KÜRT MESELESİNDE AYDINLAR (2)
Etyen Mahçupyan
22 Aralık 2011 Perşembe 04:33
Şiddete karşı olma ve Kürt meselesinin Kürtlere evrensel hakların verilmesiyle çözülebileceği noktasında hemfikir gözüken aydınların siyaset önermelerinin tümüyle farklı olabilmesi çok doğal.
Çünkü şiddet ve hak konuları ilkesel tercihleri ifade ediyor. Oysa uygulanacak somut siyaset, kişiden kişiye sahip olunan ideoloji doğrultusunda farklılaşabiliyor. Bu bağlamda muhafazakârlarla sosyalistleri buluşturan bir unsur, her ikisinin de aktörü öne çıkartan bir yaklaşım sergilemeleri. Diğer bir deyişle muhafazakârlar PKK'ya, sosyalistler ise devlete mesafe alarak, hatta bu aktörleri 'karşılarına' alarak bakıyorlar. Muhafazakârların dayanağı PKK'nın illegalitesi, sosyalistlerin dayanağı ise devletin haksızlığı. Ama sonuçta bir aktöre böylesine karşı olmak, onları istemeseler de diğer aktörün yandaşı kılabiliyor. Nitekim bugün muhafazakâr aydınların gözü kapalı bir şekilde hükümet destekçisi olduğu, sosyalistlerin de kategorik olarak Kürt siyasetinin yanında yer aldığına dair yaygın bir kanı var. Bu tavırların meşruiyetini tartışmak abes, ancak eğer 'siyaset' sorunların çözümüne giden yolda etkileyici ve ön açıcı olmaksa, her iki tutum da başarısızlığa mahkûm gözüküyor. Çünkü bu tür kemikleşmiş sorunlarda çözüm herhangi bir tarafın suçlanması ve diz çöktürülmesi ile değil, her iki tarafın da öncelikle kendi siyasetini esnek hale getirmesiyle mümkün olabiliyor. Oysa hem muhafazakârlar hem de sosyalistler, kendilerine yakın olan aktörü var olduğu biçimiyle tahkim ederken, karşı tarafın aktörüne ise hiçbir biçimde ulaşamıyorlar...
Öte yandan son tartışmalar Kürt meselesi bağlamında farklı bir aydın konumu daha üretti. Demokratlar meselenin iki tarafına da mesafe alan bir yaklaşım sergilediler, ama bunun ille de mekanik anlamda 'eşit' olması kaygısını taşımadılar. Onun yerine yaşananların içinden konuştular ve her adımda her iki tarafı hem ilkesel temelde eleştirdiler hem de siyaseten olası imkânları vurguladılar. Bu yaklaşımda belirleyici olan, hedefte bir aktörün değil bizzat çözümün olması, ayrıca hedefe giden yolun hangi aktör tarafından döşendiğinin de ikincil kalmasıdır. Diğer bir deyişle demokratlar için önemli olan 'ideolojik aidiyet' duygusu değil, doğrudan siyasetin yarattığı olanaklar ve bu olanaklar karşısında yapılan tercihlerdir. Bu durumun meselenin aktörlerine yüklediği sorumluluk ise her türlü aidiyet, legalite ve hakkaniyetten bağımsız olarak çözümün meşruiyet zeminini ve gerçekçiliğini oluşturur.
Öte yandan demokratların içinde de iki yaklaşımdan söz edilebilir. Biri, hükümeti farklı bir siyasete davet ederken, diğeri aynı talebi Kürt siyasetine yöneltiyor. Birincisinin mantığı şöyle: Devlet baskısı sürdüğü sürece Kürtler hiçbir zaman PKK'ya sırt çevirmezler çünkü devlet korkusu her zaman daha ağır basar. Bu nedenle devletin Kürtleri 'şaşırtacak' ve onları siyaset karşısında özgürleştirecek bir çizgi izlemesi gerekir. İkinci yaklaşımın mantığı da aynı önermeyle başlıyor: Baskı sürdükçe Kürtler PKK'dan uzaklaşmaz... Ancak değişimin devletten beklenmesini, son derece haklı ve meşru olmakla birlikte, siyaseten gerçekçi bulmuyor. Devletin insani kaygılar ve haklar bağlamında aklıselime çağrılmasını naif bir beklenti olarak değerlendiriyor. Çünkü basitçe söylemek gerekirse devlet böyle bir şey değil! Karşımızda sorunu yaratan, kasten besleyen ve çözümsüzlüğe iten bir devlet 'aklı' var. Çözüm devletin açıkça itiraf etmese de 'burnunu sürtmesini' gerektirmekte...
Burun sürtme olayının ille de bir tür aşağılama içermesi gerekmiyor. Nitekim devleti yönetenlerde yaşanacak olumlu yöndeki zihniyet dönüşümleri veya dünya konjonktürünün gizli veya açık teşviki bunu sağlayabilir. Nitekim bunların bugün geçerli olmadığını da söyleyemeyiz ve bu açıdan birinci demokrat yaklaşımın gerçekten de anlamı var. Ancak bu süreç belirsiz ve güvenilmez olmanın yanında, çözüm olasılığını da sorunu yaşamayan aktörün sorumluluğuna terk ediyor. Oysa durum açık: Çözümü asıl isteyen ve hak edenler tabii ki Kürtlerdir... Her gecikme onların hayatından çalınıyor. Dolayısıyla da çözüme gidişte asıl siyasi sorumluluk da Kürtlere düşüyor. Bunun anlamı taviz vermeleri, devletin suyuna gitmeleri değil, devleti çözüm noktasına getirecek siyaseti üretmeleridir.
Demokrat aydınların bir bölümü devleti sağduyuya davet etmekle doğru bir iş yapıyorlar. Ne var ki devletin bu konuda bir aciliyeti yok, çünkü sürenin uzamasının ürettiği bir maliyetle karşı karşıya değil. Hatta PKK'nın 'terörist' olduğuna ilişkin genişleyen bir işbirliği üretebilmesi, meseleyi daha da yüzeyselleştirebiliyor. Bu durumda devletin duyarsızlığının bir 'maliyetinin' olması lazım ve bunu Kürt siyasetinin üretmesi gerek.
Şimdi kritik soruya gelelim: PKK şiddeti artırırsa mı, yoksa bitirirse mi devletin 'maliyeti' ağırlaşır? Şiddet artarsa PKK 'terörist' olma yolunda tescillenir ve devletin meşruiyeti artar. Oysa şiddet biterse devlet psikolojik baskı altında kalır ve özgürlükleri vermeme nedeninin hiçbir meşruiyeti kalmaz. Aslında durum basit... Hâlâ 'cesur ve demokrat Kürtler' eşiğindeyiz.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.