'HAYRÂT'IN TARİHÇESİ YA DA DAĞIN FARE DOĞURMASI - II
Abdullah Can
15 Eylül 2014 Pazartesi 13:31
Hayrat Vakfı Neşriyatı’nca telif edilen “Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefî Ahmed Hüsrev Altınbaşak” adlı 3 ciltlik kitaba dair tenkid ve tavsiyelerime devam ediyorum:
Hayrat Tarihçe’sinin en dikkat çeken yanlarından biri de, aşırı şahıs taassubunu körüklemesidir. Bu şahıs, hiç şüphesiz Hüsrev Abi’dir. Şüphesiz ki bu Tarihçe, Hüsrev Abi’den sonra tabedilmiştir. Dolayısıyla bu Tarihçe’deki mutaassıbane ifadelerden ve maksadını aşan sözlerden kendisi değil, kitabın hazırlayıcıları sorumludur. Kitaptaki taassupkâr ifadeleri Hüsrev Ağabeye yığıp, hazırlayıcıları muaf tutmak, sorumsuzluk ve insafsızlıktır. Zira kendim, Hüsrev Altınbaşak’ı, Üstad’ın talebesi, kâtibi ve mesaisini iman-Kur’an hizmetine teksif etmiş biri olarak bilirim. O halde, şahıs taassubunu tenkit ederken, kendisini değil, onu istismar edenleri muhatap alıyorum.
Mesela adı geçen Tarihçe’de, Hüsrev Abi’nin isminin her geçtiği yerde ya siyah, ya kırmızı puntoların kullanılması, altının çizilerek özel bir vurgu yapılması dikkat çekicidir. Aynı şey Üstad için yapılmamıştır. Zaten yapılsın demiyoruz. Aynı vurgu “hatt-ı Kur’an” ya da Osmanlıcayı belirten diğer ifadeler için de kullanılmıştır. Ayrıca kitabın birçok yerinde (Mesela sh. 638-641 gibi) Üstad’ın Hüsrev Ağabey’e dair iltifatkâr sözleri Külliyat’tan derlenerek nazara verilmştir. Hâlbuki kişi ya da mekânlara, yeri ve münasebeti geldiğinde değinilmeliydi. Gözlere sokarcasına, Hüsrev isminin geçtiği cümleleri tercih etmek; dikkat çekici şekilde renklendirmek, altını çizmek sağlıklı bir Tarihçe’nin lazımı olamaz; demek bu Tarihçe, özel amaçlıdır, genele hitap etmiyor.
Öte yandan, Nur Talebeleriyle ilgili olarak, “Nur kâtipleri”, “Nur postacıları”, “Nur santrali” vb. ifadeler var iken, “Nur kâtibi” ifadesinde ısrar etmek, ne kadar adil ve objektiftir? Kâtipçilikte ısrar etmek taassup değil de nedir? Nihayette, “kâtip”tir, “müellif” değil ki bu kadar i’zam edilsin! Hâlbuki Nur Talebeleri, Risale-i Nur’dan aldıkları tevhid, ihlâs, istikamet ve şahs-ı manevi dersleri muktezasınca, şahısları değil, davayı ön plana çıkarırlar; şahısları ön plana çıkarmak tasavvuf ve örgütçülük mesleklerinde caridir. Fena fi’l-ihvan dururken, fena fi’l-insan, fena fi’ş-şeyh ya da fena fi’l-üstada tevessül etmek Nur Talebeliği değildir.
