22 Aralık 2024
  • İstanbul6°C
  • Diyarbakır4°C
  • Ankara5°C
  • İzmir11°C
  • Berlin4°C

LEYLA ZANA ASIL NEYİN SEMBOLÜ

Aslı Aydıntaşbaş

16 Ocak 2012 Pazartesi 09:11

Leyle Zana Kürtler için siyaset ötesi anlamı olan bir sembol. Yaşamı mücadele dolu. Evinin basılması ise, hatalar zincirinde son halka.

Bilmeyenler, duymayanlar ya da duymak istemeyenler için söylüyorum; Leyla Zana, Diyarbakır’dan Erbil’e, Kürtler için partiler üstü bir semboldür.

34538

Gidin Süleymaniye’ye, Dohuk’a, Türkiye’de olan biteni bilmeyen bir oto tamircisi bile “Leyla Zana” ismini bilir. Gidin Bismil’e, Varto’ya, Hakkari’ye, okuma yazma bilmeyen köy kadını da, BDP’ye ters bakan köy korucusu da Zana’yı “Kürtler için bedel ödemiş” biri olarak görür.

Saygı duyarlar, severler. Siyasetine katılmayanlar bile 1994’de Meclis’ten mahpushaneye gönderilip 10 yıl hapis yatan bu kadının cesaretine hayrandır.

O yüzden Leyla Zana’nın Ankara’daki evinin basılması, Kürt sorununun çözümüne değil çözümsüzlüğe giden bu yeni sertlik politikasının son hatasıdır.

Arap Baharı tedirginliği

Artık papağan gibi aynı şeyleri yazmaktan bıktım. Ama özetle, “konsept, konsept!” diyerek geçmişte defalarca denenen o sert yöntemleri bu kez de KCK davası adı altında yeniden kullanmak, belki kısa süreliğine egoları şişirir, BDP’ye yönelik bir üstünlük sağlayabilir; ama sizin kendi vatandaşınızla olan “kimlik” ve “aidiyet” sorununa faydası olmaz.

“Aman Arap Baharı Kürtlere sıçramasın” diye ciddi bir kaygı taşıyan hükümet, kendince PKK’nın sokağı mobilize etme gücünü engelleyecek önlemler alıyor, dağ ve sokak arasındaki bağları bir bir keserek BDP’yi sadece Meclis’te bır bır konuşan ufak bir parti grubuna indirgemeyi planlıyor. Sizce mümkün mü?

Alın yerel seçim sonuçlarını önünüze koyun. Bu politikanın uzun vadede Türkiye’nin Kürt meselesine çözüm olacağını düşünmek, biraz saflık olur. Tam tersine, bu tarz baskı ve geniş gözaltılar, Kürt hareketine sempati duyanları daha keskin, gelecek nesilleri daha hınçlı yapacaktır.

Dönelim Leyla Zana meselesine.

Leyla Zana’nın seçim sonrası Meclis’e dönüşü, tam da Kürt toplumu içindeki sembol konumu nedeniyle büyük alkışlarla karşılanmış, doksanlı yıllardaki yanlış uygulamalar yerine yeni bir dönemin başladığının işareti olarak algılanmıştı.

Mücadele dolu yaşam

2004’de hapisten çıktıktan sonra sessiz bir hayatı tercih eden Zana, Ankara’ya isteksiz, savaşmak değil Kürt sorununda “çözüm yılı” olduğunu düşündüğü için geldi. Yeni anayasa için geldi.

Yorgundu. 14 yaşında Diyarbakır’ın önemli siyasetçilerinden Mehdi Zana ile evlendirilen genç kadın, 12 Eylül darbesiyle kendisini o meşhur Diyarbakır cezaevi kapısında “tutuklu yakını” olarak bulmuştu. Zana’nın Türkçe öğrenmesi de, çocuk yaşta anneliği de, politizasyon süreci de darbe sonrası bu acılı ortamda geçti. Cezaevi önündeki eylemlere öncülük ederek büyüdü, siyasetçi oldu. Gözaltına alındı, ağır işkenceler gördü. Yakınları öldürüldü, kendisi defalarca faili meçhullerden kıl payı kurtuldu. (Okumayanlar için Faruk Bildirici’nin ‘Yemin Gecesi’ kitabını şiddetle tavsiye ederim.)

