22 Kasım 2024
  • İstanbul7°C
  • Diyarbakır6°C
  • Ankara12°C
  • İzmir17°C
  • Berlin1°C

KÜRT AYDINININ TRAJEDİSİ (2)

Orhan Miroğlu

01 Eylül 2012 Cumartesi 07:16

PKK’nin onu onaylamayan Kürt aydınları ve siyasetçilerini, itibarsızlaştırmak ve kuşatmak için başvurduğu yöntemlerin başında “devletle işbirliği” suçlaması gelirdi, durum hâlâ da budur.

Geçmişte Kürt aydınlarının, kendilerini korumaları, bu saldırılara cevap vermeleri imkânsız bir şeydi.

Devlet medyası ve ulusal medya dediğimiz medya sahası Kürt aydınlarına ve siyasetçilerine sonuna kadar kapalıydı.

Dolayısıyla Kürt siyasi hareketiyle şu ya da bu sebeple bir anlaşmazlık yaşayanların kullanabileceği ve sesini duyurabileceği bir alan olmadığı için, Kürt kimliğiyle bilinen aydınların susturulması çok zor olmuyordu.

Bu durumun medyada farklı bir akımın ve alternatifin gelişmeye başladığı 2000’li yıllardan sonra değişmeye başladığını söyleyebiliriz.

Kürt aydınları deyimini en çok bu dönemde duymaya başladık.

Benim ve başka Kürt aydınlarının ilk Radikal 2 yazıları o tarihte yayımlanıyordu.

O dönem yazılarını okuduğumuz, fikirlerinden istifade ettiğimiz Kürt aydınlarının yazı serüveni farklı oldu, kimisi yazmayı sürdürüyor, kimi yazmayı bırakıp siyasete geçti, kimi de susmayı ve köşesine çekilmeyi tercih etti.

Benim yazı serüvenim Taraf ve Todayszaman’da devam ediyor, ama itiraf edeyim eski şevk ve heyecan içinde değil..

Bazen yazmayı bırakıp köşeme çekilmek ve hayatın basit bir seyircisi olmak arzusu dayanılmaz bir arzuya dönüşüyor.

Korkularımı ve endişelerimi, 12 yıldır yazıyor olmama rağmen yenebilmiş değilim.

Kürt aydınları hep korkutuldu ve korku içinde yaşamaya mahkûm edildi..

“Devletle işbirliği” veya “PKK’yle işbirliği” suçlaması altında ezilip yok olacağız diye endişe duydu.

“Devletle işbirliği yapıyor” ve benzeri yalanlar, zamanla Kürt aydınlarını oyunun dışında tutmak isteyenlerin elinde güçlü bir silaha dönüştü. O kadar ki, savaş yıllarında dahi, bir “zarar- ziyanı” olmamış, servetlerine servet katmış birtakım adamlar, Başbakan Erdoğan isteseydi bugün AK Parti sıralarında yer alacak ve onu alkışlayacak olan adamlar, şimdi BDP saflarındalar ve Kürt mahallesinde itibarsızlaştırma kampanyalarının çok para ettiğini bildiklerinden, ağızlarını her açtıklarında, BDP’li olmayan nerdeyse bütün Kürtleri “devşirme Kürt” olmakla suçluyorlar.

Ama bu tarife, sahip oldukları servet ve siyasi geçmişleri itibariyle en çok da onlar uyuyorlar.

Oysa düşünceleri, siyasi mazisi belli insanların, devletle ve hükümetle diyalog içinde olmalarının eleştirilecek bir yanı yoktur.

Kürt aydınlarının korkuları sebepsiz değildir elbette; geçmişte iç infazlar, devletin faili meçhul cinayetleri, ve iki yönlü kuşatmalar vardı..

Ama korku, aynı zamanda kendine güvensizliğin bir ifadesiydi ve bu korkuya yenildiğiniz zaman Avrupa’da da olsanız Türkiye’de de olsanız, hiç fark etmez, aynen sevgili Adalet Ağaoğlu’nun roman kişisi gibi, “İntihar etmeyeceksek içelim bari” deyip siyasi hayatın dışına çekilmekten başka çareniz kalmıyordu.