Aynı kitabın “12. Bölüm” serlevhalı faslında “Hüsrev Efendi’nin Kastamonu devrindeki hizmetleri” başlığıyla, yine Hüsrev Ağabey’e özel bir yer ayrılmıştır. Hâlbuki “Tarihçe-i Hayat”ın “Tarihçe-i Hüsrev”e tahvil edilmemesi gerekirdi. Kitabın yarısından fazlasını Hüsrev Abi ve yazı hizmetlerine tahsis etmek, tipik bir sentezcilik ya da Üstad ile Hüsrev’i müsavi kılmaktır. Zaten bütün çırpınmalar da o merkezdedir. Aşırı tekrar ve ısrarlarla Hüsrev Abi’ye göndermede bulunmak, kitabın mihanikiyetini bozmuş ve bir proje kitaba tahvil etmiştir. Var yok, Üstad’ın sadece bir talebesini nazara vermek, olmadık methiyeler, kerametlerle tebcil ve tazim eylemek Nur’un tevhidî mesleğine muvafık değildir; ziyadesiyle şahıs fetişizmini andırıyor. (Sayfa 405’ten ta kitabın sonuna kadar Hüsrev Abi’nin ve yazı faaliyetlerinin esas alınması, ne demek istediğimizi ayan-beyan açıklamaktadır, sanırım.)
Evet; Hüsrev Abi’yle alakalı mektupların –özellikle– Hayrat Vakfı bünyesinde toplattırılması, aynı hassasiyetin diğer talebeler için gösterilmemesi ve bu gün itibariyle bunların kitaplaştırılması, bunun açık bir proje çalışması olduğunu ve bu projenin öyle zannedildiği gibi kuvvede kalmayacağını, fiile çıkartılarak yeni bir tartışma ve cedelleşme sürecinin sinyalleridir. Hâlbuki Hüsrev Abi’yi değerlendirirken, zaman, zemin ve şartları göz önüne almak zorundayız. Nurlar adına matbaanın yasak, teksir makinesinin yasak, okunma ve dağıtılmasının yasak olduğu bir istibdad döneminde, Nur’ların el ile teksirden başka bir neşir şansı yoktu. İşte böyle bir durumda, yazısı güzel birisi, Üstad’ın nazarında bir matbaa kadar önemlidir. Şartların zor ve sıkıntıların had safhada olduğu bir zaman dilimindeki hizmet ve faziletini, her zaman ve mekâna teşmil etmek, mukteza-yı halden bihaber olmakla eşanlamlıdır.
Şayet kitabet işini bu kadar i’zam edersek; ben de şu iddiayı öne süreyrm: Üstad, Hafız Ali için, “Nur fabrikasının sahibi”, Hüsrev için “Gül fabrikasının sahibi” demiştir. Nur, Gül ‘den daha mübarek ve daha üstün olduğuna göre, Hafız Ali, Hüsrev’den daha üstündür!... İşte taassup, bu acubeyi ortaya çıkartır ki, buna masaddak olmaktan Allah’a sığınırım. Zira kimin hangi makam-ı menevide olduğunu ve makbuliyet derecesini sadece Allah bilir; abartılı medih ve sitayişlerle, düzine düzine kerametler isnad etmekle, rüya ve hülyalar üzerinden payeler biçmekle, hiç kimse, Allah’ın takdir ettiği paye ve derecelerde değişiklik yapamaz. Allah’ın yücelttiğini kimse düşüremez, onun düşürdüğünü de kimse yüceltemez. İyisi mi, baki olan davaya sarılıp, faniler ve faniyat üzerinden cedelleşmemek...
Hüsrev Abi’nin şahsını ön plana çıkaran arkadaşlara Üstad’ın, “Erkân-ı Sitte” dediği ilk sıra talebeleri ve onlar içinde yer alan Hüsrev ve Hafız Ali için kullandıkları şu iki sözü hatırlatmak isterim: “Bir ruh, altı cesed”, “Baştaki iki göz” Şimdi, aynı ruh ve bir çift göz! Âli ruh, süfli ruh ayırımı yok; iki göz ise, aynı vazifeyi görmekteler. Ötesi demagoji ve laf u güzaf!... Yok, buna rağmen, “Efendim, Üstad, Hüsrev’e Risalelerin “ta’dil, tebdil ve ıslâh” vazifesini vermiştir; aynı yetkiyi bir başkasına vermemiştir, öyle ise o, ötekilerden daha efdaldir” gibi bir iddiada bulunulursa, cevap gayet açıktır. Bu, o günün şartlarında geçerli olup mutlak değildir. Zira Üstad bu yetkiyi tanırken, Afyon Hapsindedir ve zehirli suikasta maruz bırakılmıştır. Ta’dil, tebdil ve ıslâh yetkisini ise “El-Hüccetü’z-Zehra” ve bazı mektuplara münhasıran vermiştir. Şimdi kalkıp bu sınırlı zaman ve sınırlı iş üzerinden efdaliyet devşirmeye çalışmanın ne kadar akıl, vicdan ve iz’ana ters düştüğünü anlayalım, lütfen!
