27 Kasım 2024
  • İstanbul8°C
  • Diyarbakır2°C
  • Ankara0°C
  • İzmir5°C
  • Berlin5°C

KİTAP, KURŞUN, ÇIĞLIK...

Ahmet Altan-

24 Aralık 2015 Perşembe 20:10

Polisler, ellerinde makinelileri, kafalarında çelik kasklarıyla, hafifçe öne eğik vaziyette eve giriyorlar, odaları dolaşmaya başlıyorlar, polislerin arada bir duyulan azarlayıcı seslerinden başka bir ses yok.

Epeyce yoksul gözüken evin odalarında polis kamerası da çelik kasklı polislerle birlikte dolaşıyor… Birden bir patlama sesi duyuluyor… Ardından bir çığlık:

“Kızımı vurdular…”

Hiçbir neden yokken vuruyor polislerden biri kızı.

Bir an dehşetle donuyor her şey…

Sonra baba “kızımı öldürdünüz” diye polislerin üzerine yürüyor, polisler “kelepçe, kelepçe” diye bağırıyorlar… Zavallı anne terliğini fırlatıyor polislere.

Vurulan kız kanlar içinde yerde yatıyor.

Türkiye’de bir insan daha ölüyor.

Roger Spottiswoode’un, hırsız diktatör Somoza’nın yönettiği Nikaragua’yı anlattığı “Ateş Altında” filminin bir sahnesini hatırlıyorum.

İki gazeteci, Gene Hackman’le Nick Nolte, iç savaşın sürdüğü başkent Managua’da otellerine giderken yollarını kaybediyorlar… Yıkıntılarla dolu sokaklardan geçiyorlar.

Bir askeri birlik görüyorlar bir köşe başında.

Nolte arabada kalıyor, Hackman elindeki basın kartını havaya kaldırarak, yolu sormak için askerlere yaklaşıyor.

Askerler onu bir duvara dayayıp, kendi aralarında hararetli hararetli bir şeyler konuşuyorlar.

Nolte, arkadaşının ve askerlerin resimlerini çekiyor uzaktan.

Hackman, “ne beklediğimi bilmiyorum” gibilerden ellerini açarak arkadaşına gülümsüyor.

Bir asker, tüfeğini kaldırıp vuruyor Hackman’i.

Hiçbir neden yok öldürmesi için… Ama öldürüyor.

Polislerin genç kızı öldürdüğü gibi öldürüyor.

Sarıyer’deki o küçük evde polislerin Dilek Doğan’ı öldürmesi için de bir neden yok ama öldürüyorlar.

1979’da çekilmiş Nikaragua ile ilgili bir içsavaş filminin gerçeğini 2015 yılında biz Türkiye’de izliyoruz.

Çekip vuruyorlar.

Tek adam yönetimlerindeki ülkeler çeşitli belalar yaşıyor.

Öncelikle, “devlet aklı” kayboluyor, “tek adamın aklı” devlet aklının yerine geçiyor.

Bütün bir devlet, “tek bir adam” ne kadar akıllıysa ancak o kadar akıllı oluyor.

Tek bir akıl, büyük bir devletin karşısındaki bütün olasılıkları kavramaya yetmeyeceği için devlet aklı tekliyor, yetersizleşiyor, saçmalamaya başlıyor.

Bu, böyle ülkelerde sık görünen, bilinen bir sorun.

Ben, başka bir sorun daha olduğunu düşünüyorum, pek dile gertirilmeyen bir sorun.

Tek adamın sinir sistemi, devletin sinir sisteminin yerini alıyor.

Belki de asıl bela bu.

Tek adam öfkelendiğinde bütün devlet öfkeleniyor.

Tek adam korktuğunda bütün devlet korkuyor.

Tek adam paniklediğinde bütün devlet panikliyor.

Tek adam intikam almak istediğinde bütün devlet intikamcı kesiliyor.

Koskoca devlet aygıtı, akıl almaz, anlaşılmaz işler yapmaya başlıyor.

Gidiyor, Rus uçağını vuruyor mesela.

Vurduktan sonra panikliyor.

Rusya, “burnunu Suriye sınırından bir uzat da bak sana ne yapacağım” diye dünyanın gözü önünde aşağılayarak tehdit ediyor.

Bu tehdit karşısında NATO’ya sığınıyor.

NATO, panik atak geçiren bir ülkenin güvenilmezliğini fark edip, ülkenin sınırlarını korumak için kendi uçaklarını, askerlerini geritirip, devletin koruması gereken sınırı kendisi korumaya başlıyor.

Korkunun ve aşağılanmanın getirdiği öfkeyle ve bir “kahramanlık yapma” sevdasıyla kimseye sormadan Irak’a asker sokuyor.

Irak “çıkın” diyor.

“Asla oradan çekilmeyeceğiz” diyorlar, Obama telefon edip “çıkın oradan” diye azarlayınca, “oradan asla çıkmayacağız” lafından sadece dört gün sonra Irak’tan apar topar çekilmek zorunda kalıyorlar.

Dışarda ard arda yaşanan aşağılanmalar artarken, bu sefer içerde bir kahramanlık aranıyor.

