KÂİNAT VE TANRI
Ahmet Altan-
07 Ekim 2012 Pazar 07:20
Bazen oluyor.
Bir şey seyrediyorsunuz ve sizi saran gerçeklik birden yıkılıyor, hayatın gündelik akışı anlamını yitiriyor.
Bir tesadüf eseri dün ünlü fizikçi Hawking’in “evreni tanrı mı yarattı” sorusunu tartıştığı bir programı izledim.
“Bu koca kâinat kimin eseri” sorusunun cevabını arıyor ve sorudan soruya geçiyordu.
Bunu da benim gibi cahiller daha iyi anlasın diye bir yemeği tarif eder gibi tarif ediyordu, “Bir evren yapmak için maddeye, enerjiye ve büyük bir genişliğe ihtiyaç var” diyordu.
Sonra Einstein’ın ünlü formülüne geliyordu.
“Einstein maddeyle enerjinin bir paranın iki yüzü gibi olduğunu buldu, madde enerjiye dönüşebiliyordu.”
Böyle olunca kâinatı yapmak için ihtiyaç duyulanlar ikiye iniyordu, madde ve boşluk
Maddeyi büyük bir boşlukta enerjiye dönüştürdüğünüzde bir “kâinat” yaratabiliyordunuz.
Sonra o kaçınılmaz soruyu soruyordu:
“Maddeyi kim enerjiye çevirip kâinatı yarattı?”
Kibarca devam ediyordu, “Kimsenin inancına saygısızlık etmek istemem ama bunu yapmak için bir tanrıya ihtiyaç yok”.
Neden tanrıya ihtiyaç yok sorusunun cevabını da şöyle veriyordu:
“Enerjiye dönüşebilecek olan atomaltı parçacıklarının rastgele ortaya çıkıp, rastgele kaybolduklarını keşfettik. Bu parçacıklar büyük patlama dediğimiz anda enerjiye dönüşerek kâinatı oluşturdular. Bunun için tanrıya ihtiyaçları yoktu.”
Bu işleri iyi bilenler benim anlatımımdaki cehaleti affetsinler, teknik hatalar yapıyorsam da genelde söylediği buydu.
En azından maddenin bir tanrıya ihtiyaç duymadan ortaya çıkıp enerjiye dönüşerek kâinatı oluşturacağını öylesine açık söyledi ki ben bile net bir şekilde anladım.
Bütün kâinat, tanrıya ihtiyaç bırakmayacak şekilde, Einstein’ın E=Mc2 formülüyle açıklanabiliyordu.
Küçücük bir formül sırları çözüyordu.
Maddenin enerjiye dönüşebildiğini keşfettiğinizde kâinatın önemli bir sırrını çözmüş oluyordunuz.
Daha sonra “yıldızların nasıl oluştuğunu” anlatan başka bir belgesel izledim.
Kâinatın içindeki o milyarlarca yıldız, o rengârenk ahenk aslında hep aynı olayın tekrarından ibaretti, büyük bir ısının içinde birbirine çarpan helyum atomları yıldızları meydana getiriyordu.
Yıldızların ortaya çıkışı aslında hep aynı olayın tekrarıyla mümkün olduğundan, İngiltere’deki bir laboratuarda her gün yeni “yıldızlar” yapıyorlardı.
Bunlar “minicik” yıldızlardı ama o kocaman yıldızların bütün özelliklerini taşıyorlardı.
Kâinata yalnızca maddeden, yıldızlardan, ısıdan, ışıktan baktığınızda, kâinatın rastgele ortaya çıkan maddeciklerin enerjiye dönüşmesiyle yaratılmış olabileceğini söyleyen teori, bütün basitliğine rağmen ikna edici bir sahiciliğe de sahipti.
Bütün kâinat neticede tek bir formüldü.
Ve, o formülün tekrarından ibaretti.
Benim aklıma takılan soru başkaydı.
Einstein’ın o kısacık formülü ile muhteşem sonsuzluğu, olağanüstü kâinatın yaradılışını anlayabiliyorduk.
Ama koca kâinatı açıklayan formül tek bir insanı bile açıklamaya yetmiyordu.
İnsandan geçtim sıradan bir canlıyı bile açıklamıyordu benim anladığım kadarıyla.
Bir canlının “gözünün” oluşumu bir yıldızın oluşumundan çok daha karmaşıktı.
Kılcal damarların haritası, yıldız haritalarından daha giriftti.
Madde enerjiye dönüştüğünde büyük bir kâinat, galaksiler, güneş sistemleri, yıldızlar, gezegenler bütün haşmetleriyle ortaya çıkabiliyordu, çeşitli atomların ve atomaltı parçacıklarının belli bir hızda birbirlerine çarpmaları ışıklar ve alevler içinde yıldızları oluşturuyordu ama bir insan beynini aynı yöntemlerle yaratamıyordunuz.
Kâinatın ve yıldızların oluşumu laboratuarlarda yeniden canlandırılıyordu ama atomlarla, ışıklarla, ısılarla “yeni bir düşünce” yaratmak imkânsızdı.
Görkemli bir şeydi kâinat ama o “kâinatı” kavrayan, sırrını çözen “düşüncenin” yanında gene de sönük kalıyordu.
Her deneyde aynı sonucu veren “yıldızlara” kıyasla her deneyde başka sonuçlar veren “duygular” çok daha anlaşılmazdı.
Kâinatı anlayabiliyorduk, insanı anlayamıyorduk.
Bu milyarlarca galaksiyi “rastgele bir maddenin enerjiye dönüşümüyle” açıklamak mümkündü ama o kâinatın bir köşesinde, küçücük bir gezegenin üzerinde bedenleriyle, düşünceleriyle, duygularıyla kâinattan da girift olan insanların nasıl ve niye yaratıldığını anlamak, bunu herhangi bir formülle, herhangi bir varsayımla açıklamak mümkün olmuyordu.
Muhteşem ve sonsuz kâinat “tek bir patlamayla” bir anda oluşabiliyordu ama bir insanı “tek bir patlamayla” bir anda yaratamıyordunuz.
Sonsuzluğun o korkunç genişliğiyle, yıldızların milyonlarca yıl süren yaşamlarıyla kıyaslandığında çok zavallı kalan, çok kısa sürede varlıkları tükenen insanlar nasıl oluyordu da bütün zavallılıklarına karşın kâinattan daha anlaşılmaz, daha karanlık, daha çözülmez bir karmaşaya sahiptiler.
Tanrı var mı yok mu bilmiyorum ama onu aramak isteyen sonsuzlukta, galaksilerde, güneşlerde, yıldızlarda değil, insanda aramalı bence.
Sır, insanda çünkü.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.