KÜRTLERİN İKİ FARKLI DÜNYASI
Süleyman Çevik
22 Mart 2015 Pazar 16:30
İstiklal Savaşı sonrasında cumhuriyeti kuran Türkiye devletinin kadroları, Kürtlerle ilgili niyetlerini daha işin başında onları yok sayarak açığa vurmuşlardı. Dönemin idarecilerinin beyanlarına göre; her şey Türklere göre dizayn ediliyor, ulusal bir devlet kuruluyor ve Kürtlerin de içinde olduğu diğer milletlerin hakları yok sayılıyordu. Bu idarecilerden Fevzi Çakmak’ın “Bu Kürtlerin okumamışıyla baş edemiyoruz, okumuşuyla asla baş edemeyiz.” sözü, idarecilerin Kürtlere bakışını ortaya koyan bir görüş olarak kayıtlara geçecekti.
Gerçekten de yetkililer bölgeye sadece okul açmamakla kalmadılar; yıllarca bölge halkından ulaşım, bayındırlık ve sağlık hizmetlerini de esirgediler…
Cumhuriyetin başında Türkiye’de medreselerin yasaklanması Kürdistan’daki yılların tedrisatına büyük bir darbe indirmiş, Kürtlerin bilgiye ve kültüre açılan kapıları neredeyse tümüyle kapanmıştı...
Kurulan düzene rahatsızlığını isyan ederek dile getiren Kürtlere, devleti yönetenler hep mesafeli yaklaştı ve isyanlar sona erene kadar, Kürtler her an Türkiye’den kopacak diye bakıldı. Ne zaman ki Dersim Ayaklanması ile bu ayaklanmanın artçı hareketleri tamamen sona erdi, ondan sonra devlet kendince kalıcı olabilecek yeni bir strateji izlemeye başladı. Yeni süreçte devlet, güya bilimsel tezlerle, okullarla ve projelerle gelecekti Kürtlere: Önceleri hak talep eden Kürtler şiddetle cezalandırılmış; sonraları Kürtlerin varlığı inkar edilerek nüfuzlu aileler batıya sürülmüş; 1960’lı yıllardan itibaren de Kürtlerin asimile edilme süreci başlamıştır.
Ne var ki her şey rejimin beklediği gibi gelişmedi…
Eskiden beri Kürt hassasiyetine sahip olan Kürt medreseleri, bu dönemde kapanacak duruma gelmiş olsalar da, bazı yerlerde gizlice tedrisata devam ediyorlardı. Ancak önlerinde hem ekonomik sıkıntılar, hem de devlet gibi çok güçlü bir engel vardı.
60’lı yıllardan sonra bölgede devlet okulları açıldı. Bu süreçte Kürt çocuklarının okuduğu bu okullar birer asimilasyon merkezi gibi çalıştı ve buralarda birçok Kürt çocuğu asimile edildi. Buna karşılık Kürtlerin inkarına, dillerinin yasağına ve onlara empoze edilmeye çalışılan Türk milliyetçiliğine tepki duyan birçok Kürt çocuğu da, zıt bir kutupta bilenmiş birer fert olarak üniversitelere geçiş yaptılar. Dönemin atmosferine de uygun olarak; bu gençlerin çoğu çevrelerinin etkisiyle sosyalist-marksist düşünceden etkilendiler ve Kürtlerin sıkıntılarını kendilerine dert edindiler. Ancak Kürt davasını fedakarca sürdüren bu kişiler; hem halklarının inançlarına uzak idiler, hem de o inançlarla kavga ediyorlardı.
Solcu gençlerin yanı sıra, aynı dönemde dini cemaatlerin içinde barınan Kürt gençleri de vardı. Fakat Kürtlerle ilgili çalışmalar ya bu cenahtaki gençlerin ilgisini çekmedi, ya da buralarda idareci konumunda olan birilerinin telkinleriyle Kürt sorununa uzak durdular. Çünkü bu çevrelere göre; madem sosyalist ve solcular Kürt meselesi ile ilgileniyorlardı, Müslümanlar bu fikirlerden uzak durmalıydı. Elbette Müslümanlar içinde bu konuda vicdan sahibi olanlar vardı. Ancak bazı kişi ve çevrelerin telkinleriyle böylesi çalışmalar gayri islami görülüyor ve bu tür çalışmaların İslam’a zarar verdiğine ve insanları tefrikaya götürdüğüne inanılıyordu. Oysa Arapça’ya, Farsça’ya ve Kürtçe’nin Arap harflerine aşina olan bu dindar çevreler, solculardan daha çok bu değerlere hizmet edebilirlerdi.
