LE TOUR…
Ahmet Altan-
05 Temmuz 2016 Salı 18:11
Bugün bayram…
Bayram demek, sıkıcı konulara ara verme lüksüne sahip olmak demek.
Bayram, dertlerin unutulduğu, küslerin barıştığı, sıkıntıların aile yemeklerinde geçici bir sevince dönüştüğü, eğlenceli bir mola.
O eğlenceyi bozmayalım… Hiçbir sıkıntımız yokmuş gibi davranalım.
Size, farkında olup olmadığınızı bilmediğim başka bir eğlenceyi anlatayım.
Fransa Bisiklet Turu başladı.
Bizde bisiklet sporuyla ilgilenenler çok fazla değildir bildiğim kadarıyla ama Fransa Bisiklet Turu, Dünya Futbol Şampiyonası ve Olimpiyatlardan sonra dünyada en fazla seyredilen üçüncü büyük spor organizasyonu.
Bu yarışmayı Türkiye’de izleyenlerin, birçok ülkeye kıyasla çok büyük bir avantajı bulunduğuna inanıyorum.
O da, bu yarışı anlatan ekip.
Caner Eler, Sarper Günsal, Berkem Ceylan, Emre Gürkaynak dörtlüsü anlatıyor yarışı.
Sarper Günsal bu yıl henüz ekibe katılmadı, umarım yakında katılır.
Caner Eler, aralarında televizyon anlatıcılığı konusunda en eski, en tecrübeli olanları, olağanüstü bir anlatımı var… Sumo güreşini anlatsa onu da izlersiniz, o kadar yani…
Sarper Günsal, konuşmalarından çıkartabildiğim kadarıyla bisiklet sporuyla bizzat ilgileniyor ve organizasyonlar düzenliyor…. Müthiş bir bilgi birikimine sahip.
Berkem Ceylan, bu sporun teknolojisini, bisiklet modellerini, kaskları, gözlükleri en yakından izleyenleri.
Emre Gürkaynak da en gençleri ve aralarına en yeni katılanları, son gelişmeleri çok iyi izliyor.
Hiçbirini tanımıyorum ama onların anlatmadığı bir yarışın “eksik” olacağını bilecek kadar uzun zamandır izliyorum onları.
Sporun birçok dalını, edebiyatı, sinemayı, mutfak sanatını iyi biliyorlar ve uzun yarışları anlatımlarıyla bir hayat festivaline çeviriyorlar.
Beckett’in “Godot’yu Beklerken” isimli eserini, Fransız seyircilerin çok umut bağladığı bir Fransız yarışçının bir türlü finişe gelmediği bir yarıştan esinlenerek yazdığını onlardan öğrenebiliyorsunuz.
Balzac’ın doğduğu şehir, Murakami’nin koşu ve caz merakı da onların repertuvarında bulunuyor.
“Tur”un geçtiği bölgelerin yeme içme alışkanlıkları, nerede hangi peynir yapılıyor, neresi şaraplarıyla meşhur, Paris’teki en iyi krepçi hangisi, saatlerce süren yarışın izleyicilere sunulan değişik lezzetleri.
Elbette bütün yarışçıları, ailelerine varana kadar iyi tanıyorlar ve bisiklet tarihine fevkalade hakimler.
Yıllardır bisiklet yarışlarını izlerim ve onlara bir izleyici olarak borçlu olduğumu hissederim.
Bisiklet dünyanın en zor sporlarından biri.
İtalya’daki “Giro”, Fransa’daki “Le Tour”, İspanya’daki “Vuelta” üçer hafta süren yarışlar.
Her gün yaklaşık 180 kilometre bisiklet kullanıyorlar.
Her gün.
Dağlara tırmanıyorlar… Bazen aynı günde üç dört dağı geçtikleri oluyor.
Bisikletçiler tek tür değil, farklı farklı yetenekleri bulunuyor.
