26 Aralık 2024
  • İstanbul9°C
  • Diyarbakır7°C
  • Ankara3°C
  • İzmir11°C
  • Berlin5°C

İDEOLOJİ VE KÜRDİSTAN (3)

Ersin Tek

08 Ocak 2015 Perşembe 13:55

19. yüzyılda toplumsal, ekonomik ve siyasal alanlarda olduğu gibi, düşünce alanında da derin ve sarsıcı değişimler/kırılmalar yaşandı. Toplumsal kesimler tarih sahnesine çıkmaya ve başrolleri üstlenmeye başladılar. Böylece ideolojiler de birincil önem kazandılar. Bu nedenle 19. yüzyıl aynı zamanda ‘izm’ler yüzyılı olarak adlandırılmaktadır. 20. Yüzyıla devreden felsefi, ekonomik, siyasal ve toplumsal ideolojilerin neredeyse tamamı ya 19. yüzyılda doğmuş ya da yeniden güncellenmiştir. İdeolojinin çelişkili bilince yol açan, çatışan, rekabet eden muhalif ve tepkisel karakteri ağır basmakla birlikte, siyasal rejimler/sistemler de kendilerini meşrulaştıracak ideolojileri kurgulamakta gecikmediler. Bu yönüyle 19. Yüzyıl, aynı zamanda resmi ideoloji, resmi tarih yazma ve gelenek icat etme sürecinin de başlangıcı idi.

İdeoloji kavramı daha sonra, birinci ve ikinci dünya savaşı arası dönemdeki totaliter diktatörlüklerin ortaya çıkışı ve soğuk savaş döneminin artan gerilimleriyle yönlendirildi. Özellikle liberal teorisyenler, Faşist İtalya, Nazi Almanyası, Stalinist Rusya ve Kemalist Türkiye’de ortaya çıkan rejimleri, tarihsel olarak yeni ve özgün baskıcı yönetim sistemleri olarak betimlemekle beraber, tartışma ve eleştiriyi bastırıp, kesin itaatin beslenmesinde ‘resmi ideoloji’lerin oynadıkları role dikkat çekmişlerdir.

Resmi ideoloji en genel anlamıyla, devlet aygıtını elinde tutan veya etkileme yeteneğine sahip olan elitlerin, yani seçkinlerin, ellerinde tuttukları devlet aygıtını, kendilerini meşrulaştırmak, varlıklarını sürdürmek, kendilerine yönelik bağ(ım)lılığı sağlamak için kullandığı çoğunlukla gevşek, pragmatik, irrasyonel, eklektik ve sistematik nitelikli değerler bütünüdür; dar anlamda ise egemen siyasal kültür olarak tanımlanabilir. Çünkü siyasal ve askerî liderler, hükümet yetkilileri, toprak ağaları veya patronlar gibi seçkin grupların sahip olduğu değerler, kitlelerin benimsedikleri değerlerden oldukça farklı olabilir; Yönetici seçkinler siyasal fikirleri, muhalefeti denetim altında tutmak ve bir ideolojik yönlendirme/güdümleme süreci marifetiyle tartışmayı kısıtlamak için kullanabilirler; Siyasal fikir ve değerler kümesi yukarıdan aşağıya doğru, itaat üretme teşebbüsüyle dayatılabilir ve bir sosyal denetim biçimi olarak işletilebilir. Bu nedenle resmi ideolojinin yansıdığı temel metinler çoğunlukla siyasal belgelerdir ve bunun yanısıra resmi ideoloji müfredat programlarında ve ders kitaplarında da yansımalarını bulabilir.

Osmanlı’da ‘‘resmi ideoloji ve resmi tarihin sistematize edilmesi ve kurumlaşması II. Abdülhamit döneminde yeni bir merhaleye girmiş ve sonraki dönemlere miras kalmıştır. II. Abdülhamit, eğitimi, mutlak monarşinin kendisini yeniden üretmesini sağlayacak bir kurum olarak kullanmaya çalışmıştır. Bu dönem, ders programı, müfredat ve kitaplarında yer alan fikirlere bakarak, gelenekçi modernizmin dönemi olarak nitelenebilir. 1880’li yılların ortasından itibaren dinsel sistem artmaya başlamıştır. II. Meşrutiyet döneminde öğretmenler resmi ideolojinin militanı olarak görülmüştür.’’