Hem unutmamak lazım ki, bütün Risalelerin nihai musahhihi Üstad’dır; kim hangi tebdil, ta’dil ve tashihi yaparsa yapsın, bütün yazılanlar onun tasdikatından geçtikten sonra teksire gönderilmiştir. Vesselam....
Yazıcı kardeşlerin, Hüsrev hakkında “Üstad’ın en sevgili talebesi” ifadesini kullanmaları da doğru değildir; bu sözün zımnında dahi tafdiliyet ve rüçhaniyet izafesi sözkonusu. Üstad’ın, “Hüsrev benim en sevgili talebemdir” gibi bir ifadesi yoktur. Madem bu Tarihçe, –iddia edildiği üzere– Nurlara sadakat(!) temelinde bir çalışmadır, o halde belgesi olmayan bir iddiayı ne diye ortaya atıyor? Dolayısıyla, Hüsrev’i takdim ederken, öteki talebelerini bu sözün kapsamından mahrum etmek, mensubiyetin verdiği taassuptan başka bir şey değildir.
Şahıs ekseninde yürütülen bu taassup o kadar ileri düzeye taşınmış ki, müellif arkadaşlar, “Hüsrev Efendi’nin İşârâtü’l-İ’câz’ı Tercüme Etmesi” gibi bir başlık açarak, güya Bediüzzaman’ın, Abdülmecid Nursî’nin tercümesini beğenmediğini ve bu tercümeden Risale-i Nur kokusu gelmediğini söylemişmiş! (bkz. s. 1090, 1093) E, sonra; ne olacak, bu tercümeyi güya Hüsrev’e vermiş, Hüsrev de Abdülmecid’e ait tercümenin yanlışlıklarını düzelterek adeta yeniden tercüme etmişmiş! Risale-i Nur’da bunun teyit eden hiç bir söz yok; tamamen uydurmadır. Tafdiliyet iddiasıdır. Arabî ilimlerine vukufuyeti olmayan Hüsrev Abi’ye böyle bir nisbette bulunmak, ona iftiradır; Abdülmecid Nursî için de seviyesizce bir tezyiftir. İşârâtü’l-İ’caz ve Mesnevi-i Arabî-i Nuriye’yi Türkçeye tercüme eden ve hakeza Asa-yı Musa’yı da Arapçaya tercüme eden Abdülmecid Nursî, hem Arapçaya, hem de Türkçeye vukufiyetini kusursuzca ispatlamışken, bu gibi iddialar, çiğ, sığ ve kafa karıştırıcıdır; aynı zamanda köksüz ve temelsiz lakırdılardır...
Mezkûr Tarihçe’nin 1096’dan 1101’e kadar kadarki sayfalar arasında “Nur Talebelerinin Hüsrev Efendi’ye Fevkalade Hürmetleri” başlığı altında talebelere ait sitayişkâr mektupların yayınlanması, yine bir tafdil ve tebcil telaşıyla alakalıdır. Bütün mesele, Hüsrev Abi’yi “hayru’l-Halef” ve “Üstad-ı Sani” yapmak; zihinleri bunu kabule hazırlamak ya da zorlamak... Tipik bir Şia kültürünü yansıtan bu şahıs fetişizmi, Nurlar’da mevcut olmadığına göre, talebelerin muhtelif zamanlarda Hüsrev Abi’ye göndermiş olduğu takdirkâr ve hürmetkâr mektuplarını Nurculuk adına boca etmeye ne gerek vardır? Bir sefer, mademki bu işi Nurculuk(!) adına yapıyorsunuz, bunu Üstad’ın imzalı ya da elyazması mektuplarıyla teyid etmeniz gerekmez mi? Madem edemiyorsunuz, o halde “Şeyhin kerameti şeyhten rivayet” misali, bu iddialarınız ve sözde belgeleriniz geçersiz ve sıradandır. Müridin şeyhini uçurması normal ise de, bu uçmanın gerçek olup olmadığı ispata muhtaçtır.