Nasıl bir bisikletçi olacağınız daha doğduğunuz anda belli, kas yapınız, kanınızdaki oksijen taşıma kapasitesi, kilonuz, nasıl bir bisikletçi olacağınızı belirliyor.
Bunları çalışarak geliştirebiliyorsunuz ama doğuştan olan bu özellikleri değiştiremiyorsunuz.
“Sprinter”ler var… Bunlara bisikletin “yüz metrecileri” diyebiliriz.
Genellikle daha iri yarı oluyorlar.
Yaklaşık 180-200 kilometre bisiklet kullandıktan sonra yarışın son elli metresinde süratleri seksen kilometreye kadar çıkıyor.
Müthiş hızlılar.
Çitalar gibi çok hızlı gidiyorlar ama bunu çok uzun zaman yapamıyorlar.
“Zamana karşıcılar” var. Onlar kırk ya da elli kilometre çok hızlı gidebiliyorlar…
“Dağcılar” var, onlar en ufak tefek, en hafif olanları… Duvar gibi dik yokuşları herkesten daha hızlı tırmanabiliyorlar.
Bir de “genel klasmancılar” var.
Onların sayısı çok az… Bütün dünyada herhalde sayıları 10’u geçmez.
Böyle büyük turları sadece “genel klasmancılar” kazanabiliyor.
Onlar dağları iyi tırmananların arasından çıkıyor… Zamana karşı yarışta da iyiler… Ve kimseyle kıyaslanamayacak kadar büyük bir dayanıklılıkları var.
Her etabı kazanmıyorlar ama her etabın sonuna gelindiğinde onlar ilk 10’un içinde oluyorlar.
Böyle büyük bir tur başladığında, kimlerin birincilik için yarışacağı daha başından belli... Bu olağanüstü dayanıklılığa sahip olanlar tanınıyor çünkü.
Büyük turlarda takımlar yarışıyor.
Her takım, genellikle, bir “genel klasmancıyla” onun yardımcılarından oluşuyor. Yardımcılara “domestikler” deniyor.
Domestiklerin görevi, muhafızlar gibi “liderlerini” korumak.
Bisiklette bu koruma işi çok önemli.
Çünkü “rüzgar” çok önemli bir faktör.
Eğer rüzgara karşı tek başınıza giderseniz, sürtünmeden dolayı çabuk yoruluyor ve daha az hızlı gidiyorsunuz.
Ama önünüzde bir ya da birkaç domestiğiniz varsa onlar sizi rüzgardan koruyor, yarışın sonuna daha az yorulmuş olarak geliyor ve finişte önlerde yer alıyorsunuz.
Her takımın yarış planları oluyor.
Hangi etabı alacaklar, yarışın hangi anında atağa geçecekler, rakiplerini nerelerde hızlanmaya ve yorulmaya zorlayacaklar, bunları “teknik direktörleri” yarışın öncesinde belirliyor.
Bazı bisikletçiler, yarışın başında büyük gruptan ayrılarak öne geçiyor, onlara “kaçış grubu” deniyor.
Bisiklette kural şu, büyük gruplar daima küçük gruplardan daha hızlı giderler, rüzgara karşı daha korunaklı yol alıyorlar çünkü.
Ama her zaman kaçış grubunu yakalayamıyorlar ve sürprizler oluyor.
Ya da iki yüz kilometre önde yarışmış bir bisikletçinin son elli metrede tükenip arkadan gelen birine geçildiğini görüyorsunuz.
Fevkalade dramatik anlar yaşanıyor.
Üstelik çok da tehlikeli bir spor.
Bir dağdan inen bisikletçileri izlerken heyecandan koltuğunuza yapışacağınıza iddiaya girerim, daracık, virajlı yollardan, saatte seksen doksan kilometre hızla iniyorlar.
Virajı alamayıp duvarlara çarpan, havada uçan, omzunu kıran kaç bisikletçi izledim.
Daha geçen İtalya turunda, adı pek de bilinmeyen Hollandalı bir bisikletçi büyük bir sürpriz yaparak, isimleri bilinen ünlü “genel klasmancılara” aranın kapanmayacağı büyük bir fark attı.