Bu anlamıyla Osmanlı’da resmi ideolojinin ilk öğelerinden biri modernleşmedir; hem devletin hem de siyasal muhalefetin içten benimsediği bir öğedir. Tanzimat Döneminin başlıca özelliklerinden biri, o güne dek dinsel otoritelerin tekelindeki hukuk ve eğitimin devlet denetimine alınmaya başlaması yönündeki girişimdir. Tanzimatçılar bunu yaparken dini ve dinsel otoriteleri doğrudan karşılarına almak yerine, kendi amaçlarını gerçekleştirmek için dolaylı bir zayıflatma süreci başlatmışlardı. Buradaki asıl amaç, Osmanlı vatandaşı yetiştirmekti. Bunun için de 19. yüzyılda Sırplarla başlayan ayrılıkçı/ulusçu eğilimleri durdurmak, dinsel ve ulusal kimliklerin üstünde ortak bir Osmanlı kimliği yaratmak için çabalar hızlanmış ve Tanzimat’ta icat edilen bu Osmanlı kimliği hukuksal düzenlemelerle pekiştirilmeye çalışılmıştı. Ancak yeryüzündeki güçlü-sosyolojik değişim zorunluluğunun önüne geçilememiş ve modernleşme sürecinde ortak kimlik olarak kullanılan ‘millet’ kavramı bugün kullandığımız anlamıyla ‘ulus’a dönüşmeye başlamıştı.

Modernliğin en büyük sürprizlerinden biri –ve yalnızca Marksistler için değil- yaygın ulusal, ırksal ve kabile ayrımlarının derinliği ve varlıklarını sürdürmekte direnmeleri olmuştur. Marx ve Engels’in ‘Komünist Manifesto’daki ‘halklar arasındaki ulusal farklar ve düşmanlıklar burjuvazinin gelişmesi, ticaret özgürlüğü, dünya pazarı, üretim biçimindeki ve buna denk düşen yaşam koşullarındaki bir örneklik sayesinde her geçen gün biraz daha yok olmaktadır’ şeklindeki iddiaları gerçekleşmemiştir. Ulusallığın oluşumu varolan siyasi ve kültürel birimlerin merkezileşmesi ve bürokratik bir devletin alana dahil edilmesini ve bunların genellikle o devlete egemen sınıfın kültürü içinde zorla eritilmesini getirir. Bir başka deyişle, ulusçuluk ulus devletlerin oluşumuyla ilgilidir. Şimdi böyle devletlerin dünyasında yaşıyoruz. Devletler arasındaki ilişkilerin ve özelde de askeri rekabetlerin sınıf ayrımına indirgenemeyeceği çağdaş tarihsel toplumbiliminin bir gerçekliği sözkonusudur. Sonuç olarak tarihsel maddecilik ulusal çelişkileri açıklamayı ihmal etmiş ya da açıklamakta aciz kalmıştır.

Görüldüğü gibi Türkiye’de resmi ideolojinin kökleri, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde karşılaştığı krizlere bir tepki olarak gelişen İslamcılık(Osmanlıcılık ve Türkçülük) akımına dayanır. Tanzimat ve II. Meşrutiyet Döneminin Cumhuriyet’e bıraktığı en önemli miras resmi ideolojidir. II. Meşrutiyet’te ‘Türk İslam Sentezi’ne dönüşen resmi ideoloji, Cumhuriyet döneminde ‘Kemalizm’ olmaya başlamıştır. Cumhuriyet döneminde egemen ideoloji haline gelen Kemalizm, Osmanlıcılığı reddetmiş ve politikalarını seküler bir Türkçülük esasına dayandırmıştır.