Sonuçta, solcular hakkını savundukları halkın dinine, değerlerine uzak; Müslümanlar ise Kürtlerin sıkıntılarına dünyalarını kapatmışlardı.
İşte her iki çevrenin görüşlerinde böylesine ciddi problemler vardı.
Böylece son elli-altmış yıllık süreçte Kürtler Müslümanların çalışma alanına girmedi. İslami grupların idarecileri Kürt gençlerini kendi sorunlarından uzak tutarak, onlara dillerini dahi konuşmayı yasakladılar. Sosyalist düşüncenin öncüleri ise, Kürtlerin geri kalmasını İslam'a bağlayarak hem Kürtleri dinlerinden uzaklaştırmaya çalıştılar, hem de yukarıda belirtiğim gibi, onların inançlarıyla kavga ettiler.
Sonuçta biz Kürtlerden birbirinden uzak ve kopuk, iki ayrı dünya çıktı. Bu geçen seneler içinde; bu iki dünya, ayrı ayrı Kürtlerin ruhuna hitap etti; fakat tabir-i caiz ise, her ikisinin de birer kanadı eksikti.
Solculuk fikri Kürtler arasında yayılmadan önce, Kürt mücadelelerinin liderliğini medreseli mollalar ve alimler yapmış; bilgili ve fikir sahibi aydınlar hep bu dini çevrelerden çıkmıştı. Fakat bir süre sonra, medrese mensuplarının sınırlı mücadele ve çabasına rağmen, zaman içinde neredeyse, sadece solcu gençlerin sesi çıkmaya başladı.
Her millet gibi Kürtlerin de farklı inançlara, yaşamlara, fikir ve mezheplere sahip olduğunu kimse inkar edemez. Genel olarak bugün biri Latin, diğeri de Arapça olmak üzere iki farklı alfabeyi kullanan Kürtlerin bu renkliliğini yayın dünyasında da görebiliriz.
Tefsir, fıkıh, hadis ve mevlüt gibi klasik kitapları bu iki alfabe üzerinden mukayese edersek; Arap alfabesiyle yayınlanan bu tür kitapların latin alfabesinden daha çok rağbet gördüğünü söyleyebilirim. Buna karşılık söz konusu dini kitaplar Latin alfabesiyle yayınlandığında; roman, hikaye ve şiir türü kitaplar kadar okuyucunun ilgisini çekmiyor.
Durum neden böyledir? Çünkü Kürtlük fikriyatını sürdürenler İslam'dan uzak olduklarından Latin harfleriyle yazılmış dini kitaplar diğer türler kadar onların ilgisini çekmiyor.
Arap Alfabesiyle basılan klasik kitapların daha çok ilgi görmesinin temel nedeni de medreselerimizdir. Buna karşılık medreselerin roman, hikaye ve şiir gibi modern metinlere itibar etmemesinin nedeni de medreselerin klasik anlayıştan çıkamamasıyla ilgilidir.
Arap harflerini bilmemiz dilimize, edebiyatımıza ve kültürümüze daha çok hizmet etmemize sebep olacak. Çünkü edebiyatımızın temel kitaplarının hepsi bu alfabeyle yazılmıştır. Ayrıca Irak Kurdistan'ı ile İran’da Arap Alfabesi çok daha yaygın ve bu alfabeyle her yıl birçok kitap basılıyor. Türkiye tarafında da, bugün medreselerimiz var ve Arap Alfabesiyle bu medreselere hitap eden Kürtçe kitaplar basılıyor.
Son dönemde Türkiye’de okullarda Osmanlıca’nın ders olarak okutulmasıyla ilgili tartışmalar oldu.
Eski ve yeni kültür arasında köprü işlevi görecek olan bu girişim, Türkçe için ne kadar olumlu ise, Kürtçe için de o kadar olumludur. Burada kendimizi Kürtçe üzerinden Türkçe ile kıyasladığımızda, daha avantajlı bir durumda olduğumuzu söyleyebilirim. Oransal olarak da milletçe, Türklerden daha çok her iki alfabeye aşinayız. Bu nedenle bizler “dün” ile “bugün” arasında çok daha rahat bir köprü kurabiliriz. Zaten her iki alfabeyle de kitaplar yayınlayan Nûbihar’ın çalışmalarının bir amacı da budur…
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.