KONFERANS VE SONRASI...
Gençay Gürsoy
31 Mayıs 2013 Cuma 08:37
Geçtiğimiz hafta sonu Ankara’da gerçekleştirdiğimiz “Demokrasi ve Barış Konferansı”, her şeyden önce Kürt özgürlük hareketi ile, başta “sosyalist sol” olmak üzere, Türkiye’deki hemen bütün demokrasi güçleri arasında bir irade birliğinin varlığını kanıtlamış oldu. Barış sürecinin başlamasıyla birlikte, barışın itici gücü görevini yüklenmiş olan Kürt siyasi hareketi ile, siyasi iktidarın demokrasi ufku konusunda kuşkularını belirten sosyalistler arasında, zaman zaman dostça serzenişler şeklinde kendini açığa vuran gerilim bu konferansla büyük ölçüde aşıldı. “Müzakere sürecinin kesintisiz olarak sürdürülmesi” için gösterilen çabalara hep birlikte ortak olunması gerektiği ifade edildi. Kalıcı barışın inşası için kaçınılmaz bir ihtiyaç olan demokratikleşme konusunda duyulan haklı endişeler paylaşıldı. Sonuç bildirgesinde “AKP Hükümeti’nin hegemonyacı ve otoriter bir siyaset anlayışı ile çözüm sürecinin sağlıklı gelişmesinin önünde sorun alanı yaratmaması gerektiği” belirtildi. Böylece çatışmaların son bulmasının sevinci paylaşılırken, daha önümüzde katedilmesi gereken uzun bir yol olduğu gerçeğinin de altı çizilmiş oldu.
Siyasetin toplumsallaştırılması
Konferansın nihai mesajında dile getirilmiş olan demokratikleşme süreci, hiç kuşku yok ki, sadece Kürt siyasi hareketi ile iktidar arasındaki “müzakere”lerle sınırlı kalamazdı. Esasen konferanslar dizisi de bu sürecin toplumsallaştırılması ihtiyacından doğdu. Kürt sorununun çözüm anahtarının çoğulcu, özgürlükçü, eşitlikçi bir demokrasiye birebir bağlı olması ve bunun son 30 yıl içinde, kadınıyla, erkeğiyle, yaşlısıyla, genciyle, siyasallaşmış Kürt halkı tarafından büyük oranda içselleştirilmiş olması, aynı ihtiyacı duyan bütün toplum kesimleri için büyük bir şanstır. Zaman zaman, batıda yaşayan Kürtlere yönelik linç girişimlerine karşın, Kürtlerin çoğunluk olduğu bölgelerde Türklere yönelik benzer eylemlerin görülmemiş olmasında, bu içselleştirmenin belirleyici rolü vardır.
Konferans çağrıcılarından Tarık Ziya Ekinci, sağlık nedenleriyle katılamadığı konferansa gönderdiği mesajda, bu tespiti şu cümlelerle dile getiriyor: “Bugün için Türkiye’de demokrasinin tek itici gücü vardır, o da Kürt halkının talepleri ve bu talepler için yürüttüğü mücadeledir. Kürtlerin taleplerini karşılama yolunda atılan her adım aynı zamanda demokrasi için atılmış adımdır. Bu nedenle demokrasi isteyen herkesin görevi, Kürtlerin eşit vatandaşlık taleplerine destek olmaktır.”
Barış ve demokrasi taleplerinin toplumsallaştırılması sürecinin Fırat’ın batısında çok kolay ilerleyemeyeceğini hepimiz biliyoruz. “Akil insanlar” tecrübesi, gelmiş geçmiş bütün iktidarların ortak gayreti ve kışkırtması ile kalıplaşarak zihinlere yerleşmiş önyargıların, Kürt halkının demokratik taleplerinin nesnel olarak kavranmasını güçleştirdiğini yeterince kanıtlıyor. Bu önyargı perdesinin kaldırılması için her şeyden önce, siyasi iktidarın ve tabii ki muhalefetin dilini değiştirmesi ve demokrasi güçlerinin bu yolda gösterecekleri çabaları kolaylaştırması gerekiyor. Kamuoyu yoklamaları her şeye rağmen zamanın sürecin lehine geliştiğini, sabırla anlatıldığında en katı önyargıların bile silinebildiğini gösteriyor.