CHF(Cumhuriyet Halk Fırkası) Umumi Katibi Recep Bey (Peker) 16 Ekim 1931 tarihinde, İstanbul Üniversitesinde CHF Programını açıklayan konuşmasında şunları söylüyordu: ‘‘… Beşeriyet artık, hükümdarlık idaresi şeklini, yanız zararlı değil, aynı zamanda milli şeref için ağır görecek bir seviyeye yükselmiştir. Her yerde eski hükümdarlıkların yerlerini birbiri ardından Cumhuriyete bıraktıklarına şahit oluyoruz. Tabii şerait içinde doğan yeni devletlerin hepsi Cumhuriyet şeklini alıyorlar. Bu itibarla Osmanlı İmparatorluğunun mabadı(uzantısı) değil, yepyeni milli bir devlet olan Türkiye’nin kuvvetini artıracak ve şerefini yükseltecek tek idare şekli cumhuriyettir.’’

CHF’nın 1931 ve 1935’de yaptığı III. ve IV. kurultaylar, Kemalizm’in teorikleşmesi ve sistematiğe kavuşması ve Kemalizm’in ilkelerinin(altı okun) belirlenmesi açısından önemlidir. Dönemin Cumhuriyetçi kadrosu CHF Genel başkanı Mustafa Kemal’in ve dolayısıyla CHF’nın görüşlerini radikal bir biçimde yorumlamaya ve bu görüşlere doktriner bir karakter vermeye çalışmıştır. Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi gibi ırkçı ve tutarsız tezler ve ‘sınıfsız, imtiyazsız ve tezatsız, kaynaşmış bir millet’ yaratma çabaları bilhassa bu kadro tarafından yürütülmüştür.

CHF Umumi Katibi Recep Bey CHF Programını açıklayan konuşmasında, fırkanın ana vasıflarından olan biri ‘Milliyetçilik’ bahsinde de şunları söylüyordu: ‘‘… Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimai camia içinde kendilerine Kürdlük, Çerkezlik ve hatta Lazlık ve Pomaklık gibi fikirler telkin edilmiş olan vatandaşlarımızı kendimizden sayarız. Mazinin karanlık istibdat devirlerinden kalma bir miras ola bu uzun tarihi tegallübatın mahsulü bulunan ve yanlış telakkileri hulusla ve samimiyetle düzeltmek vazifedir. Bugünkü ilmi hakikatler on beş bin, birkaç yüz bin, ve hatta mesela bir milyonluk kütlelerde müstakil bir milliyet tasavvur etmeğe imkan bırakamaz. Bizim bu milletdaşlarımızın hakkında duyduğumuz bağlılığın münkariz Osmanlı hükümetinin güttüğü ümmet siyaseti ile hiçbir alakası yoktur. Biz bu mevzuu saf bir milliyet fikriyle alıyoruz.’’

Kemalistler ve türevleri, Kürdlüğü, Çerkezliği, Lazlığı ve Pomaklığı reddetmiş ve bütün bunları Türk olarak kabul etmişlerdir. Kemalist ırkçılığın ve sömürgeciliğin en bariz özelliklerinden biri, Kürdlerin varlığını ve devlet kurma haklarını, ulusal ve demokratik haklarını, anlamsız ve bilimsel gerçeklikten yoksun ölçülerle reddetmek ve ‘Kürdler Türktür’ demek suretiyle tüm haklarını gasbetmiş olmasıdır.

İsmail Beşikçi Hocanın yıllar önce ‘Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Programı(1931) ve Kürt Sorunu’ adlı kitabında isabetle belirtmiş olduğu gibi: ‘‘1931 Programında ‘halkçılık’ olarak ifade edilen görüşler, bugün ‘emek ve sermaye arasında barışı sağlamak’ adı altında bütün partilerin programında yer almaktadır. ‘Milliyetçilik’ konusundaki görüşler ise, ‘sosyalist’ partiler de dahil olmak üzere, aşağı yukarı bütün partilerin programında yer almıştır. Türk siyasal partilerinin hiçbiri, bu tür bir ‘milliyetçilik’ anlayışını Kürd ulus olgusu açısından değerlendirmemiştir.’Sosyalist’ partilerin ifade etmeyerek, dokunmayarak, görmezlikten gelerek, CHP ve CHP kökenli partiler de hararetle savunarak Kemalist milliyetçiliğin(ırkçılığın) sahipleri olmaya devam ediyorlar. Her zamanda ve her koşulda resmi ideolojiyi yeniden üretiyorlar.’’

Devam edeceğiz…

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.