KÜRTLER, MİSAK-I MİLLİ VE ÖCALAN
Orhan Miroğlu
05 Haziran 2014 Perşembe 04:40
Siyasetin özü, yönetme talebidir. Fransız devriminden bu yana, modern çağda, belli bir ulusu yönetmeyi zor ve güç belirliyordu. Jakobenizm sanıldığı gibi sadece yeni bir ulus yaratmak için değil, üstün ırkı (Almanya, Hitler) ve üstün sınıfı (Rusya, Stalin) yaratmak için de kullanıldı. Ama 21. Yüzyılda yönetme talebi hiçbir şekilde jakobenizme dayandırılamaz. Yönetme talebiyle yola çıkıldığında, yönetilenler, yönetmek isteyenin yönetim anlayışını elbette bilmek, deneyimleriyle sınamak isterler. Buna kısaca demokrasi diyoruz. Demokrasi ise bu yeni yüzyılda, idam sehpaları, toplama kampları ve Gulak’tan çıkmaz, sandıktan çıkar..
Türk siyasi kültürü, jakobenizmle malul bir kültürdür. Kürtler de bu kültürden etkilendiler. Toplumu yukardan aşağıya, jakoben bir anlayışla kurmak, Türk’ü ve Kürd’ü ‘yeniden yaratmak’, ‘ulus devleti ebediyete kadar yaşatmak’ ile ‘demokratik ulus inşası’ için verilen mücadele anlayışları arasında ciddi bir fark olduğu söylenemez.
PKK silahlı bir hareket, elindeki imkanların silahlı mücadeleye bağlı olarak tekamül ettiğine ve büyüdüğüne; sivil Kürt hareketinin kaderinin de, bu çerçevede silahlı mücadeleye bağlı olduğuna inanmakta ve silahlı mücadeleden kopuşu, tasfiye olarak görmektedir. Kırk yıl sonra, bu sabit ve hiçbir dönemde ciddi manada sorgulanmamış inançtan teorik olarak vazgeçilmiş görünse de PKK’yi siyasi alana bağlayan sebeplere bakıldığında, o sebeplerin hala baki olduğunu, dokunulmamış, eleştirisi bile yapılamayan bir takım faktörlerden oluştuğunu görürüz.
Dağda bugün de, elde silah bir gün savaşmayı bekleyen insanlar var. Bu insanlara üniversiteli gençler ve çocuklar katılmaya devam ediyor; PKK için siyasi alan, hala ve büyük ölçüde şiddetle belirleniyor ve şiddetle malul bir alandır.
***
Öcalan’ın öne sürdüğü yeni fikirler itibariyle PKK için yeni bir paradigma oluşturmaya çalıştığı da işin bir başka ve önemli yanı. Bu paradigma ilanının en bariz ve son örneği, çözüm sürecini başlatan ve 21 Mart 2013 Newroz günü okunan mektuptur.
Bu mektubun muhtevasını hak ettiği ölçüde kimse tartışmadı. Mektupta yazılanlarla siyasi ve insani bir yüzleşme yaşamak kimsenin işine gelmedi.
Bunun yerine, statü talebi, ana dille eğitim gibi konular, çözüm sürecinden bu yana en çok tartışılan konular oldu.
Oysa dünyanın hiçbir yerinde, ana dil talebi ve siyasi bir kavram olmaktan uzak, ne ifade ettiği belirsiz, ‘kendi kendini yönetme’ anlayışı üzerine oluşturulmuş bir federal veya otonom yapı söz konusu değildir. Federal ve özerk yapılar, siyasi sebepler, teritoryal anlaşmazlıklar, federal bölgenin merkeze göre daha zengin olması veya kendine yeten bir kaynağa sahip olması (Bask ve Güney Kürdistan) yüzyıllarca sürmüş mezhep savaşları (İrlanda’da) gibi çözümü kolay olmayan gerekçelerle inşa edilmişlerdir. Türkiye’nin Kürt sorununda bu sebeplerin hiçbirinin geçerliliği yok.
Kaldı ki, Türkiye’de bugün, statü talebinin muhatabı, sanıldığının aksine, devlet-hükümet değil, Kürt halkının bizzat kendisidir. Kürtler, mademki otuz yıldır silahlı bir mücadeleyi destekledi, o halde PKK’nin bir siyasi talep olarak müzakere sürecinde masaya getirebileceği demokratik özerkliği zaten onaylamış olmuyor mu diye sorulabilir..
Kanımca net bir cevabı yok bu sorunun.
Demokratik özerklik veya federal çözüm, Kürt halkının ekseri çoğunluğunun siyasi tahayyülünde karşılığı olmayan bir fantazmadır. Bu fantazma Türkiye şartlarında, Kürtler’e bir şey kazandırmaz, kaybettirir. Kürt halkı, ister kabul edilsin ister edilmesin, bugünün şartlarında-nedenini tartışmaya açabiliriz- PKK veya başka siyasi partilerin, önerdiği federasyon, otonomi gibi farklı statü taleplerine değil, Misak-ı Milli statüsüne daha yakın ve daha bağlıdır. Geçen yüzyılda çok şey oldu, çok kan aktı, çok zulüm yaşandı. Kürtler’in vatanı bölündü. Ama bu bölünme bugün fiili olarak sona ermektedir.
Kürt halkı Misak-ı Milli sınırlarının değişmesi veya değişmesini akla getirebilecek bir adım gibi anlaşılmaya ve Türk şoven milliyetçiliğini yeniden tahkim etmeye yarayacak hiçbir siyasi çözüme evet demez. Bölünme korkusunu kendi içinde en az ‘burası dünyanın sonu, buradan başka bir yurt bir ülke yok’ diyerek, Balkanlar, Makedonya ve Kafkaslar’dan gelip, Anadolu’ya yerleşen Müslüman Türk halkı kadar yaşar. Çünkü bilir ki böyle bir bölünmenin sonuçları en çok ona zarar verecektir. Kürtler, Türkiye’yi anavatanları ve Anadolu’yu da, Türkler gibi, dünyanın sonu gibi görürler, çünkü, gidecek başka vatan, başka bir dünya toprağı yoktur. Kader birliği diye bir şey varsa, o da aynı vatan toprağını, iki halkın da dünyanın ucu, dünyanın sonu olarak görmesidir.
Allahtan Kürt siyasi hareketinde bu tarihsel gerçeği anlayan bir lider, yani Abdullah Öcalan var. Kürt aydınları zaman zaman onu Misak-ı Millici olmakla suçlarlar. Ama bence bu suçlama haksız bir suçlamadır. Misak-ı Milli sınırlarını Öcalan’ın savunmasında bir gariplik değil doğruluk vardır. Ama bu doğrulara PKK’nin ayak uydurmada bir hayli zorlandığı da bir gerçek. Silahın egemenliğini sürdürmesi, bu mücadele tarzına gençlerin hala inanmaya devam etmesi; Öcalan’ın yeni fikirlerine inananların işini bir hayli zorlaştırıyor. Türk halkının kafasında cevap bulmamış soruları da çoğaltıyor..
Madem çözüm süreci ve barış var, o halde son zamanlarda artan şiddet eylemlerinin sebebi nedir diye düşünenlerin sayısı her geçen gün artıyor.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.