İLK KIBLE VE KIBLESİZLİK İKİLEMİNDE KUDÜS! - II
Abdullah Can
07 Ocak 2018 Pazar 01:39
Türkçede bir atasözü vardır; “Akılsız başın cezasını ayaklar çeker” diye. Önceki yazımda –az da olsa– bu akılsız başlara(kıblesizlere) değinmiş, ayaklara çektirdiklerine dikkat çektirmiştim. Sonunda ise, “Bırakın ilk kıble adına direnecek bir nesil, Kâbe dahi yıkılsa, umursamayacak bir türedi nesille karşı karşıyayız” demiştim. Hiç şüphesiz, bu nesil, bahsini ettiğim kıblesizlerin mahsulüdür. Öyle ya, “İnsanlar, yöneticilerinin dinine tabidirler” sözü, boşuna mı söylenmiş? Ya da Efendimizin(asm), “İnsanlardan iki sınıf vardır ki, onlar sağlam olurlarsa toplum da sağlam, onlar bozuk olurlarsa toplum da bozuk olur. Onlar, amirler(yöneticiler) ve âlimler (rehberler)dir.” hadisi, görmezlikten gelinebilir mi?
Evet, dün olduğu gibi, bugün de akılsız başların cezasını toplumları çekmektedir. Balığın baştan kokması misali, bozuk başların bozukluğu, peyderpey ayaklara inmiş, gelinen noktada bütün gövdeyi sarmış durumdadır. Kendi ikbal ve istikballeri uğruna ayakları diledikleri yöne koşuşturan kıblesizler, insanî ve İslâmî olan “biz” ve “hepimiz” bilincini körelterek şehvanî ve şeytanî olan “ben” ve “bencillik” hislerini payidar kılmışlardır. Böylece, şehvet, servet, ve saltanatın gayyasına dalan kıblesizler, kendi toplumlarını ahlakî, itikadî ve amelî yozlaşmaların cenderesine terk etmiş durumdadırlar. Bu durum, küresel kıyameti hazırlayan sosyal kıyamet değil de nedir? Zira “Kul azmazsa Allah yazmaz.”
Sosyal kıyametin en çarpıcı ve en yıkıcı yanı, genç kuşaklardaki yozlaşma ve çöküntü halidir. Bu hal, o kadar açık ve belirgindir ki, adeta kanıksanır hale gelinmiştir. “Vur patlasın çal oynasın” havasındaki gençlik, kapitalistlerin kesesini şişirtirken, kıblesizlerin ise iş ve aşına meze olmaktadır. Böylece koca bir “gelecek”, bu acımasız iki odağın sömürü ve istismar değirmenlerinde un-ufak edilmekte, gençlerin şahsında, toplumların umut ve ufukları karartılmaktadır. Bir taraf cirosuna, diğer taraf ise koltuk ve konforuna gömülürken, asıl ve ana sermaye olan gençliğin köpük gibi eridiğine şahit olan ebeveynler, canhıraş feryatlarıyla yeri-göğü inletmektedir.
