23 Kasım 2024
  • İstanbul17°C
  • Diyarbakır10°C
  • Ankara10°C
  • İzmir19°C
  • Berlin3°C

JİTEM GERÇEĞİ VE YAVAŞLIK

Orhan Miroğlu

15 Temmuz 2011 Cuma 19:52

Bir yandan JİTEM’in gerçekleştirdiği operasyonlarda öldürülenlerin dosyaları birer birer zamanaşımına uğruyor, bir yandan da JİTEM var mıydı yok muydu tartışmalarının nihayet sonuna geliniyor.

Jandarma Genel Komutanlığı JİTEM’in varlığını kabul ediyor, ama bu askerî örgütlenmenin 1990 yılında sona erdirildiğini beyan ediyor.

Bizim Taraf’ın manşeti tek kelimeyle şahaneydi ve çok ironikti:

JİTEM Ne Yaşar Ne Yaşamaz!

Hanefi Avcı’nın tartışma yaratan kitabında bile geçiyor, diyor ki Hanefi Avcı, “Bugün bile Jandarma Genel Komutanlığında arama yapılsın, JİTEM’le ilgili iki kamyon dolusu belge çıkar”.

Avcı’nın kitabında paylaştığı bir anısı daha var ki, tüyler ürpertici.

Ersever, yanındaki samimi itirafçılarla beraber öldürülünce, Emniyet içinde görevli bazı kişiler, Emniyet bünyesinde farklı kimliklerle görevde olan eski samimi itirafçıların hayatından endişe ediyorlar ve Yeşil’le Jandarma Genel Komutanlığı’nda bir görüşme gerçekleşiyor.

Sonrasını kitaptan okuyalım:

“O tarihte JİTEM’i ve Yeşil’i bilen Emniyet görevlileri, Jandarma Mustafa Deniz’i öldürdü, Cem’i öldürdü, onlarla beraber istifa eden –JİTEM’den demek istiyor– ve şimdi Emniyet’te çalışan Ali Ozansoy’a da bir şey yapabilirler. Sakın böyle bir şey denenmesin, biz buna karşı çıkarız havası içinde Jandarma Genel Komutanlığı’na gittiklerinde, Yeşil’le karşılaşıyorlar. Yeşil açık açık elindeki Smith&Wesson marka tabancayı göstererek, ‘Bununla ateş ettim, gerekirse size de ateş ederim’ diyecek kadar rahatlıkla cinayeti kabul ediyordu. (Haliç’te Yaşayan Simonlar, S: 206)

Mafya bile böyle çalışmaz, Mafya’nın tetikçilerine cinayetlerden sonra, ortadan kaybolmaları, tavsiye edilir, pasaportları, cinayetten sonra bir süre saklanacakları yer bile önceden belirlenir.

Bizdeki katiller, ortadan kaybolmak ne kelime, cinayetlerden sonra ellerinde tabancalarıyla, Jandarma Genel Komutanlığı’nın odalarında ‘misafir’ ağırlıyorlar.

Misafirler ricada bulunuyor, “Bizimle çalışan Emniyetçi-itirafçıları öldürmeyin” diyorlar.

Racon Jandarma genel Komutanlığı’nda kesiliyor!

Şimdi JGK, çıkmış, “1990’a kadar JİTEM vardı, sonra yok” diyor; ama doğruyu söylemiyor.

Sivil insanların binlercesinin kurban edilmesi bir yana, JİTEM’in iç infazları dahi 1990’dan sonra işlendi.

Bu bakımdan İçişleri Bakanlığı’ndan gelen açıklama hem daha inandırıcı, hem Bakanlık JİTEM’in varlığını 1990’lı yıllarda dondurmadığı için daha gerçekçi.

Yakın zamana gelelim, Hrant Dink cinayeti ortada, Rahip Santoro, Malatya katliamı, Danıştay cinayeti ortada..

Malatya katliam için bir tanık, “Bu cinayetleri Jandarma İstihbarat organize etti” diyor, ama devlet, ilgili kurumlar, bu korkunç itirafa rağmen bir şey yapmıyor.

Savcılar yürüttükleri soruşturmaları bu aşamadan sonra, devletin güvenlik kurumlarına daha çok soru sorarak, belge isteyerek, JİTEM’in katlettiği insanlar hakkında tutulan gizli raporları mahkemelerdeki dosyalara konulmak üzere, talep ederek, görülmekte olan JİTEM davalarında belli bir ilerleme sağlayabilirler.

Bu, sürecin yavaşlıktan kurtulması ve işlemesi için önemli olur, ama yetmez.

Türkiye’nin bu konuda şimdiye kadar yaşadığı yavaşlığı ortadan kaldırmaz.

Bu yavaşlığın çok fazla sebebi olduğu aşikâr.

