23 Kasım 2024
  • İstanbul5°C
  • Diyarbakır15°C
  • Ankara16°C
  • İzmir13°C
  • Berlin3°C

KAFAYI DEĞİŞTİRMEK Mİ, KAFAYI DEĞİŞTİRMEK Mİ

Nabi Yağcı

09 Ekim 2010 Cumartesi 18:00

Başlığımda bir yazım hatası yok, Türkçenin inceliğinden yararlanarak, aynı sözcüklerle ama iki ayrı anlamı olan iki parçalı bir cümle kurdum. Temel bir problemimizi çok daha iyi anlattığı için böyle yaptım. Öz ile biçim arasındaki, siyasetten sanata, felsefeye kadar uzanan eski ama her daim yeni kalmış bir mesele bu. Bu karşıtlık probleminin çıkış noktası, kaynağı ise değişimin ve yaratmanın diyalektiğiyle ilgili.

Bakıldığında Modernizm denen tarifi pek de belirgin olmayan zaman ya da çağ tanımı ile tarifi daha da belirsiz olan Modernizm-sonrası denen günümüz arasında, bilgi edinmenin (episteme) metodolojisi üzerine temel bir fark ayırt edilebilir. Rönesans ile başlayan Modernist zamanın bilimden felsefeye ve hatta teolojiye uzanan düşünsel işleyişi “benzerlikler”i temel alan bir metodolojiye dayanır. Günümüz ise tersine gitgide benzemezlikleri, farklılıkları esas alıyor. Kültürden siyasete, bugünkü çoğulculuk söylemlerini yüzeysellikten derinliğe taşıyan husus bana göre bu ayrımı fark etmekte yatar.

Benzerlikleri yakalama üstüne kurulmuş bir düşünce dünyasının siyaseti de benzeştirme veya homojenleştirme olabilirdi. Modernizmin ürünü olan millet ve devlet tarihsel temel kategorileri de bu demek değil miydi zaten? Geldikleri yer, kökenleri yani aidiyetleri farklı, gelenekleri, örf ve âdetleri, inanışları, kültürleri farklı farklı olan toplulukları bir kazana doldurup kaynatmak ve adına “millet” denen tek tip bir kalıba dökmek. Benzemezleri benzer kılmak, tek tipleştirmek yani.

Bizim tarihsel sürecimizde tek tipleşme, Batı’da olduğu gibi aşağıdan ve uzun süren çatışmalar sonucu değil de önce devlet kurma yoluyla yani tepeden gelme oldu. Başka deyişle Modernizm bize Tanzimat’tan, Cumhuriyet’e Batı’yı biçimsel taklit yoluyla geldiği için tek tipleşme en kaba biçimlerde tezahür etti. Örneğin Batı’da “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” gibi bir toplum/ millet/ devlet tanımı yoktur. Faşizm hariç. Zira Batıda Modernizm kendi içinde düşünsel/ siyasi bakımdan güçlü akımları barındırdı; Marksizm, Liberalizm, Hümanizm. Bu akımlar tek tipleştirme mekanizmalarını zayıflattı. Bizde ise böyle olmadı. Kültürel olmaktan çok, zor yoluyla etnik ve dinsel tek tipleştirme baskın oldu.

Ermeni soykırımı gibi, zorunlu mübadeleler gibi, Alevi kıyımı, Kürt isyanları gibi, laiklik meselesi gibi. Bu sorunların hepsi gördüğümüz gibi bugünün de sorunları durumunda. Yeniden tartışması alevlenen başörtüsü sorunu, anadilde Kürtçe eğitim, Alevilerin cemevlerine serbesti talepleri de bu sürecin bir parçası olan sorunlar durumunda.

Yalnız bizde değil, Avrupa’da özellikle Fransa’da da aynı olmasa da benzer sorunlar yaşanıyor. Yakın zamana kadar çoğulcu bir kültüre sahip olmakla övünen Fransa kendiyle yüzleşiyor bugün ve bu çoğulculuğun pek de derine işlemediğini, özden çok biçimde kaldığını görüyor. Bütün Avrupa’da yabancılara karşı tutumlarda, İslâm’a karşı tavırlarda derin bir kırılmanın varlığı su üstüne çıkıyor.

Bir ayrım daha yapmak istiyorum. Sanayi sonrası toplum veya Modernizm sonrasına geçişte iki evre ayırt edilebilir geliyor bana. Batılı Modernist zihniyetle, Modernizm sonrasını düşünmek ve ikincisi, şimdi içine girmeye başladığımız yeni evre yani Batılı Modernizmden zihniyet olarak da kopma evresi. Bu dediğimi yine aynı kavramlarla anlatmaya gayret edeyim.

“Benzeştirme”yi eğer klasik Modernizmin temel paradigmasını açıklayan bir kategori kabul edersek “farklılaştırma” kavramını da Modernizm sonrasının ilk evresinin kategorik kavramı olarak görebiliriz. Benzeştirme ya da farklılaştırma tepeden değiştirici bir iradeyi ima ettiği nedeniyle aslında eşdeştir, benzerdir, bir madalyonun iki yüzü gibi durur.

Böyle değil de yani “benzeş/tirme - farklılaş/tırma” değil de toplumların ortak yaşam ilişkilerinin ürünü olarak “benzeş/me ve farklılaş/ma” süreçlerinin iç içe geçmesi ve karşılıklı etkileşmesi yoluyla “ortak iyi ve kötü”nün bulunması sanırım hepimizin aradığı yeni özgürlüklerin kapılarını açacaktır.

Farklılıklarımızı, arkeolojik, folklorik zenginlikler olarak değil, farklı düşünce ve yaşam tarzlarının aralarına yasaklar koymaksızın ortak yaşamı zenginleştiren olarak görmek gerek. Örneğin başörtüsü takanlarla takmayanlar arasına sınır çekme gibi hayatta karşılığı olmayacak düşünceler var. Özel alanda takılır da kamusal alanda takılamaz, hizmet veren takamaz da alan takabilir gibi.

Kim tayin edecek bu sınırları? Ve bu sınırlar mutlak sabiteler midir?

Özgürlük korkusundan kurtulalım artık. Halkın, çatışmalı bile olsa kendi sorunlarını kendisinin çözmesinin yollarını açalım yeter.

Yeni anayasamızın da temel felsefesi bu olmalı, özgürlükçü olmalı bence.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.