22 Kasım 2024
  • İstanbul18°C
  • Diyarbakır14°C
  • Ankara17°C
  • İzmir21°C
  • Berlin3°C

HATİP DİCLE İLE KÜRTLERE YOLCULUK

Etyen Mahçupyan

31 Temmuz 2014 Perşembe 08:10

Osmanlı’nın cemaatçi yapısı etnik ve dinsel kimliklerin ‘üstünde’ bir hakem devletin varlığıyla bunca yüzyıl ayakta kalmıştı. Aslında devlet bu işlevini çoğunlukla yerine getirmekte zorlandı. Ama toplumsal ayrışma ortak bir alternatif birliktelik tasavvurunu engelliyordu. Dolayısıyla toplumdan yükselen itiraz sesi ‘adil’ bir yönetim isteğiyle sınırlı kaldı. Modernlik çabalarıyla birlikte, Osmanlı kimliğini topluma mal ederek farklılıkları kuşatan yeni bir vatandaşlık anlayışı yaratmanın peşinden gitmek istendi. Ama cemaatçi ayrışma galebe çaldı. Her kimlik kendi ayrılıkçı ve bağımsızlıkçı siyasetinin, toprak hayallerinin ve ‘kendi’ ulus devletinin peşine takıldı.

Ermeniler ‘son Osmanlı’ olmanın bedelini ağır ödediler. Kürtler ise arada bir yerde kalıp siyaseten paralize oldular. Müslüman oldukları için yeni ulus devletin doğal ve asli parçasıydılar ama Kürt oldukları için de bunu ancak bir üst kimlik altında kabullenmeleri mümkündü. Oysa zaman Türk milliyetçiliğinin etnik temelde ‘arandığı’, bunun üzerinden iktidar devşirildiği dönemdi. Bireyselleşmeyi ve özgürlüğü bir yana bırakan ‘tek ayaklı’ modernlik Kürtleri gafil avladı, onları kandırmakla kalmayıp ‘rejim suçlusu’ haline getirdi. Böyle bir devlet karşısında belirli bir nüfusa sahip bir kimliğin içinden ayrılıkçı siyasetlerin çıkmaması, bunlardan bazılarının silaha sarılmaması mümkün değildi. Devlet ise aslında bu ayrılıkçı ve silahlı örgütün varlığından gayet memnun oldu. Onu rejimin, vesayetin, rant paylaşımının ve yozlaşmış sosyoekonomik yapının garantisi olarak gördü.

Böylece yıllar geçti ama birden zihinsel planda beklenmedik bir ‘geri dönüş’ yaşandı. Ayrılıkçı olan örgüt birlikte yaşamaya, silahları bırakmaya hazır olduğunu söylemeye başladı. Bellek geri dönmüş, günümüzün post modern dünyasında ortak gelecek tasavvuru ile buluşmuştu. Cezaevinden çıkmadan kısa bir süre önce görüşmemizde Hatip Dicle bu dönüşümün ‘rasyonalitesini’ açıklamakta zorlanmadı. Çünkü neredeyse bütün hayatını bu güne ulaşmak üzere silahsız bir siyasetin savunusunu yaparak geçirmişti. Sözü ona bırakalım…

“Bugün Kürtler arasında bir referandum yapılsa bağımsızlık isteyenler yüzde 5’i geçmez. Bunun en azından sekiz tane nedeni var. Birincisi bu topraklarda halklar tarihsel olarak kardeştir ve bu duygu Kürtlerde yaygın olarak içselleşmiş durumda. İkincisi Kürtler Türkiye’nin tüm sathına yayılmış halde yaşıyorlar ve bölgeciliğin ya da ayrılıkçılığın genelde çok fazla karşılığı yok. Üçüncüsü yaşadıklarından öğrenen ve bunun üzerine düşünen bir Kürt kimliksel söylemi doğdu. Bunun sonucunda Kürtlerde ‘kimse’ asimile olmasın kanaati yerleşti. Yani giderek Kürtler salt kendileri için düşünme ve siyaset yapma noktasından uzaklaştılar. Dördüncüsü bağımsız bir Kürdistan’ın hayal olduğunu, gerçek bağımsızlığın bugünün dünyasında bir ütopya olduğunu anladılar. Beşincisi günümüz dünyasının normlarını aynen talep etme hakkına sahip olduklarını düşünmeye başladılar. Eğer bunu AB temsil ediyorsa, bizim de onlar gibi olmamamız için bir neden yoktu… Altıncı olarak artık tüm ülke sathındaki inşaat ve kentleşme dalgasında çalışanların yüzde doksanı Kürt. Yani bizim emeğimiz… ‘Bu çabadan pay almak, parçası olmak varken niye emeğimizi terk edelim’ diye bakmaya başladılar. Yedincisi başkalarının haklarını yaşaması bizim haklarımızı azaltmıyor ki! Kürtler son otuz yılın deneyimi sonucunda bu değerlendirmeye vardılar ve aksine başkaları haklarını yaşayabildiği takdirde ‘bizim’ de haklarımıza güvenle sahip olabileceğimizi kavradılar. Nihayet sekizincisi Türkiye halkı aklıselim bir halktır… Nitekim bugün iç savaş tahrikine direniyor. Önüne demokrasi ve barış konduğunda itiraz etmek bir yana onu kucaklayacak bir halktır. Bu özellik kimliksel bir tutumu fazlasıyla aşarak, herkesi buluşturan bir ortaklık zemini ve gelecek hayali oluşturur…”

Hatip Dicle ile konuştuğunuzda karşınızda romantik bir siyasetçi bulmuyorsunuz. Toplumsal gerçeğe serinkanlılıkla bakan ve bu gerçekliğin olumlu yanlarını siyasete tahvil etmek için uğraşan biriyle karşı karşıya olduğunuzu hissediyorsunuz. Dolayısıyla sohbetimizin sonlarına doğru bir uyarı cümlesi duyduğunuzda da şaşırmıyorsunuz: “ Bugünkü ortam bozulursa, işlerin nereye gideceği, nerede duracağı, kimin parmak atacağı belli olmaz.” Bu tespit Çözüm Süreci’nin zaman zaman ağırlaşsa bile durmaması, hiçbir noktada bir geri adıma sebebiyet verilmemesi gerektiğini söylüyor. Ama son cümlemiz bu değil… Yine Dicle’nin kelimeleriyle “Barış elimizi uzattığımızda alacağımız kadar yakın artık…”

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.