâkim rüzgârların etkisinde bir sağa-bir sola eğilip bükülenlere değil. Üstad’ın meslek ve meşrebini şahsî ve siyasî emellerine, ikballerine kurban verenlere değil. Nurlar üzerinden devasa servetlere konanlara değil. Tavsiyem, Isparta’ya gitsinler; Üstad’ın yüz yamalık cübbesine, mütevazi pabuçlarına, el emeği-göz nuru Nur nüshalarına bir daha baksınlar; sonra lütfen aynanın karşısına geçip kendilerine baksınlar: Acaba yüzleri –biraz da olsa– kızarabilecek mi?
Belge-9 (Barla Lahikası, s. 166)
Yukarıdaki belgede Üstad’ın tashihleri açıkça görünüyor; dikkat edilirse, Üstad “ﭘﺗﭘﭘﺭﺳﺗﻟﮕﻪ” (Putperestliğe) karışmamıştır. Yani “P” ile “T”nin arasında “V” olmadığı halde, onu dâhil etmek için müdahalede bulunmamıştır. Neden? Çünkü mana bozulmuyor. Aynı halde “P”yi “B” de yapmamıştır. Çünkü “Put”un Osmanlıcadaki yazımı “P” ile başlar. Bir diğer husus, ikinci çemberdeki “Put’u” kelimesi ise “P”, “V” ve “T” şeklindedir. Burada, bu farklı yazımlardan hareketle “Put” kelimesinde “İmla birliği yoktur; Pot kelimesinde vardır” deyip, Üstad’ın “Dehşetli bir “ﭘﻭﺕ” kırdım” ifadesindeki “ﭘﻭﺕ”u “Pot”a yorumlamak, sadece yanlış bir okumanın değil, bilinçli bir tahrifin göstergesidir. Nihayet aşağıdaki iki farklı belge de aynı şekildedir.
Belge-10 (Barla Lahikası, s. 263 )
Belge-11 (Barla Lahikası, s. 280)
Bir hususa daha işaret etmekte fayda vardır; matbaa ve teksir makinesinin dahi kendisine yasak olduğu dönemde, Üstad kıt imkânlarıyla ve sıkı tarassutlar altında elle yazılan bütün eserlerin editöryal hizmetini de görmekteydi. Dolaysıyla mana bozmayan bazı yazımları dikkate almamış ya da gözden kaçırmış olabilir. Bu anlamda, tashihli nüshalar me'haz alınırken, aynı yazım yanlışlığı kâtipten kâtibe de intikali mümkinattandır. İhtimaller hesaba katılmadan, düz bir mantıkla “Pot’ta birlik var, ‘Put’ta farklılık var; öyle ise Üstad ‘Pot’ demiştir” anlayışı boş ve temelsiz bir teselliden ibarettir. Hiç bir müspet çağrışımı olmayan “Pot” kelimesini, Üstad’ın sarfettiği hak bir söz ve sergilediği hak bir tavır için kullanmak, Üstad’a düşmanlığın bir başka şeklidir.
Hâsılı: Bana soracak olursanız, derim ki: “Pot kıranlar Put kıramazlar, Put kıranlar Pot kıramazlar.” Pot kıranlar iyi bilsinler, Üstad’a bu hakaretleri alınlarında kara bir leke olarak duracaktır. Ya nedametle bu lekeyi temizleyecekler, ya da –sadece şimdikilerce değil– bütün nesl-i âtice nefrinlerle anılacaklardır. Ve yine bilsinler ki, hiç bir tahrifatları yanlarına kalmayacaktır; Nurların aslı elimizde kaldıkça, tüm tahrifat ve tahrifatçıların takipçisi olacağız; her zaman için sahih bir Nurculuk için sahih bir Külliyat’ın müdafileri olmaya devam edeceğiz. Aslah tarik sulhtur; asla rücu’ edip “ehl-i kitap” konumuna sukut etmeyelim, diyorum.
Selam, hidayete tabi olanlara olsun...
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.