Kendinizi sürekli olarak savunma psikolojisi içinde hissettiğiniz bir dünyanın sınırları içine hapsolmak ve bu hapishaneden kurtulmaya çalışmak kolay değil.

Bunu başarabilenlerin sayısı da, fazla değil.

Devletin gereksiz baskısı ve kontrolü, devletle yarışmaya çalışan egemen siyasetin kontrolü ve baskısı karşısında zayıf kalır. Birincisine karşı kendinizi her bakımdan savunabilirsiniz, baskıya ve sindirmeye karşı gücünüz oranında sesinizi çıkarabilirsiniz; nihayetinde, orada herkesin riayet etmek zorunda olduğu bir hukuk var, uğradığınız haksızlığın ve zulmün kaydı kuydu tutulur, ama ikinci alanda ne hukuk, ne kayıt ne başka bir şey var.

Bunun yerine, tarih boyunca Stalinist partilerin denediği çağdışı uygulamalar ve prensipler var.

Kuşatma, itibarsızlaştırma ve uygun koşullar oluştuğunda da, fiziki olarak yok etme var.

Kürt aydınının bağımsızlığını kuşkusuz devlet de istemez, ama ona benzemeye çalışan ve belli bir iktidar alanı kullanan egemen Kürt siyaseti de istemiyor ve kendi aydınına her şeyi yasaklıyor.

Oysa geçmişte, aynı hareket tarafından, yüzbaşı, binbaşı düzeyinde dahi, devletle her türlü ilişki kuruluyordu. Ama Kürt aydınlarının çözüm için muhatap olabilecek bir siyasi partiye ve kuruma yakınlaşmaları ihanet olarak görülüyordu.

Öcalan PKK’nin kurulduğu günden bu yana devletle iç içe olunduğunu hiç gizlemedi.

Gerçi kim kimi kullandı, bu karşılıklı kullanma kime ne kadar fayda sağladı o Allahü a’lemdir (belirsizdir) ama PKK bu gerçeği, “devleti devrimci çıkarlar doğrultusunda kullanmak” olarak tanımladı ve kimsenin, bu tanıma ve bu ilişkiye itiraz etmesine ve eleştiri yöneltmesine izin vermedi.

Daha ilk kuruluşta durumu fark edip geri çekilmek isteyenler ise bunu hayatlarıyla ödediler.

Devletin siyasi kanadı da değil, askerî kanadıyla ve istihbaratıyla kurulan ilişkilerin hesabı hiç verilmedi, bunun bir muhasebesi ne PKK’de ne de bu alandaki sicili epey bozuk olan bu devlet içinde yapıldı.

PKK bence politikalarında başarılı oldu.

Çünkü devlet ve başka siyasi aktörler bu politikaya hiçbir zaman karşı çıkmadılar, tam tersine destek verdiler.

İstedikleri şey karşılarında PKK’nin tek başına temsil edeceği bir Kürt hareketiydi.

AK Parti dönemiyle bu değişir gibi oldu, ama esasta ciddi bir değişiklik olduğu kanısında değilim. Bugün Kürt politikasına devlet ve hükümet katında yön verenler arasında, Kürt aydınlarıyla ve sivil toplumuyla dostlar alışverişte görsün misali değil, sürekliliğe ve samimiyete dayanan bir ilişkiyi savunan ve buna yürekten inanan kaç kişi var, ya da var mı sorusu sorulmaya değer bir sorudur.

Yirmi milyon Kürt var deniyor, konuşan Kürt aydını sayısı üçü beşi geçmez. Onlar da arkalarında bir siyasi güç filan hissettikleri ve bundan cesaret aldıkları için değil, özellikle vicdanları başka bir şey söylemeye izin vermediği için konuşur.

Bedelini de tek başlarına ödeyerek konuşur.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.