HALİFE ÇÜRÜK ÇIKARSA DİN ELDEN GİDER Mİ
Mücahit Bilici-
29 Mart 2014 Cumartesi 10:35
Kriz zamanlarında insanların kaliteleri ortaya çıkar. Bu yüzden kriz zamanlarının döküleni çoktur. Bir kavgada kim daha çok yalan söylüyorsa muhtemelen o haksızdır. Bir kavgada kim daha çok bağırıyorsa yine muhtemelen o haksızdır. Çünkü haklı sabırlı ve insaflı olur. Kadere güvenir. Haklı bile olsa şartların haksızlığı karşısında sabra dönüşen bir özgüven gösterir. Çünkü bilir ki kendisini şimdi vuran haksızlık uzun süre böyle devam etmez. Eşyanın doğasına olan muhalefet nasıl geri tepiyorsa, insan hakkına yönelik bir tecavüz olan haksızlık da er geç geri teper. Hakka olan itimat, haklıyı dayak yese de sabırlı kılar. Fakat haksız olan haksızlıktan kaynaklanan özgüvensizliğini kapatmak için bağırmaya mecburdur. Hadiselerin akışını kaderin dağıtımına terk edemez. Eğer adaletin bir hakikat ekonomisi var ise, haksızın bütçesindeki deliğin kapatılabilmesi için ilave gürültüye ve kaba kuvvete ihtiyaç hâsıl olur. Özetle, haklı sabırlı, haksız öfkeli olur.
Türkiye belki de daha önce örneği görülmemiş ilginçlikte bir mücadeleye sahne oluyor. Umulur ki bu mücadele devam edecekse insaf ölçüleri içerisinde devam eder.
Daha önce, bıçaklar karşılıklı olarak kemiğe dayandığında daha az çürük olan kazanacaktır demiştim. Yine o kanaatteyim. Zaman en iyi müfessirdir, hayatı en iyi o yorar!
Son zamanlarda siyasi istismarın konusu yapılan Bediüzzaman’a II. Meşrutiyet’in ilanından sonra sorarlar:
“Sual: Acaba daha Sultan Hamid gibi padişah tahta çıkmayacak mıdır? Eski hâl hiç olmayacak mıdır?”
“Cevap: Acaba sizin şu siyah çadırınız parça parça edilip yandırılırsa, külü havaya savrulursa, o külden yeniden çadır edip içinde oturmak kabil midir?”
Bugün siyasi çatışma ortamında, dinden yana endişe duyanlar gibi o zamanlar da insanlar dini koruma adına siyasi otoriterliğin gerekli, en azından mecbur kalınan bir şey olduğunu sanıyorlardı. İşte onlara karşı Bediüzzaman demişti:
“İnkilâb-i siyasî cihetiyle dininden havf eden adamın, dinde hissesi, beytü’l-ankebut gibi zayıf düşmüş cehalettir, onu korkutur; taklittir, onu telâşa düşürttürür. Zira itimad-ı nefsin fikdanı ve aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hukûmetin cebinden zannettiğinden; kalbini, aklını da hükûmetin kesesinden tahayyül eder, korkar.” Yani, siyasi bir değişim olunca veya çok itimat edilen halife çürük çıkınca din elden gidecek diye korkan (ve yine dinin bekasının birilerinin iktidara gelmesi yahut iktidarda kalmasına bağlı olduğunu zanneden) adamın dindeki hissesi örümcek ağı gibi zayıf düşmüş bir cehalettir ki onu korkutur ve taklitçiliktir ki onu endişelendirir. Öyle insanlar kendi kendilerine güveni olmayan ve kifayetsizliğinden dolayı mutluluk ve selametini hükümetin cebinden zannedenlerdir ki kalp ve akıllarını da hükümetin kesesinden bilirler.
İşte “dine zarar olmasın, ne olursa olsun” diyen muhataplarına Bediüzzaman’ın verdiği cevap şöyledir: “İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de, mağlûp bîçare bir reise [Sultan Abdülhamid’e] yahut müdahin [dalkavuk] memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir?” (yoksa o görev, elmastan bir kılıç olan toplumun dinî duyarlılıktan kaynaklanan sivil kolektif hamiyetine mi bırakılsa daha iyidir?).
Evet, din devletin korumasına terk edilemeyecek kadar değerli bir şeydir. Dinin devletin üretim ve korumasına terk edildiği ülkelerde devlet de din de çürümüştür. Devletin görevi din dağıtmak değil, özgürlük dağıtmaktır. Yani din özgürlüğünü güvence altına almaktır.
Sadece milli iradenin konuştuğu, diğer iradelerin sustuğu rejime demokrasi denmez. Çoğunluk adına olan istibdad ile azınlık adına olan istibdadın ikisi de istibdattır. Türkiye şu anda azınlık istibdadından çıkmış olmanın heyecan ve sevinciyle çoğunluk istibdadının yanlışlığını tam göremiyor olabilir. Demokratik temsil sermayesinin politik elite açtığı kredi ile demokratik kurumsallaşmanın politik elite getireceği hesap verebilirlik lüzumu arasında bir gecikme hâlidir bugün yaşadığımız. Karizma siyaseti bu gecikmeyi istismar etme potansiyeline sahip olduğu gibi, pratikte de bu durumun bir sorun olarak teşhisini geciktirmiştir. Savaş zamanlarında türemiş edebiyatın, seferberlik ve politik savaş ortamı üretmek için bolca tüketildiği bir zamandayız. Ortada ne bir kıyamet var, ne de kimse “son ordusudur İslam’ın!”
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.