Bu meyanda, Mustafa Sungur’dan naklen Üstad’a mal edilen “Bana hizmet ettiğiniz gibi, Hüsrev’e dahi hizmet edeceksiniz” sözü de temelsiz ve mensubiyet taassubundan türetilmiş bir sözdür. (bkz. 1198) Üstad, davaya endeksli bir şahıstır; onun bütün dünyası, çile ve tasası davasıdır. “Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, cenneti de istemem; orası da bana zindan olur” diyecek kadar, Kur’an’a ve hakikatlerine vakf-ı hayat eden birini, şahıslara çağıran ve şahıs odaklı bir anlayışı öğütleyen olarak takdim etmek, hem ona, hem de Kur’anî davasına ihanettir. Böyle bir ihanetten onu tenzih ederiz. Bu sığ ve şahısperestliği işmam eden ifadeler, Risale-i Nur’a ve Nurların ders verdiği tevhidî hakikatlere asla muvafık değildir ve olamaz.
“Nur Talebeleri” kavramına “Hüsrev Efendi’nin Talebeleri” gibi yeni bir kavramın ihdası, Üstad’ın Isparta’daki hususi odasına mukabil Hüsrev Efendi adına Hayrat Vakfı’nda bir odanın tanzim edilmesi, Üstad’ın hapis süresiyle Hüsrev’inkinin mukayesesi; hatta daha çok mahpus kaldığının belirtilmesi, Hüsrev Abi’ye ısrarla “Üstad-ı Sani” ve “Hayru’l-Halef” denilmesi, Hüsrev Abi’nin sireti anlatırken Üstad’a emsal olacak anlatımlara başvurulması; mübalağalı övgüler ve bol keseden kerametlerin isnad edilmesi (bkz. 1246-1247), Resulüllahlı bolca rüyalar, zayıf rivayetlerden üstünlük devşirmeler (bkz. 1223), Şiilerin fart-ı muhabbeti derecesindeki yüceltmeler (Özellikle Cavit Saraçoğlu ve Said Nurî’nin ifadeleriyle), vb. yaklaşımlar, Nur’un iman, dava ve aksiyon merkezli hizmet anlayışıyla taban tabana zıttır. Sonuçta her fani gibi, Hüsrev Abi de bir insan-ı fanidir; onu kutsama derecesinde i’zam ve tebcile girişmek, davayı arka plana iter ve şahıs fetişizmine sevk eder.
Mesela, gerek Hüsrev Abi’nin mektup ve müdafaaları, gerek onun sohbetlerinden derlenen söz ve nasihatleri (bkz. 1455), hakeza, Üstad’ın bazı sözlerini izah sadedinde beyan ettiklerine dikkat ettiğimizde, basit, sıradan ve normal bir Müslümanın söylediklerinden maada bir farklılık ve imtiyaza rastlayamadığımızı göreceğiz. Bununla beraber, bu, onu tenzil etmez. Esas olan onun külli faziletidir; sıkıntılı ve tazyikatlı dönemlerdeki değerli kitabet hizmetleridir. Bu hususta ölçü, Üstad’ın, ağabeyi Molla Abdullah’a Şeyh Ziyaeddin’le ilgili söyledikleridir; ifrat ve tefrit yerine hadd-i vasatı muhafazadır. İmam Ali’ye Şia’nın aşırı muhabbeti, Hz. Aişe dâhil, Hulefa-i Raşidin’e adavete müncer olduğu gibi, aşırı Hüsrev (rh. a) muhabbeti de aynı sonuca götürür. Yine, Hz. İsa’ya olan ifrat-ı muhabbetin, nasıl da tesliste karar kıldığını unutmamalıyız.