1991’de milletvekili seçildi ve o dönem Meclis kürsüsünden Kürtçe yemin ettiği için 1994’de 10 yıl hapse atıldı. Ünü bütün dünyayı sardı, Nobel’e bile aday gösterildi.

Garip olan, bütün bunlar yaşanırken Leyla Zana’nın evi hiç aranmamıştı. Geçen haftaya kadar! Zana’nın evinin en son arandığı tarih, 12 Eylül darbe gecesiydi.

Azıcık tanıma fırsatı bulduğum için söylüyorum; Leyla Zana mizaç olarak pamuk gibi, anaç; siyaseten ise çelik gibi serttir. Siyaseti gizli değil açık yapar. Fikrini söyler, bedel öder.

Ankara’ya taşındığında, o da Ahmet Türk gibi kiralık ev bulmakta zorlandı; yıllarca derin devletle mücadele edip “derin toplumu” aşamayınca, sonunda evini bir yakını üzerine kiralamak zorunda kaldı.

Şimdi siz söyleyin, yukarıda anlattığım kadın, bilgisayarını alıp iPad’ine el koyunca, korkup sinecek birine mi benziyor?

Cumhurbaşkanı Demirel’i ‘Ana’ uçağına almalı

Kıbrıs Türklerinin efsanevi lideri Rauf Denktaş’ın Salı günü Lefkoşa’daki cenazesi, her anlamda bir dönemin sonu olacak. Kıbrıs davasına ilgi duymayabilir, hatta Denktaş’ı siyaseten katı bulabilirsiniz.

34539

Ancak Cuma akşamı hayata gözlerini yuman liderin, Soğuk Savaş yıllarından bu yana Doğu Akdeniz’den gelmiş geçmiş en zeki ve sempatik siyasetçilerden biri olduğuna ve de KKTC’yi kendi elleriyle dünya haritasına kazıdığına emin olabilirsiniz.

Bu tombul inatçı ihtiyar, Kıbrıs’ın Kurucu Baba’sıdır.

O yüzden de devlet erkânı Denktaş’ın Salı günkü cenazesine tam kadro katılmayı planlıyor.

Gönlümden geçen, Türkiye’ye yakışan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Lefkoşa’daki resmi törene giderken, Denktaş’la yakın mesai yapmış 9’uncu ve 10’uncu cumhurbaşkanları Süleyman Demirel ve Ahmet Necdet Sezer’i de uçağına alıp beraber gitmesidir. Ama özellikle de Demirel’i.

Gül, aktif siyasetteyken bu iki ismi kıyasıya eleştirmişti. Onlar da Allah için Gül’ün Çankaya’ya çıkmasını kolaylaştırmadılar.

Ancak cenazeler, hele de Denktaş’ın cenazesi, siyaset üstü olmalıdır.

“Bu da nereden çıktı?” derseniz, bu tarz jestlerin Batı’da örnekleri çok. Örneğin ABD Başkanı Bill Clinton, 1999 yılında Ürdün Kralı Hüseyin’in cenaze törenine giderken, siyasi kimliğine bakmadan kendinden önceki yaşayan ABD başkanları Gerald Ford, George Bush (baba) ve Jimmy Carter’ı da beraberinde götürmüştü. (Reagan Alzheimer hastasıydı.) Air Force One’un Washington’dan Amman’a uzun yolculuğu sırasında, ikisi Demokrat, ikisi Cumhuriyetçi 4 başkan, birkaç saat dünya meselelerini konuşmuş, yemek yemiş, ardından da ayrı yerlerde istirahata çekilmişler.

Aynı geleneği sürdüren oğul Bush ise, 2004’de ABD başkanı iken Ronald Reagan’ın cenazesinde kendisinden önceki yaşayan başkanlar Ford, Bush, Carter ve Clinton’u baş tacı etmişti.

Avrupa’da da siyasetteki tüm kavgalara rağmen sembolik günler ve törenler, sağdan ve soldan eski ve yeni siyasetçilerin bir araya geldiği anlardır.

Her fırsatta siyasete “üslup” uyarısı yapan Cumhurbaşkanı Gül , Salı günkü resmi törene seleflerini de alarak giderse, hem Kıbrıs hem de Türkiye’ye güzel bir mesaj vermiş olur.

Ahmet Necdet Sezer, neredeyse dünyaya kapalı bir hayat sürdürdüğü için bu teklife sıcak bakmayacak, muhtemelen gelmeyecektir.

