‘HEM BATI’YIM HEM DE DOĞU’
Sezin Öney
01 Kasım 2012 Perşembe 06:16
“Azt a terem buráját”...
Macarca, “çalışmıyor, işlemiyor” gibi, Türkçeye tam da çevrilemeyecek bir laf.
Özellikle çocukların önünde küfretmemek için, kızgınlık ânında ağızdan kaçan kötü sözler yerine söylenmek için “icat edilmiş”.
Türkiye’nin bugünkü tuhaf hâllerine de çok uyuyor bu söz açıkçası.
“Askerî vesayetten, sivil vesayete geçildi” demek tam da açıklamıyor durumları. Sözkonusu olan, çok daha “derin” bir sorun.
Türkiye’nin halkın yarısından fazlasının oylarını alıp da seçilen, sürekli bir başarı grafiği olan bir siyasi hareketinin, ülkenin ilk tam manasıyla “sivil” iktidarının, ideolojisini otoriter bir yapıda betonlaştırması çok daha düşündürücü.
AKP’ye şimdiye kadar yapılan, İslamcılık eleştirileri yanlıştı.
AKP’nin sorunu dindarlık değil, muhafazakârlıkla gizlenen, “kadife eldiven içindeki demir yumruk” şeklinde bir otoriterlik.
“Artık Türkiye’de her şey konuşuluyor” deniyor; aslında hiçbir şey konuşulmuyor. Çünkü kamuoyu gündemine yansıyan ölçekte, sadece aynı şeyler tekrar edilip duruyor.
Gerçekten, gazetelerden, televizyonlardan, siyasi yorumculardan, siyasetçilerden, “ yeni bir şeyi” ne sıklıkla duyuyorsunuz?
Kürt Sorunu’nun çözümü, yeni anayasa gibi Türkiye’nin siyasi gündemindeki en belirleyici konularda, sivil toplumun en ufak bir belirleyici rolü var mı?
Kürt Sorunu, artık AKP ile PKK arasında kozların politik arenada paylaşıldığı bir güç savaşı.
Açlık grevi yapan insanlar da, taş atan çocuklar da, askerler de; herkes, her can bir piyon.
Eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, “Sözkonusu vatansa gerisi teferruattır” uydurma “Ata sözü”nü (yani Atatürk sözünü), 2007’de diline pelesenk ettiğinde, aslında, “Sözkonusu güçse, can teferruattır” demeliydi.
Bu sözleri de, meşhur Dolmabahçe konuşmasında “iktidar selefi” Başbakan Erdoğan’a, “kulağa küpe” olarak devretmiş olmalı Büyükanıt.
Çok yazıkmış “askerî vesayete”; Genelkurmay başkanları, sadece belli zaman görevde kalabiliyordu.
Herhalde, Başbakan Erdoğan’a müthiş bir hasetle bakıyorlardır, onların yapamadıklarını “başardığı” için.
“AKP iktidar, PKK ana muhalefet”, “muhafazakâr maskeli otoriterlik” sürecinde, iki büyük tehlike var Türkiye’yi bekleyen.
Ama önce, “AKP iktidar, PKK ana muhalefet” sözlerini açıklayayım. AKP’nin gücüne tek “rakip” tanıdığı, PKK artık. Meclis öyle bir devre dışı bırakılıyor ki Başbakan Erdoğan tarafından, şu an AKP’nin politika oluşturma sürecinde, muhatap, referans aldığı tek güç odağı, aslında PKK.
Marx, “dönemin kavramlarının, yapıtaşları, tuğlalar gibi”, dile getirdiğimiz düşünceleri şekillendirdiğini ifade eden sözler söylemişti. Türkiye’de de, “PKK’yı muhatap alma”, polemik yaratan bir konu; tuğla gibi de ağır kullanılıyor eleştirmek için. Yazdıklarımsa, bu gibi güncel polemik kalıplarının dışında kalmaya çalışıyor; objektif, yargılamayan bir bakış açısıyla dile getiriyorum bu düşünceleri.
Türkiye’yi bekleyen ilk tehlike, bölgesel gelişmeler; Ortadoğu denen coğrafyada, zaman birden hızlanmaya başlayacağa benziyor.
Önümüzdeki kış, İran’ın “vurulacağına” dair güçlü emareler var.
Komplo teorileri ve “büyük oyun” siyasetlerinden, uluslararası “realist” politikalardan bahsetmiyorum.
Sudan’da son dönemde yapılan, İran’ın bombalanması öncesi askerî egzersizler olduğu söylenen “savaş” provaları...
Türkiye’de Malatya’ya dört milyar dolarlık “füze kalkanı” projesi...
Türkiye’ye artan sıklıkla gerçekleşen üst düzey ABD askerî ve istihbarat ziyaretleri...
AKP-PKK güç çekişmesinde de, İran’ın vurulması konusu kilit rol oynayacaktır.
Erdoğan’ın son dönemde, Kürt Sorunu ile ilgili ifade ederken ki, “Benden sorulur” tavırları, aynı yaklaşımın da “çözerse Erdoğan çözer” algısının yayılmasıyla toplumda aynen yansıtılmasını bu biçimde okuyalım bir de.
Hatta ABD Büyükelçisi Riccardione’nin “Türkiye’ye, PKK’nın lider kadrosuna yönelik bin Ladin operasyonu önerdik” sözlerini de, bu güç denkleminde, unutmamak lazım.
Türkiye’yi çevreleyen “Doğu” yayı, bu şekilde gerilirken, Kürt Sorunu’nun “insanın içinde” olmadığı, naftalinli Birinci ve İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş “realizmi” ile “çözülmeye” çalışılması, meseleyi, içinden onlarca yıl daha çıkılmayacak biçimde büyütür.
Türkiye’nin “büyük oyunu” buysa, böylesi bir politikanın, ülkenin iç dengelerine “atom bombasıyla müdahale etmekten” farkı yok.
Sonucunda öyle bir radyoaktif serpinti oluşur ki, nesiller boyu dertleri çekilir.
İkinci tehlike ise, AKP’nin gücünü bir yandan arttırıp, bir yandan on yılara yayacak bir “ölümsüzlük iksiri” peşinde koşması sürecinde, her türlü yaratıcı siyasi düşünceyi yok etmek için giderek sertleşecek, meşruiyetini kaybetmeyeceği ölçüde “terminatörleşebileceği” ihtimali.
Yaratıcılık derken...
Bosna’nın Visoko şehrinin yeni Belediye Başkanı Amra Babiç’i ele alalım. Babiç, bir ekonomist, savaşta eşini kaybetmiş. Dini bütün ve türban takıyor.
Babiç: “Ben Batı’yım, ben Doğu’yum. Müslüman ve Avrupalı olmaktan gurur duyuyorum. Ben, kültür ve dinlerin her şeye rağmen birarada yaşadığı bir ülkenin insanıyım, bundan da gurur duyuyorum. Bu saydıklarımın hepsi benim kimliğim.”
Babiç’in “akıllı ve işini bilen bir insan” olarak seçildiği söyleniyor; dindarlık, cinsiyet her şeyin ötesine geçen “ehilliği” yüzünden. Her kimlik ötesinde, insan olarak görülmek; bu da, toplumsal bir yaklaşım olarak önemli.
Biz de, Türkiye’de, “Azt a terem buráját” deyip durulalım daha nesiller boyu.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.