Evet; biriler Necip Fazıl için “Üstad” diyebilir; biriler Sezai Karakoç için “Üstad” diyebilir ve hakeza, benim bildiğim ve gördüğüm, Nur Talebeleri sadece birine “Üstad” demekteler ki o da Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleridir. Öyle ise, “Üstad-ı Sanî” gibi bir meşrep içi bir bid’ate gerek yoktu. Nur Talebelerinin yetiştiği kültür havzasında böyle bir kavram yoktur. O halde, bu kavramı güncelleyip kitap aracılığıyla şuuraltılarına yerleştirmeye de gerek yoktur; acilen terkedilmesi gerekir. Aksi takdirde, “Ümmet-i Muhammediyeyi sahil-i selamete çıkaracak bir sefine-i Rabbaniyenin hadimliği” şerefine mazhar olacakları bütün ümmetin huzurunda sorumlu ve davalı mevkie koyar.
Aynı kitabın bir diğer tahşidatlı taassubu Osmanlıca yazıya atfettikleri önemdir. Aslında Hüsrev Abi’nin yazısına atfettikleri önemdir dersek, daha doğru olur. Çünkü şahsı takdis edilen Hüsrev Abi’nin, yazısı da takdis edilmektedir. Nihayet, Yazıcı kardeşlerin bütün kitap ve kitabetleri Hüsrev Abi’nin sitilindedir. Hatta hiç unutmam, bu yazıya yoğunlaşan bir vakıf arkadaşla beraber bir sohbette (Eskişehir’de) idik. Kendileri ders yapsınlar diye, farklı bir hatla (Küçük Ali’ye ait) bir Risale uzatmıştık. Bir sayfa okuyana kadar terden sırılsıklam olmuştu; doğrusu çok acımıştım. Belli bir yazı stiline bağlı kalmanın getirdiği bu hâl-i pürmelali hiç unutamıyorum. Her ne ise...
Yazıcı kardeşler, ’Şeker Mektubu’ diye isimlendirilen Kastamonu Lahikası’ndaki yazıya dair mektubu nokta-i nazar ederler. Hâlbuki Külliyat bir bütündür. Deveden kulağa takılarak devenin, filin hortumuna sarılarak filin tarifi yapılamaz. ‘Kuran yazısı’ ve ‘elle yazmak’ ısrarlarını anlamak mümkün değil. Üstad’ın, “Risale-i Nur’a intisap eden zatın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak, yazdırmak ve intişarına yardım etmektir” sözünü de kendi şartlarında değerlendirmeli. Yine Lem’a-i İhlâs’ın sonundaki mektuplar, tamamen zaman ve şatlarda alakalı: Yazıcıların az olması, müellifin yarı ümmi olması, matbaa ve teksirin yasak olması, yakalanan Risalelerin müsadere edilmesi, vb... durumları nazara almadan, mücerred yazıya teşvik edilen mektuplara yoğunlaşmak, meseleyi eksik ve yanlış anlamış oluruz. Mevzuları önem, büyüklük ve yerindelik sırasına göre değil de, his ve meşrebimize göre sıralarsak, doğruya ulaşamayız. Bu meyanda, Külliyat’tan, salt yazıya dair kısımları derleyip, en ehemmiyetli dava yazıymış şeklinde telkin etmek, muzaaf bir taassup örneğidir. Üstad’a ait olmayan “Yazı Mektubu”, “Şeker Mektubu” gibi isimlendirmeler de ihdas edilen nev-i şahsına münhasır bid’atlerdendir.
Tamamen zaman, zemin ve şartlarla mukayyed bir hususu, bütün zaman, zemin ve şartlara teşmil etmek meşrep taassubudur; meseleye dar bir perspektiften nazar etmektir.