Güneydoğu’nun ilçelerine, mahallelerine tanklar sokuluyor, evler top ateşine tutuluyor, binalar yıkılıyor, insanlar öldürülüyor.

11 yaşındaki bir çocuğu başından vuruyorlar, annesiyle babası ellerinde “beyaz bayrakla” çocuklarını hastaneye yetiştirmeye çalışıyor, tankların, topların, damlardaki keskin nişancıların kuşatmasını yaramıyorlar.

Yıkıntılar arasındaki bir sokakta çocukları kucaklarında ölüyor.

Ölümler arttıkça, kuşatılan mahallelerin sayısı da artıyor.

Evden çıkma yasakları konuyor.

Türkiye devletinin mi yoksa “tek bir adamın” mı polisiyle jandarması olduğu bilinemeyen üniformalı insanlar, okullardaki karatahtalara “tehdit” mesajları yazıyorlar, tekbirler getirerek havaya kurşunlar sıkıyorlar, geceyarıları mehter marşları çalarak sokaklarda dolaşıyorlar.

Korktukça korkutuyorlar.

Korkuttukça, içsavaş görüntüleri yayılıyor, önce bölgeyi sonra ülkeyi yakacak bir nefret birikiyor, silah sesleri, top gürültüleri, çocuklarını kurtarmaya çalışan beyaz bayraklı kadınlar çoğalıyor.

Okullar, camiler, evler alev alev yanıyor.

Kürtçe haykırışlar, çığlıklar, öfkeli kalabalıklar büyüyor.

Devlet dengesini kaybedince, adalet de dengesini kaybediyor.

Bir mahkeme, baskın yapılan bir evde kitapları bulundu diye Hasan Cemal’le Tuğçe Tatari’nin kitaplarını toplatıyor.

Yargıç kitapları okumuyor bile.

Tek adamın kızdığı herkesin kitabının toplatılabileceği, hukuk ölçülerinin yok olduğu, devletin “temel direğinin” kırıldığı bir belirsizlik yayıldıça yayılıyor.

Bir genç kızı vuran polis serbest bırakılırken, bir haber yaptı diye gazeteciler hapishanelere dolduruluyor.

Cumhuriyet Gazetesi’nden Kemal Göktaş, sınırda “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”nin askerleriyle IŞİD’liler arasındaki “samimi” konuşmaların tapelerini yayınlıyor.

AKP’lileşmiş askerlerle karşılaşıyor, polisten sonra ordunun da belli kademelerde AKP’lileştiğine tanık oluyoruz.

Devlet, polisiyle, ordusuyla, adalet sistemiyle birlikte çözülerek, herkesi düşman gören “dinci” bir intikam örgütüne dönüşüyor.

AKP’li olmayan herkese düşmanlar.

Evlerini basabilir, çocuklarını öldürebilir, kitaplarını toplatabilir, kızdıklarını hapsedebilirler.

İstedikleri kadar para çalabilirler.

Her türlü yasadışı işi yapabilirler.

Sadece Gene Hackman’in vurulduğu film sahnesi değil, Türkiye’deki bütün hayat Somoza’nın Nikaragua’sına benziyor yavaş yavaş.

Ülke yönetimi “Somoza”laşıyor.

Devlet yıkılıyor ve o korkunç moloz yığını ölüm ve dehşet putrelleri halinde toplumun üstüne çöküyor.

Bu ağırlığı bir toplum taşıyamaz.

Güneydoğu bu ağırlığın baskısı altında kanlı çatışmalarla, hendeklerle kırıldı.

Böyle devam ederse ülkenin birçok yerinde, hiç beklenmeyen anlarda yeni kırılmalarla karşılaşacağız.

Yıkılan bir devlet, bu devleti ayakta tutmaya gücü yetmeyen bir toplum, bu yıkılışı paraya çevirmeye çalışan insafsız bir hırsız çetesi, kaybolan adalet, hapishaneler, yasaklar ve her geçen gün biraz daha çöken bir ekonomiyle bir “finale” doğru koşuyoruz.

Kürt kadınlarının taşıdığı bayraklar kucaklarındaki bebeklerinin ölümünü engelleyemiyor, beyaz bayraklara aldırmadan öldürüyorlar.

Bu korkunç yönetim karşısında canlarını ve mallarını, sayfalarında “beyaz bayraklar” çekerek kurtaracaklarını sananlar, o beyaz bayraklar sizi kurtarmaya yetmez, yetmeyecek, bunu göreceksiniz.

Beklediğiniz istikrar asla gelmeyecek bu yönetimle.

Hukukun sağlam direğine tutunarak direnmekten, devleti ve toplumu korumak için adaletin bayrağını yükselterek mücadele etmekten başka bir çare gözükmüyor.

Teslim olanlara merhamet göstermeyecekler.

Bana inanmayabilirsiniz.

Ama hayat size gerçekleri gösterecek.

Eğer direnmezseniz çok da uzun olmayan bir gelecekte, o gerçekler hepimizin kapısını çalacak. (Haberdar)

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.