HAMURABİ ABİMİZİN KURALI
Murat Belge
17 Kasım 2012 Cumartesi 01:52
Dünkü yazımda, Başbakan’ın “rüşeym”e duyduğu şefkat ile yaşamakta olan insanı öldürmek veya ölmesine rıza göstermekte sergilediği aldırışsızlık arasındaki kontrastı ele alıyordum. Bir açıdan (yani “insan hayatının kutsallığı” açısı) bakıldığında “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?” dedirtecek bir kontrast. Ama başka bir açıdan bakıldığında tutarlı görünebilir. Bu “başka açı” da İslâmî ideolojidir.
Kur’an’da “idam”ın yeri vardır. O nedenle, Türkiye’de İslâmcılar Ahmet’in, Mehmet’in idam edilmesine karşı çıkabilirler, ama bir ilke olarak idamın kaldırılmasını savunmaktan kaçınırlar. Bu ülkede laik düşünceli olanlarla bütün sorunların çözümlerini İslâm’da arayanların ortak yerlerde buluşmalarını engelleyen çeşitli etkenlerden biri de budur.
Ne diyor Başbakan? Biri birine zarar vermiş, örneğin onu öldürmüşse, “üçüncü taraf” olarak benim o zarar veren kişiyi bağışlama hakkım yoktur. Bu hak, zarar görmüş kişinin yakınlarına aittir. Kurulan mantık bu. Zaten aşağı yukarı bu kelimelerle kendisi de bunları dile getirdi.
Şimdilerde AKP’de, parti ileri gelenleri arasında, yeni bir “etkinlik biçimi” çıktı: Başbakan’ın, dünyada insan medeniyetinin vardığı noktalara uyuşmayan, genel vicdanı açıkça çiğneyen sözlerini tevil etme etkinliğinden söz ediyorum. “İdam gereklidir” ısrarına karşı da, “Canım, o bunu Breivik için söyledi” diye bir tevil var.
Peki, öyle kabul edelim. Bu manyağın, psikopatın kurbanlarının yakınlarının birçoğunun “idam karşıtı” olduğunu tahmin ediyorum. Norveç’te kimse idam edilmiyor. Bu olaydan sonra Norveç’te “Bize idam lâzım! Biz idamsız yapamayız!” diye bir hareket doğmadı. Oradaki o eksiği buradaki bu başbakan telafi etmeye çalışıyor.
Bu durumda ne olacak? Kurbanların yakınları yarı yarıya ayrışmış olsun, ne olacak? Bir tarafın düşündüğü baştan doğru, öbür tarafın düşündüğü baştan mı yanlış? Oya mı koyacağız?
“Baştan doğru”ysa, neye göre o doğru? Başbakan, tabii, bu iddiasına “İslâmî otorite”den kanıt, destek arayacaktır. Ama orada bulacağı “kısasa kısas” ilkesinin kökeni de, bizim geçmiş üstüne bilgilerimiz çerçevesinde, Hamurabi’ye kadar gidecektir. Bu durumda belki Hamurabi’nin de bir vahiy sonucu o yasaları yaptığını düşünmemiz gerekiyor. Çünkü, böyle değilse maazallah, Kur’an’da “kısasa kısas” anlayışının bu kadim, monoteizm-öncesi dünyadan “neşet” edip İslâm hukukuna eklemlendiğine inanmamız gerekebilir.
Hamurabi, yazıya geçtiği için, bu alanda bildiğimiz ilk kaynak. Ama insan tarihi boyunca, yazıya geçmemiş yığınla durumda, bu anlayışın hukukun temelini oluşturduğunu düşünebiliriz. “Kaşa kaş, göze göz”! Dümdüz bir mantık. Dümdüz olduğu için de “evrensel” olmaya en yatkını bu. Başbakan da bu düzlüğe güvenerek söylediği sözleri fütursuzca söyleyebiliyor.
Oysa, hakkı yenmiş bir kişi üstüne “üçüncü kişi”nin hüküm vermesi diye bir şey zaten sözkonusu değil. Başbakan, burada da, kendini Hamurabi zamanının ya da bütün zamanların ilkel toplumlarının ilkel koşulları içinde tahayyül etmekten kendini alamıyor. Kimse Tayyip Erdoğan’a gelip “Şöyle şöyle oldu. Ne yapalım” diye yol sormuyor. “Kadı” falan yok ortada.
Medenî dünyada yasalar insanlık anlayışının ve ahlâkının, yani bir yandan psikoloji, sosyoloji gibi bilimsel disiplinlerin “suç ve ceza” kavramlarına, bir yandan etiğin geldiği yerlere saygı duyularak hazırlanır. Bunlar, içinde yaşayacağımız hukukî dünyanın sınırlarını çizer.
Örneğin, Kur’an’da köleliğin yeri var, kuralları da belirlenmiş diye, kölelik kurumu yeniden ihdas edilmez.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.