Siyaset alanı daraltılıyor
Demokrasi ve barış konferansının sürecin toplumsallaşması doğrultusunda yürütmeyi kararlaştırdığı çalışmalar için izleyeceği yolun türlü engellerle dolu olduğunu biliyoruz. Bu engellerin başında temel hak ve özgürlükleri kısıtlayan bir dizi yasa yanında, devlet merkezli, milliyetçi/muhafazakâr yargı kültürünün kalıntıları var. Her şeyden önce bu engellerin ortadan kaldırılması, en azından bu yolda çaba gösterilmesi gerekirken, aksine siyasi iktidara yandaş olmayan her türlü meşru siyasal gösteri, toplu basın açıklaması, dozunu gittikçe artıran bir polis şiddetiyle dağıtılıyor, toplumsal siyaset alanı genişletileceğine, aksine daraltılıyor.
30 yıllık kanlı çatışmaların bıraktığı tortuların temizlenmesi, ortak yaşamın yıpratılmış bağlarının onarılması, başta Kürtler, Aleviler, gayrimüslimler olmak üzere her tür dışlanmış, ötekileştirilmiş toplum kesimlerine karşı uygulanan devlet zulmüyle yüzleşilmesi adına hiçbir somut proje ortaya konmadığı gibi, acısı daha kabuk bağlamamış olan Roboski katliamı karşısındaki devlet kibri sürdürülüyor, iktidarın Reyhanlı katliamındaki sorumluluk payı gözlerden gizlenmeye çalışılıyor. Cezaevlerindeki insanlık dışı koşullar, işkenceler, tacizler, tecavüzler devam ediyor.
Çoğulcu bir demokrasiye doğru yol almamız gerekirken, siyasi iktidar eliyle gittikçe yerleşen, lider merkezli, çoğunluğa dayalı otoriter yönetim tarzı, “başkanlık sistemi” gibi yeni model arayışlarıyla pekiştirilmeye çalışılıyor. Yüzde on seçim barajı gibi hiçbir demokratik ülkede örneği bulunmayan bir temsil adaletsizliği, bu yolda pazarlık konusu yapılmak isteniyor. “Tekçi anlayış” doğrultusunda yaşam biçimimize müdahale ediliyor. İçki kullanan milyonlarca insan bizzat başbakanın ağzından hakarete uğruyor, şeytanlaştırılıyor. Adı konmadan, çoğunluğun temsil ettiği inanç sistemi fiili olarak dayatılarak laiklikten gittikçe daha çok uzaklaşılıyor. İstanbul gibi dünya kültür mirası olan bir kentin kimliği, lider kararıyla pervasızca değiştirilmek isteniyor. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, anlı şanlı bir devlet töreniyle temeli atılan 3. Boğaz köprüsüne, Alevi yurttaşlarımızı taammüden yaralamak istercesine “Yavuz Sultan Selim” adı veriliyor.
İlkini geçen hafta sonu Ankara’da gerçekleştirdiğimiz bu konferanslar dizisinin, sınırlarımız içinde silahlı çatışmaların ve ölümlerin son bulduğu bu dönemi, bölgedeki bütün taraflar, bütün kültürler, bütün inanç grupları ve bütün dışlanmışlar için kalıcı barışa ve eksiksiz bir çoğulcu demokrasiye dönüştürecek halk iradesini ortaya çıkaracağı umudunu diri tutmak zorundayız. Ancak bu umudun ayakta kalabilmesi için gerçekleri açık seçik görmek ve mücadele stratejisini iktidarın bu niteliklerini hesaba katarak belirlemek gerekiyor.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.