İNSANCIK
Ahmet Altan-
01 Nisan 2012 Pazar 07:00
İnsanla ilgili bütün gerçekler, sanıyorum garip bir çelişkinin kendi içinde birbiriyle çarpışıp durmasından yaratılıyor.
Zihnimiz bir sonsuza açılıyor, milyonlarca yıllık geçmişi, sonsuz bir geleceği, bütün yaşanmış olanları, neler yaşanabileceğini zihnimizin içine yerleştirebiliyoruz.
Bütün bu bildiklerinden, öğrendiklerinden, hayallerinden, beklentilerinden çeşitli fikirler, tasavvurlar, biçimler yaratabiliyor bir zihin.
Zihni sonsuza açılan insanın bedeni ise hayata “tek bir an”la bağlı, o andan koptuğumuzda ölüyoruz.
Ne geçmişe, ne geleceğe tutunabiliyoruz.
Bir karanlığa düşüp kayboluyoruz.
Ve, o andan kopmak, zamanla ve hayatla ilişkimizin çıt diye kırılıvermesi çok kolay.
Bedenen bir karınca kadar narin, zihnen bir tanrı kadar güçlüyüz.
Bizim o görkemli zihnimiz zamanın ve hayatın her ânına bağlanabilirken, bedenimizin sadece bir tek ânın içine sığmak zorunda oluşu, bizim bütün varlığımızı büyük bir soru işaretine dönüştürebiliyor.
Binlerce yıldan beri hep aynı soruyu soruyoruz; biz niye varız?
Neden bu zayıf bedende bir tanrı taşıyoruz?
Neden iki bin beş yüz yıl önce “dünyanın bir boşlukta durduğunu” söyleyebilen, evrenin yasalarını bir kalem kâğıtla çözebilen, çeşitli yerlere diktiği çubuğun aynı saatte değişik boyda gölgeleri oluşuna bakarak dünyanın çevresini hesaplayabilen, uzaya gidecek araçlar yapabilen, yaptığı aletlerle binlerce kilometre ötesini görüp duyabilen bu zihin, bu kadar zayıf ve çaresiz bir bedenin içinde duruyor?
Bu ölümsüz zihni taşıyan beden neden ölüp duruyor?
Tomurcukların çıtırdadığı güneşli bir bahar öğleninde, zakkumların gölgesinde ahbaplık ettiğim bilge bir dostum, “Tek bir insanla zihin arasındaki ilişkiyi sorgularsan bir cevap çıkmaz,” dedi, “ama o zihnin bir insana değil insanlığa ait olduğunu düşünürsen, o zaman o büyük gücü taşıyacak büyük bir beden olduğunu görürsün”.
İnsanlar ölse de hiç ölmeyen bir insanlığın parçasıyız.
Zihnimizin bulduğu her şey, o insanlığın sırtında kuşaktan kuşağa aktarılarak taşınıyor.
Ölümsüz bir bütünün parçasıyız ama biz niye ölüyoruz?
Bunca canlı niye var?
Filler, gergedanlar, zürafalar, kelebekler, kediler, ağaçlar, çiçekler, insanlar olmasaydı ne değişecekti?
Zaten hepsi öldüğüne göre hiç yaratılmasalardı ne fark olacaktı?
Dünya olmasaydı ne eksilecekti?
Sanırım bu soruların cevaplarını, dünyanın kendi iç âleminde, kendi iç dengesinde bulmamız pek mümkün değil.
Henüz bilmediğimiz, belki de hiç bilmeyeceğimiz daha büyük bir ahengin parçası olarak yaratılmış bir gezegenin üzerinde, nedenini bilmediğimiz bir rolü üstlenmek üzere yaşıyor olabiliriz.
Belki de bu minicik gezegen olmasa, bir küçük vida eksildiğinde bozulan bir araba gibi evrenin sistemi bozulacaktı.
Herşeyin bir çekme ve itme gücüyle boşlukta durduğu bu evrenin matematiğinde bizim de önemini ve nedenini bilmediğimiz bir rolümüz var.
Küçücük bir bedene sonsuz bir zihin yükleyen kudret, belki de bu küçücük gezegene çok daha büyük bir yükü taşıtıyor.
Bunları bilmiyoruz.
Belki de daha baştan, bir neden arayarak hata yapıyoruz, belki de bir neden yok.
Bu da bir ihtimal.
Ama doğrusu ya ben bir neden olması gerektiğini düşünüyorum.
Kâinata, hiç durmadan kıpırdayan o sonsuzluğa baktığınızda gördüğünüz o rengârenk âlem, hiç dinmeyen elektrik fırtınaları, enerji patlamaları, ölen ve doğan yıldızlar, bir zaman sonra bir yıldıza dönüşecek olan alevli gaz bulutları, bir neden olması gerektiğini düşündürüyor bana.
Rüzgârda gezinen polen dediğimiz zerrecikler, vızıltılarla uçuşan arılar, toprağı oyarak kımıl kımıl dolaşan solucanlar olmasa, bu küçücük şeyler eksilse dünyada hayat biterdi.
Her birinin hayatı devam ettirmek için kendilerinden daha büyük görevleri var.
Bir arının ölmesi hayatı değiştirmiyor ama arıların ölmesi hayatı bitirebiliyor.
Bir insanın ölmesi hiçbir şey değiştirmiyor ama insanlığın ölmesi belki de diğer parçalarını henüz kavrayamadığımız daha büyük bir hayatı sona erdirirdi.
Biz, hepimiz, insanlık denen büyük bir hareketin sonsuza doğru uzanmasını sağlayan minicik parçalarız.
Zihnimiz bizden ziyade insanlığa ait.
Onun çoğalmasını, zenginleşmesini, güçlenerek sürmesini sağlıyor.
Her birimiz, insanlık denen şeyin devamını sağlayabilmek için yaratılıyoruz.
Yenileri doğduğu sürece ölümümüzün, bu büyük armonide hiç önemi yok.
Büyük armoni için önemi yok ama bizim için var, hayata bir anla bağlı olan varlığımızın o andan kopacağını bilmek bizi korkutuyor.
O andan kopmak istemiyoruz.
Bize verilen rolün sanırım en insafsız bölümü bu.
İnsanlığın devamını sağlayan, hepimizde bulunan ama aslında insanlığın ortak malı olan o görkemli zihnimiz, geçmişi ve geleceği kavrayacak bir bilgiye ve muhayyileye sahip olduğu için, diğer canlılardan farklı olarak “hayata bir anla bağlı olduğunu ve o bağın kopacağını” da biliyor.
İşte bu gerçek, varlığını sürdürmek isteyen ihtirasla, yok olacağını bilen bilincin sürekli çatışmasına, bu çatışma da hepimizin ruhunun çeşitli çelişkilerle çırpınıp durmasına yol açıyor, her türlü ışıklı yaratıcılığımız da her türlü karanlık melanetimiz de bu çelişkiden can buluyor.
Zihnimiz bedenimizden daha büyük.
Bu ağır yük, bu acıyı ve bu sevinci yaratıyor.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.