HAFİYELER, CASUSLAR VE HAİNLER
Orhan Miroğlu
30 Mart 2014 Pazar 10:00
Son zamanlarda bu kelimeler ortalarda uçuşmaya başladı. Siyasi duruşunuza ve tercihlerinize bağlı olarak bu kelimelerin her birine farklı anlamlar yükleyebilir ve başkalarının yüklediği anlamlar size çok manasız gelebilir.
Hafiye, ajan, casus ve hain kelimeleri, sosyal ve siyasal meselelerle bir şekilde uğraşmış olanların hafızasında önemli ve unutulmayacak hatıraları süsleyen hatta belirleyen kelimeler demektir.
***
Ortaokul’u Batman’da okudum. Sınıfta Kürtçe konuşmak bir sorundu. Türkçe öğretmenimiz sorunu halletmek için basit bir yol bulmuştu. Her sınıfta bir ajan vardı. Ajan olmaya talep çoktu doğrusu. Ve her sınıfın ajanı, bu talepte bulunan ve ajan olmak isteyenlerin arasından özenle ve Türkçe öğretmenimiz tarafından seçilirdi. Sınıfımızın ajanıyla hoş geçinmeye çalışır, ona kardeşimiz gözüyle bakmaya çalışırdık. Kürtçe konuşanları bir liste yapıp, gerektiğinde sınıfta yüksek sesle okuyan ve bir nevi teşhir ve ihbar görevi yapan ajan, sınıfın en itibarlı öğrencisiydi. Hem bizim gözümüzde hem idarenin gözünde.
Yıllar sonra aynı ve benzer bir mekanizmayı Diyarbakır cezaevinde gördüm. Her koğuşun bir ajanı, bir casusu vardı. Ve bu görev öyle gizli filan da ifa edilmezdi. O ajanlardan doğrusu çok çekerdik. Kurallara uymamak zaten mümkün değil, herkes gönüllü olarak uyuyor. Ama idare yine de ajanlık müessesini gerekli görüyordu. Gardiyan koğuşa girdiğinde ilk öğrenmek istediği şey koğuşun ajanının kim olduğuydu.
- Bu koğuşun muhbiri kim lan dendiğinde, muhbir büyük bir gururla ortaya çıkar, tekmil verdikten, ismini cismini peş peşe saydıktan sonra
- Bu görevi ben yerine getiriyorum komutanım derdi.
***
Arif Doğan JİTEM’e çalışan on bin kişinin olduğunu söyleyince bunun bir palavra olduğunu düşünenler oldu muhakkak, ama bana kalırsa bu bir gerçekti.
Dünya’da devletin bekası ve tekçi bir kimlik yaratmak için, devleti zor durumlarda kaldığı zamanlardan çıkarabilmek için, ajanlık, muhbirlik müessesine geniş bir meşruiyet alanı sağlandığı, ajanlığın hafiyeliğin, adeta makbul bir vatandaşlık görevi olarak görüldüğü bir başka ülke yoktur belki de.
Bu meşruiyeti kendi saflarına taşıyan dini olsun solcu olsun bir sürü örgüt türedi. Devlete benzemek yolunda, bu örgütler, ajanlık, muhbirlik müessesine özel bir önem verdiler. İç infaz vakalarında bu müessesede görev almış olanların, merkeze verdikleri bilgilerle hareket edildi. Öyle yıllardan geçtik ki, neredeyse Kürtler’in yarısı kahraman, ama yarısı da hain ve ajandı.
Bu siyasi kültür, devlete zarar vermezken sorun yoktu. Ama meğerse derinlerde bir şeyler faal haldeymiş. Faal haldeymiş ki ‘müessese’ maalesef şimdi de geldi devletin bizatihi hükümranlık haklarını tehdit eden boyutlara taşındı.
***
Dün Oslo’yu sızdıranlarla, bugün Dışişleri Bakanlığındaki toplantıyı sızdıranların bu ‘meşruiyet’ alanlarında yetiştiğini görmezlikten gelmek gerçekten çok zor.
