23 Ekim 2024
  • İstanbul12°C
  • Diyarbakır13°C
  • Ankara7°C
  • İzmir16°C
  • Berlin10°C

LÜTFİ BEY

Ahmet Altan-

20 Kasım 2011 Pazar 00:20

Yirmi iki yaşındaydım. Babam hapisteydi.

Ortadoğu Teknik Üniversitesi Mühendislik Bölümü’nden atılıp İstanbul’a dönmüştüm.

Evliydim, bir çocuğum vardı ve işsizdim.

Annemin yanına sığınmıştım.

Sinemayı çok severdim, babamın da arkadaşı olan, o zamanların en büyük film prodüktörlerinden Hürrem Erman’a gittim bir gün, “Sinemada çalışmak istiyorum” dedim.

Beni “ikinci asistan” olarak işe aldı.

Önce Orhan Aksoy’un yönettiği, Cüneyt Arkın’ın başrolünü oynadığı, İran sinemasından “adapte” edilmiş bir filmde ikinci asistanlık yaptım.

Film dünyası, değişik bir dünyaydı.

Doğrusu epeyce de hayalkırıklığıydı benim için.

Ben daha ışıltılı setler, daha üst düzey insanlar bekliyordum.

Soğukta, kötü şartlarda çalışıyorduk, sanatla ilgili konuşmalar hemen hemen hiç olmuyordu.

Birinci asistan “astsubaylıktan” ayrılmış bir adamdı.

Hatırladığım kadarıyla sinemanın yaratıcı kısmıyla hiç ilgilenmezdi, daha ziyade sahnelerin düzenlenmesiyle ilgiliydi.

O zamanlar Cüneyt Arkın içkiyi seven bir artist olarak tanınırdı.

Bir gün filmin yönetmeniyle sahne amirinin Arkın’ın bu filmi sarhoş olmadan bitirip bitiremeyeceğine dair iddiaya girdiklerini duymuştum.

Birkaç gün her şey düzgün gitti ve bir sabah Arkın sete içkili geldi.

Sette herkes bana mesafeli dururdu, Arkın o sabah yanımdan geçerken omzuma vurup “Ne haber komünistin oğlu” dedi ama düşmanlık yoktu sesinde, sanki dost olduğunu göstermeye çalışıyordu.

Gülmüştüm, o gün de çok eğlenceli geçmişti zaten.

Biraz sorunlu da olsa film kısa zamanda çekilip bitti.

Ben bu sinema işinden vazgeçsem mi diye düşünürken bana Lütfi Akad’ın çekeceği Gelin filminde ikinci asistanlığı verdiler.

Karlı bir havada bir gecekondu semtinde çalışmaya başladık.

Lütfi Bey, sinemanın en büyük isimlerinden biriydi.

İlk karşılaşmamızdan hemen zihnime yerleşen üç özelliği dikkatimi çekmişti.

Elli yaşını geçmiş olmasına rağmen neşeli çocuk gözlerine benzeyen, muzip parıltılı gözleri, gözlerinin aksine olgun ve güngörmüş gülümsemesi ile dervişvârî, sahici tevazuu.

Benimle birlikte çalışan başka bir ikinci asistan daha vardı, sanırım Lütfi Bey’in bir tanıdığının oğluydu, onun da adı Ahmet’ti, ikimiz arada ahbaplık ederdik.

Doğrusu ya biz “rejisörlüğün” cakalı kısımlarını da seviyorduk, setin tek hâkimi olmasını, öyle zamanlarda kimsenin rahatsız etmeye cesaret edemediği “düşünceli” hallerini, kesin emirler vermesini, boyunlarına taktıkları “vizör” denen merceklerden çekilecek sahneyi incelemelerini...

Lütfi Bey’de bunlardan hiçbiri yoktu.

Herkese takılır, herkesle şakalaşır, otorite kurmak için en küçük bir çaba göstermeden doğal bir saygı yaratır, kızdığında bağırıp çağırmaz sadece sesini biraz keskinleştirir ve boynuna “vizör” asmazdı.

Biz, en çok, “vizör asma hakkına” sahip birinin bu fiyakalı haktan vazgeçmesine şaşardık.

Ahmet bir gün Lütfi Bey’e, “Neden vizör kullanmıyorsunuz” dedi, Lütfi Bey’in yüzünde hiç unutamadığım alaycı bir ifade belirdi, “Ne o öyle koç taşağı gibi boynuma asacağım” dedi hınzır bir gülümsemeyle.

Bizim “fiyakacılıktan” hoşlandığımızı anlamış, böyle şeylerin saçmalığını bize unutamayacağımız şekilde anlatıvermişti.

Bir gün de yönetmenliğe nasıl başladığını anlatmıştı iki çekim arasında, “Ben şirketin muhasebecisiydim, bir gün Hürrem Bey geldi ‘Hadi film çekeceksin’ dedi, ben, ‘Nasıl olur, ben ne anlarım’ dedim, o da ‘Anlamayacak ne var, herkes anlıyor’ dedi, ben de film çekmeye başladım”.

Film çekmeye başlamadan önce şirkette mali danışman olduğunu biliyordum.

Film çekmeye gerçekten böyle mi başladı yoksa bizim gibi gençlerin “rejisörlüğü” putlaştırmasını önlemek mi istedi bunu tam kestiremiyorum ama bütün sözleri, imaları ve uyarılarıyla bizi “gösterişçilikten” uzaklaştırmaya çalıştı.

Cakasını değil sinemanın kendisini sevmemizi istedi, etrafındaki herkese de davranışlarıyla bunu gösterirdi zaten.

Türk sinemasının en büyük isimlerinden biriydi, unutulmaz filmler çekmişti ve sinemanın caka kısmına hiç bulaşmamıştı, çelebi bir hâli, çocuksu bir dalgacılığı, asla sorgulanmayan ve saygıya dayanan sağlam bir otoritesi vardı.

Çok kısa bir süreliğine tanıma şansım oldu.

Ve, ancak gerçekten büyük adamların yaratabileceği bir etkiyle bende unutulmaz izler bıraktı.

Dün aramızdan ayrıldığını öğrendim.

Minnetle andım kendisini.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.