Yarışın bitmesine üç gün kala artık herkes onun kazanacağına inanıyordu, İtalyanların çok güvendiği bir bisikletçi olan Nibali kendi spor yazarları tarafından yarışı “kaybettiği” ve iyi yarışmadığı için aşağılanıyordu.
Nibali, gazetecilere, “daha fazla soru sorarak beni aşağılamayın, yeterince aşağılandım” diyecek kadar kötü hissediyordu kendini.
Ve yarışın sonuna yaklaşırken, bir yokuştan süratle inen Hollandalı genç bisikletçi bir virajı alamadı, kayalara çarpıp havada uçtu.
Kalkıp yarışa devam etti ama büyük zaman kaybetti.
O güne kadar iyi bir performans gösteremeyen “köpekbalığı” lakaplı Nibali birden atağa kalktı, çok dik bir dağı bütün rakiplerinin önünde geçti ve “kaybetti” denilen İtalya turunu üç gün sonra birinci olarak bitirdi.
Bisikletçilerin dayanıklılığı, ne zaman atak yapacakları konusunda bazen kendi teknik adamlarının talimatlarını da aşan sezgileri, güçleri, kararlılıkları ve zaman zaman ortaya çıkan “centilmenlikleri” beni her zaman çok etkiliyor.
Bir yarışta, çok iddialı yarışçılardan biri düştü, asıl büyük grup ya onun düştüğünü fark etmedi ya da fark etmemiş gibi yapmayı tercih etti, bilmiyorum ama hızlarını kesmeden yollarına devam ettiler. Düşenin rakiplerinden biri aniden hızlandı, büyük grubun önüne geçti, hepsini yavaşlattı ve düşen bisikletçinin gruba yetişmesini sağladı.
Sarper Günsal’dan öğrendiğimim kadarıyla bunun da bir “raconu” var.
Eğer bisikletçi kendi hatasıyla düştüyse beklemek zorunda değilsin, bu da yarışmanın bir parçası ama kendi hatasıyla düşmediyse, bir başka neden onun düşmesine yol açtıysa o zaman “beklemek” bisikletin ahlakına ve asaletine uygun bir davranış.
Bisikletin kendine göre bir ahlakı ve asaleti bulunuyor gerçekten.
Bazen, “turu” kazanmaya aday ünlü bir “genel klasmancının” bir etabı kendi isteğiyle bir başka bisikletçinin kazanmasına izin verdiğini de görüyorsunuz…
Büyük yarışlarda bir etap kazanmak bir bisikletçi için çok önemli bir olay.
Turun sonunda birinci olmayı amaçlayan biri, bir etabı da başka birine hediye edebiliyor onun için.
Tabii bir de olağanüstü görüntüler izliyorsunuz yarış boyunca.
Dağlar, nehirler, ovalar, ormanlar gibi doğal güzelliklerin yanı sıra bir de şatolar, mabetler, manastırlar, şehirler, köyler görüyorsunuz yarışları izlerken.
O doğanın güzelliğine uygun köylere, kasabalara imreniyorsunuz.
Şatoların hala ilk günkü gibi ayakta olmasına, o kadar iyi korunmasına hayran kalıyorsunuz.
Hepsinin tarihini ve hikâyesini öğreniyorsunuz.
Tabii eğer isterseniz niye Fransa’da o kadar çok şato var da Türkiye’de niye hiç yok diye merak edebilir, o şatoların bu iki ülkenin gelişimi ve kültürü arasında nasıl farklar yarattığını da düşünebilirsiniz.
Birazdan yarışın bugünkü etabı başlayacak.
Onu izleyeceğim.
Belki bir ara siz de bakarsınız, aranızdan bu yarışı sevecek birileri çıkabilir, en azından tatile gidemeyenler, ekranda muhteşem görüntüler arasında güzel bir tatil gezintisi yapma imkanına kavuşur. (Haberdar)
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.