Tekrarlayacak olursak, Üstad'ın hüsn-ü hattının olmaması, etrafında kitaplarını dikte ettirecek yazıcıların yetersizliği (zaten okuma yazma az idi), teksir makinesinin olmayışı, matbaaların yasak oluşu, aşırı tarassut ve tecrid, aleyhteki dehşetli propagandalar, yakalanan kitaplara el konulması gibi şerait, hassaten yazı yazanların, özellikle de Hüsrev gibilerinin Üstad nezdindeki itibarını artırmıştır. Öyle ise, bir zaman ve şeraiti, bütün zaman ve şeraite hamletmek son derece yanlış ve ifratkâr bir tutumdur. Mesela Teksir makinası elde edilince, Üstad'ın "bin kalemli Nurcu", “bin kalemli kâtip” diye tavsif etmesini nasıl değerlendirmeliyiz? Demek, yazı lazımdır, öğrenilmelidir, yazılmalıdır, ama her şey değildir; hassaten de bu zamanda. Önemli olan iman ve Kur’an hakikatlerinin ders ve talimdir; dil ve alfabe bir vesiledir.
Yazıcı kardeşler, Yeni Yazıyı bid’at kapsamına alıp taarruz ederken, hangi saik ve cesaretle Yeni Yazıyla eserler telif ettiklerinin çelişkisini yaşıyorlar. Sadece her biri bir büyük Risale ebadında olan bu Tarihçeyi neden Latince yazdıklarını anlatamazlar. Tekellüflü teviller ise ikna edicilikten uzaktır... Yazıya dair 319-330, 612-622 ve 922-1001 sayfaları arasında işlenilen mevzuları, neredeyse bütün kitabın sathına yaymak, bu meseleyi adeta itikad haline getirmek, anlamsız olduğu kadar zararlı tartışmalara da zemin hazırlar. Tarihçe adıyla, yazıcılık, şahısçılık, şehircilik ve meşrep taassupçuluğunu pompalamak, kime ne sevap kazandırır? Bu taassup konularını dışarda tutarsak, yazılan bu Tarihçe’nin ötekilerden farkı ne? Bilenen ve yazılanların tekrarına ne ihtiyaç var? Demek amaç Üstad ve Risale-i Nur’u tanıtmak değildir; amaç, sözkonusu taassubun telkinidir. Eğer objektif olunsaydı, Üstad’ın Yeni Yazıya dair ifadeleri de nazara verilirdi. Ama yok!
Yazıcı kardeşlerin Osmanlıca için sık sık “Kur’ân yazısı” demeleri fahiş bir hatadır. Çünkü Kur’ân inmeden önce de bu yazı vardı. Peygamberimizin Bedir esirleri vasıtasıyla öğrettiği yazı Arapça değil miydi? O halde, Osmanlıca nasıl Kur’ân yazısı olur? Yine yıllarca “Yeni Yazı” için “Ladinî Huruf”tur deyip adeta küfürle itham eden bu arkadaşların, nihayette kendilerini nakzedercesine ve adeta geçmişlerini inkâr edercesine Osmanlıca-Latince Risaleleri, hatta meali bastırmaları nasıl açıklanabilir? İmanla küfrü hangi saikle yan yana, karşı karşıya, baş başa, kucak kucağa piyasaya sürüyorlar? Ne yaman çelişki, değil mi?
Bizde bir söz var; deniliyor ki, ayının 33 adet hikâyesi var; ama tamamı da armut üzerinedir... Demek, dönüp dolaşıp aynı meseleyi tekrar etmek doğru değildir; bıktırır ve uzaklaştırır. Kur'an'ın dört temel meselesi, tevhid, haşir, ibadet, nübüvvet ve adalet esaslarıdır; bunu hangi dil ve alfabeyle anlatırsan anlat, maksat yerine gelir, rıza-i İlahî kazanılır. Bir dilde, bir alfabede ısrar, hele hele, onlara kudsiyet atfedercesine i’zam etmek, tevhidin esaslarına aykırıdır; ağır bir mesuliyeti muciptir. “Size kâinatın en büyük meselesi olan iman hizmeti yeter” diyen Üstad, hiç bir mevzuyu imanın fevkine çıkartmamıştır. Ve Risale-i Nur’un kendisi de hakikî ve tahkikî imanın tercümanıdır. Hem Risale okuyun, hem de itikadı haleldar edecek taassupların içine girin, olmaz öyle şey!