Evet, evlerinden daha çok sokakları mesken tutan bir nesil, kıblesizleşmiştir. Yerli ve aslî kültür yerine, yabancı ve yoz kültürü benimseyen bir nesil, kıblesizleşmiştir. Mensubu olduğu din ve medeniyeti bırakıp deizm ve ateizm girdaplarına kapılan bir nesil, kıblesizleşmiştir. Ve ilâ nihaye… Hatta, “kıblesiz” yerine “çok kıbleli” desek daha doğru olmaz mı? Kanaatimce daha isabetli olur. Çünkü, her ne kadar kendi inancımıza kıyasla “dinsiz” diye bir ifade kullansak da gerçekte dinsiz diye bir kimse yoktur; herkesin -mutlaka- bir dini, bir tanrısı ya da tanrıları vardır. Dinler, ibadetsiz ve kıblesiz olur mu ki? İşte bu noktada, “kıblesiz” değil, “çok kıbleli”lik ifadesi daha isabetlidir. “Varlık/çokluk/bolluk içinde yokluk” deyimini konumuza uygularsak, gençlik, tam da bunu yaşamaktadır. Yani kıbleler anarşisinde, hiyerarşiyi (asıl ve istikametli kıbleyi) bulamamak…
Bu minvaldeki bir gençlik için, “ilk kıble”den(Kudüs’ten) bahsetmek hem yersiz hem de anlamsızdır. Doğrusu ve olması gereken, ona öncelikle “kıble bilinci”ni vermektir. Kıble/istikamet nedir? Niçin kıble? Hayatın hangi alanlarında kıble? Kıblenin önemi/faydaları nelerdir? Kıblesizlik ne anlama gelir? Kıblesizliğin zarar ve felaketleri nelerdir? Evet, bu bilinç verilmedikçe, yansıması da olmayacaktır. Zorla güzellik olmadığı gibi, zorlamalı tahriklerle de hareket ve aksiyon olmaz; olsa da “İsteksiz yenilen aş ya karın ağrıtır ya baş!” sözüne masaddak olur. Kürdlerde de benzer bir söz var, denilir ki, “Tajiyê bêdil, nêçîr nake.” Yani, “İsteksiz tazıya, av yaptıramazsınız.”
Evet, aynen öyledir. Evvela inanç ve motivasyon, sonra hareket ve aksiyon…
“Hedefiniz, ilk kıble!” şiarıyla yola çıkan sosyal ve siyasal mekanizmalar, öncelikle unutmamalıdırlar ki, toplumların istiklal, istikbal ve ikballeri birbiriyle bağlantılı üç gerçekliktir. İstiklal olmadan istikbal, istikbal da olmadan ikbal olmaz. Konumuzla ilişkilendirirsek; istiklalimiz, İslâmî ve insanî karakterimizi temsil eden tam bağımsızlıktır. İstikbalimiz, –başta gençlerimiz olmak üzere– İslâmî ve insanî sorumluluklarla donanmış müstakim(kıbleli) nesildir. İkbalimiz, önceki iki değerimizin sentezinden oluşmuş dünya ve ahiret saadetidir. Bu değerleri ırkî, mezhebi, siyasî, zümrevî zeminlere çekip o temelde değerlendirmeye çalışanlar, bilmelidirler ki, fıtratla kavgalı hiçbir ideolojik yaklaşım, istiklal ve istikbalin teminatı olamaz, ikbal sunamaz. Olmadığını da sosyal ve coğrafî gerçekliğimiz gözler önüne sermiştir, sermektedir. Bunca trajik ve dramatik gerçekliğe rağmen, halen ırk, mezhep ve ideolojik cahiliyeyi dayatmaya çalışanların, bence muhasebe zamanları gelmiş, geçmiştir bile…
İnkâra gerek yok; hariç ve dahil mahfillerce müdahale edilmiş bir nesille karşı karşıyayız. Sorumsuz, sorgusuz, saygısız, paylaşımsız, lakayt, laubali, bohem, bencil, taklitçi, köksüz ve daha nice olumsuz niteliklerle dejenere edilmiş bir nesil… En büyük olduğu kadar en hayırlı yatırım, insanlara yapılanıdır; hususan da gençlere. İstikbal ne göklerdedir ne de yerde; varsa, gençliğe yapılan yatırımdadır. Yerde, gökte, denizde, hasılı bütün alanlardaki yatırımlar, insana yapılanlarla değer kazanır. Aksi ne insan ve insanlıktan ne yatırım ve imardan eser kalmaz, doğal çevreyle beraber, her şey müfsit insanların gazabına uğrar. Özellikle “gençler” vurgumuz, onun “sınır tanımayan” “delikanlı”lık yapısıyla alakalıdır. Çünkü hakkın egemen olmadığı yerde, gücün egemenliği devreye girer ki, onun da akıbeti şiddet ve terördür. Bunun da en ucuz malzemesi gençlerdir.