Yavaşlığın siyasi sebepleri var, yargı sisteminin henüz tümüyle reforme edilememiş olması gibi sebepler var.

Mağdurların suskunluğu var ayrıca.. Bu suskunluğun çok manidar olduğunu kabul etmek lazım.

Diyarbakır’da görevli savcılardan Sayın Durdu Kavak, geçenlerde bir televizyon programında üzüntülerini paylaşıyordu ve diyordu ki, “Biz bölge halkına bir çağrı yaptık, ‘Şikâyetlerinizi bize yazın, başvuruda bulunun’ dedik, ama maalesef bu çağrıya kulak asan olmadı”.

Bir savcı halka çağrı yapıyor, “Ölüleriniz hesabını gelin hep beraber soralım” diyor, ama halk bu çağrıya cevap vermiyor..

Bu kolayca geçiştirilecek bir mesele değildir, sebepleri üzerinde durmak, en başta bölgede faaliyet gösteren sivil, yarı sivil toplum kuruluşlarının görevidir.

Sayın Durdu Kavak’ın çağrısından çok önceleri, yeni gelişmelerin olduğunu görerek, kendi mağduriyetimin hesabını sormak bakımından geçen yılın onuncu ayında Ankara’da, Savcı Hamza Keleş’e, Diyarbakır Özel Yetkili Savcısı’na iletilmek üzere bir suç duyurusu dilekçesi verdim.

Bu köşede daha önce bu suç duyurusu dilekçesinden söz etmiştim.

Musa Anter bir JİTEM operasyonu sonucu öldürüldü. Cinayetin aydınlanan yanları, ama karanlıkta kalan yanları da var.

Dilekçemde, Musa Anter cinayetinin MİT’e sorulmasını, faillerden Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın MİT’te alınan ifadesinin, dava dosyasına istenmesini talep etmiş, ve başta Süleyman Demirel, Mehmet Ağar, Ünal Erkan, İsmet Sezgin olmak üzere dönemin diğer devlet yetkilileri hakkında şikayetçi olmuş ve ifadelerine başvurulmasını istemiştim.

Aradan geçen bu zamana kadar bu dilekçe bağlamında herhangi bir işlem yapılmadı, ya da yapıldıysa benim haberim yok.

Oysa bu dilekçe son derece önemliydi, hasbelkader sesi çıkan, çıkabilen bir mağdur olarak, yaptığım suç duyurularının akıbetini aradan bir yıla yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen, öğrenemiyorsam, sesini çıkarmak için benim sahip olduğum olanaklara sahip olmayan mağdurların durumunu varın hesap edin artık.

Her şey çok yavaş işliyor, bunu görüyorum, sebeplerini anlamaya çalışıyorum.

Diyarbakır’da, Malatya’da devam eden JİTEM bağlantılı davaların izlenmesi, rapor edilmesi ve kamuoyuna ulaştırılması konusunda sivil toplum ve insan hakları kuruluşlarına, medyaya büyük görevler düşüyor.

Bu görevlerin hakkıyla yerine getirildiği inancında değilim.

Bizdeki süreç Batı Avrupa’daki GLADIO’yu tasfiye süreçlerine benzetilir, ama bu çok doğru bir benzetme değil. Bizdeki yüzleşme ve hesaplaşma süreci, daha çok, Doğu Avrupa’da yaşananlara benziyor.

Toplu katliamlar, toplu mezarlar, faili meçhul kalmış binlerce cinayet, akla Balkanlar’ı getiriyor.

Bizde, insanlığa karşı işlenmiş suçlar kapsamındaki davaların, uluslararası mahkemelere taşınması sözkonusu değil tabii, ama
Bosna’da, eski Yugoslavya topraklarında yaşananların hesabı şimdi Lahey Adalet Divanı’nda görülüyor. Bu mahkemede çalışan insan sayısı binden fazla.

Biz JİTEM var mı yok mu tartışaduralım, bu davalara ayrılan bütçe 1993’ten bu yana 1,9 milyar dolardır.

Hükümet programı, yemin krizine takıldı, doğru dürüst tartışılmadı. Programın en kayda değer yanı, Sayın Başbakan’ın yeni anayasa için , BM-Evrensel İnsan hakları Beyannamesi ve AİHS’nin referans alınacağını ifade etmesiydi. Türkiye’nin gerçek gündemi bu aslında. Buna bir de, geçmişle hesaplaşma meselesini ekleyin. Hükümet programında bu konuya da yer verilmeliydi, diye düşünüyorum.

Çünkü artık hem devam eden davaların sonuçlanması hem yeni anayasa sürecinin toplumsal uzlaşmayı da kapsaması bakımından, Türkiye’nin geçmişle yüzleşme politikasının düzenlenmesi, programlanması son derece önemlidir.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.