Taassubun her türlüsünün kol gezdiği bu kitapta, bir de şehir taassubunu okumaktayız. Mesela Üstad’ın nahiyesi olan “İsparit”i ki bölgedeki telaffuzu “İspyrıd”dır, bilinçli olarak “Isparit” yazmaktadırlar. Üstad’ın “Kastamonu devresi” hayatını anlatırlarken bile, “Isparta ve Isparta kahramanları”na dair fasıl açmışlardır; Isparta ve Ispartalıların faziletleri nazara verilmektedir. Yani bir çeşit şehir ve şehircilik taassubu... Üstad’ın “Medresetüzzehra” idealini, Isparta şehrine hamletmektedirler. Üstad’ın Isparta ve Ispartalı talebelere dair iltifatkâr ve takdirkâr ifadelerini aynı liyakat ve mutlak olarak değerlendirmek, muhakeme eksikliği ve zihinsel iğfalcilikle izah edilebilir. Hâlbuki Üstad, “’Isparta Vilayetinin manevi Medresetü’z-Zehra olduğunu...’’ (bkz. 634) söylemesiyle, Isparta’nın maddi ve maksud Medresetüzzehra olamayacağını açıklamıştır. Bu meyanda, Urfa için de, “Taşıyla, toprağıyla mübarektir” iltifatı bilinen bir gerçektir.
Hâlbuki Üstad, son Isparta seyahatinde zehirlendirilmiştir. (bkz. 991) ve bu zehirlenme sonrasında, Isparta’nın kendisine yâr olamayacağını hissetmiş; herkesin uykuda olduğu bir sırada, talebelerine arabayı hazırlatıp Urfa’ya yönelmiştir. Hem de, plakasını çamurla sıvayarak... Eğer o kadar iddia edildiği gibi, kendisini Isparta’ya endekslemiş olsaydı, herhalde ayrılmaması lazımdı. Orada ölmeyi, gömülmeyi isteseydi –ki ağır hasta ve ölümünü hissettiği halde– neden ayrılsın ki? Üstelik Isparta ve Barla’daki mektup ve Risalelerinde bile sık sık “gurbet”, “kimsesizlik” ve “yabancı” olmaktan bahseder; sıla hasretiyle kavruluyordu. Demek bu Isparta muhabbeti, tamamen iltifat, takdir ve teşvikle alakalı bir tahassüsten ibarettir. Bütün zamanlara, mekânlara ve şartlara tatbike çalışmak, muvazenesizliktir. Hatta talebeleri, Üstad’ın Urfa’dan sonra Van’a gidip orada ölmek istediğini de hatıratlarında anlatıyorlar...
“Ben üç cihetle Ispartalıyım. Gerçi tarihçe ispat edemiyorum; fakat kanaatim var ki, İsparit nahiyesinde dünyaya gelen Said'in aslı buradan gitmiş. Hem Isparta vilâyeti öyle hakikî kardeşleri bana vermiş ki; değil Abdülmecid ve Abdurrahman, belki Said'i onların her birisine maalmemnuniye feda eylerim” gibi ifadeler de bu kabilden olup, Isparta’nın Risale-i Nur’un neşrine beşiklik ve yüzde yetmişlik kısmının burada tamamlanmasıyla alakalıdır. Ayrıca, ilk sıra (saff-ı evvel) talebelerinin de buralı olması, Üstad’ın buraya ziyadesiyle teveccühüne vesile olmuştur. Çünkü buraya sürülen ve her türlü menfi propagandaya muhatap bir Said-i Nursî; buna mukabil ona sahiplenen, Risalelerini yazan ve postacılığını yapan bir halk... Kur’an ve iman hizmeti adına bunları sevmek, övmek ve teşvik etmek kadar doğal bir yaklaşım olabilir mi?
Bu arada, Ispayrıd’ın da öyle zannedildiği bir köy ya da kasaba olmadığını, on-on beş köyden müteşekkil bir mıntıkanın adı olduğunu da belirtmeliyim.
Bir sonraki yazıda buluşmak umuduyla...
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.