HAKKÂRİ’DE İKİ GÜN
Erol Katırcıoğlu
29 Kasım 2012 Perşembe 01:16
“Hakkâri’de bir mevsim” bile değil yalnızca iki gün geçirdim. Van’dan üç saat gittikten sonra, bir süre karlı dağlara değecek kadar yaklaşan, oradan neredeyse bir ova kıvamında topraklara geçen yolları aştıktan sonra etrafı yüksek dağlarla çevrili bir çanak gibi duran Hakkâri’ye vardım. Küçük bir Anadolu kasabası havasındaki Hakkâri’nin en etkili yanı kuşkusuz Sümbül Dağı. Tepesindeki karlarla muhteşem bir görünüşü var. Onun ötesinde bu yerleşime “şehir” demek bile imkânsız. Halkın “Mecburiyet Caddesi” adını uygun bulduğu tek bir ana caddesi var. Adı üzerinde herkes mecburi olarak günde en az bir kere bu yoldan geçmek zorunda gibi.
Anladığım kadarıyla tüm yerli nüfus Kürt. On bin civarında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin memurlarını saymazsanız bu böyle. Ben hiçbir doğu ilimizde devletin bu kadar “eğreti” durduğu başka bir yer görmedim. Kaldığım otelin penceresinden Mecburiyet Caddesi’ne bakarken, “Türkiye Cumhuriyeti İş ve İşçi Bulma Kurumu” yazan, yan yatmış tabelaya bakarken geldi aklıma bu. Buradaki devletin varlığı, “Tıpkı bu tabela gibi” diye geçirdim içimden “ eğreti!”.
Doğrusu bu şehre şehir demenin zor olduğunu söylerken bu, yalnızca yerleşimin mekânsal boyutlarının küçük olmasından dolayı değil. Şehrin her bakımdan bakımsız, estetikten yoksun ve terkedilmiş bir görüntü vermesinden. O zaman insan kendi kendine söyleniyor, Ekonomik başarılarının verdiği özgüvenle kendini Ortadoğu başta olmak üzere neredeyse bütün dünyaya nizamat vermeye çalışan bir Türkiye’nin Hakkâri’si böyle olabilir mi diye. Eğer tersten söylersek, kim inanır Hakkâri’si böyle olan bir Türkiye’nin Ortadoğu’da model olabilecek bir ülke olduğuna, ya da Birleşmiş Milletler gibi “hakem kuruluşlara” ilişkin eleştirilerin haklılığına. Demezler mi ki “Önce sen kendi ülkene bak!” diye.
Bütün bunlara rağmen Hakkâri, Türkiye’nin Kürtlerle neden barışması gerektiğini iyi anlatan da bir şehir. Bu barışmak yalnızca onların temel talepleri olan “anadilde” eğitimden çok, aynı zamanda onların kendi kendilerini “yönetme” talebini de kapsıyor. Çünkü orada yaşayanlar onlar ve kendi hayatlarıyla ilgili kararlarda en fazla dahli olması gerekenler de onlar.
Ticaret Odası yetkilisiyle konuşurken Hakkâri’nin geliri nereden gelir, diye sorduğumda aldığım cevap, devlet buradaki memurlarına ve korucularına aylık olarak ne verirse odur buradaki ticaret, oldu. Bir şehrin bu kadar devlete bağımlı olması ve devletin de muhtemelen yalnızca güvenlik çerçevesinde Hakkâri’yi algılaması, bu resmi biraz terkedilmiş, bakımsız ve Sümbül Dağı hariç renksiz kılmış durumda.
Bu nedenle de insan Hakkârililerin bir tür beklemede olan bir halk olduğu duygusuna kapılıyor. Hakkârililerin beklemede olduğu şey de sanırım bu yukarıda altını çizmeye çalıştığım yönetim konusuyla ilgili. Hakkârililerin çoğu devletin buradaki bu biçimde varlığından rahatsız. Paylaşmayan, yalnızca kendi çıkarları doğrultusunda karar alan bir devlete güvenmemek aslında yalnızca burada yaşayanlara değil devlete de ait bir duygu. Devletin de buraya güvenmediği çok açık.
İşte alın size Kürt sorunu!
Birbirine güvenmeyen (her birinin kendine göre haklı nedenleri de olabilir), o nedenle de adım atamayan iki toplum. Bana Hakkârililerin beklemede olduğu duygusunu veren de bu durum sanırım. Adım atılacakmış gibi, sorun çözülecekmiş gibi bir hava. Gergin ve belirsiz.
Hakkâri bu nedenle de sanırım Kürt sorununun da aynası olan bir şehir. Bir mevsimde değil iki günde yaşadığım Hakkâri’den edindiğim izlenimler bunlar.
Umarım Hakkârililer çok beklemezler...
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.