Ancak siyasi kariyeri boyunca Kıbrıs davasıyla uğraşmış ve Denktaş’ın yakın dostu olan Süleyman Demirel’in yeri, Salı günkü THY-Lefkoşa seferinin 1A koltuğu değil, Cumhurbaşkanı’nın kullandığı Ana uçağı olmalıdır.

Kafam karışıyor

Aslında bu konuda hiç kalem oynatmak istemiyorum. Çünkü etrafta sürekli infaz memuru gibi dolaşan, elinde cetvelle birilerini hapse attırmaya çalışan tayfaya benzetilmek istemem.

34540

Ama kamuoyunda bazı çevrelerin, askerin yapısı ve Soğuk Savaş’tan bu yana gelen tarihi rolünü bir bütün olarak masaya yatırmaktansa, adeta general-toto oynarcasına “O iyi, bu kötü” tarzı değerlendirmelerde bulunması, yargıyı yönlendirme çabası, hem naif, hem de yanlış geliyor.

Geçen hafta, nasıl olup da askerin bütün günahının 2008 Ağustos’unda Genelkurmay Başkanı olan ve göreve geldikten sonraki 4 ay içinde internet andıcı davasına konu olan siteleri (hiç güncelleme yapmadan) kapatan İlker Başbuğ’a yüklendiğini sormuştum. Başbuğ’u aklama derdim yok. Ama söz konusu internet siteleri Kıvrıkoğlu döneminde kurulmuş, en çok Hilmi Özkök ve Yaşar Büyükanıt dönemlerinde güncellenmiş. Onlara hiç sorgu sual sormadan sadece siteleri kapatan komutanı suçlamak garip değil mi?

Şimdi aynı hissi Samanyolu Haber’de Şamil Tayyar’ın 27 Nisan muhtırasıyla ilgili açıklamalarını okurken yaşadım. Tayyar ısrarla “27 Nisan muhtırasını Yaşar Büyükanıt yazmadı. Kendisine zorla imzalatıldı” diyor.

Yanlış anlaşılmasın; demiyorum ki Yaşar Paşa sorgulansın, yargılansın. Ancak 2008’de bizzat kendisi bu tarz iddiaları “Bu TSK’ya hakaret; bildiriyi ben yazdım” diye yalanlamadı mı?

Başbakan’la da konuştuğunu belirten Tayyar diyor ki, “O bildiriyi yazan şu anda cezaevinde.” İyi de, 27 Nisan’la ilgili herhangi bir soruşturma yok. Demek ki söz konusu şahıs, yaş ve dönem olarak bakarsanız, Balyoz nedeniyle cezaevinde. Peki o zaman şöyle sorayım; bu meçhul şahsın asıl suçu, 2003’deki o seminere katılmak mı, yoksa aslında 27 Nisan’ı yazan insan olarak bilinmek mi?

Erdoğan Irak’ta haklı

Hep eleştirecek değiliz ya; Başbakan Irak meselesinde sonuna kadar haklı!

34541

Geçen hafta Irak Başbakan’ı Nuri el-Maliki’yi arayan Erdoğan, oldukça net bir şekilde Irak lı muadiline otoriterleşme uyarısında bulunmuş. Telefonda, Irak’ta azınlıktaki Sünnilerin lideri konumundaki Tarık el-Haşimi’nin yargılanma sürecini eleştiren Erdoğan, yargılamanın şeffaf olması ve davanın Bağdat değil Kerkük’te görülmesini istemiş. Daha da önemlisi, Irak’ta “mezhep kavgası” konusunda çekincelerini dile getirmiş.

İki lider arasındaki 10 Ocak tarihli görüşmenin, “gergin” geçtiği, hatta belki de Erdoğan’ın herhangi bir dünya lideriyle yaptığı en tatsız görüşme olduğu söyleniyor.

Zaten bu yüzden de Maliki haftasonu medya üzerinden “Türkiye içişlerimize karışıyor. Bundan onlar zararlı çıkar çünkü Türkiye’de de farklı etnik ve mezhep grupları var” tadında bir açıklama yaptı. Açıkça kafa tuttu. Erdoğan’ın Maliki’ye uyarısı da, Irak politikası da haklıdır.

Güç tekelleşmesi yanlıştır. Yargı siyasallaşmamalıdır. Yargılamalar şeffaf olmalıdır. Kimse “çoğunluk gücünü” kullanarak diğer grupları ezmemelidir. Haksız mıyım?

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.