22 Kasım 2024
  • İstanbul18°C
  • Diyarbakır10°C
  • Ankara14°C
  • İzmir19°C
  • Berlin3°C

KAYBET / KAYBET…

Etyen Mahçupyan

12 Ekim 2014 Pazar 07:02

Otuz yıllık savaşın, birikmiş karşılıklı husumet ve öfkenin ardından çözüm sürecine girilebilmesi kolayca öngörülebilir bir durum değildi. Hele öncesinde çatışmaların epeyce üst noktalara tırmandığı, açlık grevleri üzerinden gerilimin toplumsallaştırıldığı düşünülürse… Ama taraflar bu sağduyuyu gösterdiler. Gözlemciler ise haklı olarak tavır değişikliğini rasyonel bir çerçeveye oturtma ihtiyacı duydu. Her iki taraf için de mesele ilkesel bir tercihten ziyade, savaşı kazanma ihtimali olmadığının idrak edilmesi ve çözümden kazançlı çıkılabileceği öngörüsünün yapılması ile ilgiliydi. Bunun bir ‘kazan/kazan’ durumu olduğu tespiti yaygın kabul gördü ve hayat da bu tespiti doğruladı.

Ancak mesele ‘kazanmanın’ ötesinde, hayalindeki kazancı gerçekleştirmek olunca süreç kırılganlaştı. Hükümet Kürt meselesini demokratik bir sıçrama sayesinde normalize etmeyi, etnik niteliğinden sıyırarak vatandaşlık temeline oturtmayı hedefledi. Süreç ilerledikçe kendiliğinden bu sonuca yaklaşılacağını, Kürt hareketinin bu dönüşüme adapte olmak zorunda kalacağını öngördü. PKK/BDP ise süreci zorlayarak çıtayı adım adım yükseltebileceğini, sonuçta etnik temelli bir özerk yönetimi mümkün kılabileceğini tasarladı. Ne var ki bu simetrik bir denklem değildi. Hükümet sürecin hızını ve niteliğini belirleme gücüne sahipti ve Kürt hareketinin buna karşı atabileceği barışçı adımlar sınırlıydı. Dolayısıyla hükümetin kazan/kazan dengesini kendi lehine esnetme ihtimali Kürt cenahı için korkutucu bir ihtimale dönüştü. Öcalan hızlanmayı, bir an önce müzakere safhasına geçilmesini isterken bu tehdit algısının farkındaydı. Ama hükümet kendi temposunu fazla bozmadı. Savaşı zorlayanın kaybedeceği, Kürt hareketinin barışa ‘mahkum’ olduğu değerlendirmesi yapıldı.

Sinirlerin gerildiği bu ortamda Rojava’nın özerkliği denklemi yeniden kurdu. Kürtler için hayallerdeki ‘kazanç’ somutlaşmış, tarihin ebeliğinde önlerine altın tepside sunulmuştu. Buna sahip çıkmak, ne olursa olsun korumak ‘milli’ olmanın ötesinde varoluşsal bir meseleye dönüştü. Hükümet ise özerk bir Kürt bölgesinin Suriye’deki kargaşadan yararlanılarak empoze edilmesinin kendi hayalindeki denklemi bozduğunu gördü. Sürecin temposu da, içeriği de artık farklı bir çerçeve içinde ele alınmak durumundaydı… Türkiye için yanlışın maliyeti giderek arttı.

Derken ortaya IŞİD çıktı ve söz konusu denklem bir kez daha aksi yöne doğru eğildi. IŞİD saldırısı PKK’nın bir özerk bölgeyi taşıyabilecek askeri yeteneğe sahip olmadığını göstermekle kalmadı. Hayalleri süsleyen Rojava ‘devriminin’ ne denli zayıf ve kırılgan bir yapıya sahip olduğunu, ne kadar kolayca buharlaşabileceğini gösterdi. Hükümet muhtemelen Kürt hareketinin bunu idrak ederek karşısına çıkmasını istedi. Ama karşı cenahta olay siyasi bağlamı aşmış, psikolojik bir sıkışmaya dönüşmüştü. Kazan/kazan dengesi böylece anlamsızlaştı çünkü Kürtler zaten kaybetmekteydiler. Kaybedecek bir şeyin kalmadığı, Rojava’nın yaşayamadığı bir dünyada Türkiye’deki demokratik düzenle mutlu olmanın mümkün olamayacağı duygusu hakim oldu.

Bu atmosferde Kürt hareketi bir yandan paniğe kapılırken, diğer yandan da Türkiye’yi cezalandırma arzusuyla doldu. Kandil’in taktiksel zorlaması ile barış fikrine entegre olmakta zorlanan genç kuşağın öfkesi buluştu ve HDP içinde de destek buldu. Demirtaş’ın temsil ettiği sağduyu bu gerilimde ezildi. Sonuç Kürt hareketinin kazançlı çıkamayacağı belli olan bir hamlenin akıldışı bir şekilde hayata geçirilmesiydi. HDP’nin çağrısıyla onlarca Kürt öldü, bir Kürt iç savaşı potansiyeli hortladı ve bunun Kobani’ye hiçbir yararı olmadı. Bu kadar kısa sürede böylesine stratejik bir zafiyeti Kürt hareketi ilk kez yaşadı. Ancak Kürt hareketinin kaybı hükümetin kazancı anlamına gelmedi. Belki bazıları yüzeysel bir bakışla Kürtlerin ‘burnunu sürtmesinin’ hayırlı olacağını düşündüler. Ama tarihin ironisi öyle ki, kaybeden bir Kürt hareketi Türkiye’nin de kaybedeceği bir ortamı kolayca üretebilir. Çünkü Kürt ‘meselesi’ sadece siyasi aktörler arası bir gerilim değil… Sınırların sallandığı bir dünyada, zedelenmiş onuru gözetilen geniş bir toplumsal grubun kalıcı bir birliktelik projesinin asli sahibi kılınması…

Bu gereklilik sosyal alana uzanmayı, ona dokunmayı gerektiriyor. Hükümet bu konuda son derece yetersiz kaldı. Kürt hareketinin ise ‘tarihsel hakkaniyet’ kolaycılığına sığınmaktan vazgeçerek siyasi sorumluluğu paylaşması gerek.Kaybet/kaybet dengesi gerçekte ortak yetersizliğimizin göstergesi, bir kaçış ve intihar yoludur… Hayat her iki tarafı da daha mütevazi, gerçekçi ve olgun olmaya davet ediyor.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.