Evet, söz konusu gençlikse, bir düşünüp bin adım atılmalıdır. Zira binlerce bozucuya mukabil, yapıcıların sayısı bir elin parmakları mesabesinde... Bu noktada, iradelerin temsil makamındaki siyasîlerin sorumluluk derecesi açıktır. Toplum ekseriyetinin kerhen ya da kalben, “Mühür sende; Süleymanlığını göster!” dediği siyasî erkin, hayır ya da şer yönündeki icraatlarının önem ve etki derecesi de açıktır. Elbette halkın, ebeveynlerin sorumluluğu bitmez, bitmeyecektir de lakin asıl ve en büyük sorumluğun adresi siyasî erktir. Milyonlarca evlad-ı vatanın ilk mekteplerden üniversite son sınıfa kadar hangi koridor ve süreçlerden geçtiği, geçirildiği meçhul değildir. İnanılarak ve de güvenilerek sisteme, onun tezgâh ve müfredatlarına teslim edilen gençlik hammaddesinden elde edilen ürünün vahameti ortadadır. Neden ve nasılını, sistem cevaplamalıdır!
Politik manevralar, pragmatik yaklaşımlar doyurmuyor artık; hatta sırıtıyor, iğreti kaçıyor. Beklentiler, nesilden yana düzelmeler ve düzenlemeler yönündedir. Soysuzluk, sadece mensubiyetin meçhullüğüyle ilgili değildir, soyun devam etmemesini de ifade eder. Bir üçüncüsü anlamı ise, mevcuttaki soyun/nesillerin yozlaştırılmasıdır. Evet, yozlaşmak, bir çeşit “ebter”liktir, soy kesikliğidir. Toplumlarının ikbal ve istikbaline azmedenler, öncelikle kıblesizlerin tahribatına dur demelidirler; yoksa, müflislerden olmak kaçınılmaz bir gerçektir. O yüzden, emeklerin heder, bünyemizin derbeder olmaması adına, tablomuzu net görmeliyiz; kıblegâhımızı tahribe çalışan çağdaş Ebreheler ve filoları kadar, işbirlikçi kıblesizleri de onların fitnelerini de görmek lazımdır. Hatta kıblesizleri, pirincin içindeki beyaz taşlar bilip, onlardan daha ziyade sakınmalıyız.
Tarihe bakın, kisvece Müslüman, isimce Müslüman, söylemce Müslüman az mı kıblesiz zuhur etmiştir? Aksine, sayılmayacak kadar çok… Dün, bugün, yarın; hep olacaklar da… Zira bunlar, konjonktürün adamı, gücün ve güçlünün perestişkârlarıdırlar. “Dün dündür, bugün bugündür” sloganı, bu tiplerin tipik şiarıdır. Renk ve kılık değiştirmek, onlar için farz taktiklerdendir. Takiyecilik, bunlarca bir vecibe, şart ve ortama uyumun gereğidir. Hedef için her yol “mübah”, her pozisyon ustaca bir “rol”dür. Onlara göre, hayat bir “senaryo”dur; bu senaryonun ana konusu ise, “menfaat”tir. Önemli olan menfaate kavuşmaktır; bu uğurda –gerekirse– ismet mütecavizlerine de “baba”, “ata” denilebilir.
Hasılı, kıblesizleri tarif zordur, çünkü yüzlerce kıbleler arasında yollarını kaybetmiş acube-i hilkattirler.
Hasılı kelam: Müslümanlar nezdinde, Kudüs’ün (İlk Kıblenin) yeri, tartışılamaz. Ancak bütün tartışmaların üstünde ve ötesinde, asıl yoğunlaşmamız gereken mevzu, Kudüs’ü de Kâbeyi de sahiplenecek nesillerin yetiştirilmesidir. Halihazır vaziyet, özlenen gençliği değil, meçhullere sürüklenen bir gençliğin portresini sunuyor. Elbette böyle bir gençlikten müstakim bir “kıble” bekleyemezsiniz. Kıblesizleştirilen ya da yüzlerce kıbleye mahkûm edilen bir gençlikten ne ilk kıbleye ne de şimdiki kıbleye karşı hassasiyet bekleyemezsiniz. Tıpkı, okyanusta seyreden bir pusulasız gemiden, sahil-i selamet beklenilmediği gibi...
“Yapılabilecekler”le ilgili düşüncelerimizi ise, bir sonraki yazıya bırakalım.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.