Devlet ve millet, istenmeyen bir iktidarın ve liderin elinden kurtulacaksa, gerisi teferuattır!
Bu zihniyet bizim siyasi kültürümüzün en belirleyici yanıdır.
Oslo görüşmelerinin sızdırılmasından bu yana, rastladığımız birçok hadiseyi, gizli bilgi ve kaset paylaşımında gördüğümüz haliyle, koskoca bir devletin, üstelik üçüncü dünya ülkesi de olmayan, tam tersine AB’yle müzakere eden, bir devletin, siyasi magazin konusu haline gelmiş, getirilmiş, istihbaratının bu şekilde hallaç pamuğu gibi atılmasında hiçbir beis görülmemektedir.
Değişmesi gerektiğini düşündükleri bir iktidar ve o iktidarın liderinin çekip gitmesi, onlar için demokrasinin ve özgürlüklerin temel kıstası olmuş durumda.
Eğer o iktidar ve o lider devrilecekse, BM’nin ‘olaya’ el koymasını meşru görebilir, Genelkurmay’ın NATO’ya, Türkiye Büyük Millet Meclisinin, AB Komiserlerine devredilmesini, MİT’in de CIA’den oluşacak bir komisyona bağlanmasını, böylece, ‘diktatörlükten demokrasiye uzanacak bir geçiş dönemini’ dünyanın garantiye almasını bir gün gelir savunurlarsa kimse şaşırmasın.
***
Çekip gitmesini istedikleri bir iktidarın Türkiye’de sandık yoluyla gitmeyeceği anlaşıldıkça, akıllarına demokrasi dışı yöntemleri denemekten başka bir çare gelmiyor ve bu çareleri önerenler de her nasılsa sosyalist düşüncelerden gelen insanlar arasından çıkıyor.
Ama sonuç olarak bu çarelerin denenebileceği koşullar kalmadı.
Kürtler artık savaşmak istemiyorlar. Alevi toplumunun istismarı üzerinden kazanılabilecek mevzi, tatminkar olmaktan uzak. Belli ki, Alevileri bir süre daha ön saflarda Gezi’ye şuraya buraya çıkarmak mümkün olabilir, ama yüzünü dağlara dönebilecek bir Alevi hareketi de yok ortada.
Uluslararası müdahale galiba yegan çare olarak beliriyor. Bu iktidarın ulusal imkanlarla ve meşru yollarla devrilmesinin, pek de mümkün olmadığı görüldükçe, yıllardır Suriye’deki, Mısır’daki felaketlere ve katliamlara ses çıkarmayıp, Türkiye için, habire endişe bildiren aralarında Nobel ödüllü yazarların olduğu açıklamalar, bildiriler, istihbarat ve casusuluk faaliyetlerinin artması oranında, hiç kuşkunuz olmasın daha da artacaktır.
Bu artışın dünyayı sarsması ve Türkiye’nin kriminal, kendini yönetemeyen, bütün kurumlarıyla darmadağın edilmiş, yardıma muhtaç, hatta uluslararası kurumların müdahale etmesi gereken ve bu müdahele olmazsa, dünyanın başına bela olacak bir ülke olarak sunulmasında, sonuca ulaşabilmek için, içimizdeki casuslar daha da aktifleşecekler.
Kendi hükümranlık haklarının farkında olan bir ülkede bu saldırılara karşı ortak bir tutum ve tavır geliştirilmesi kaçınılmaz olurdu.
Ama maalesef böyle olmadı. Olayın duyulmasından sonra konu hızlı bir biçimde, bir iç siyaset malzemesine dönüştü, ana muhalefetin lideri, insana ‘casusun ve hainin hiç mi suçu yok’ dedirten açıklamalar yaptı.
Oysa, devletin gizlilik temelinde yaptığı toplantıların ortam dinlemesi yoluyla bu kadar pervasızca saldırıya uğraması, kimsenin güvende olmadığını gösteriyor.
***
Bir ülkenin içine bu kadar sızılmışsa, o ülkede ne bağımsızlıktan söz edilebilir ne milli egemenlikten.
Ulusalcılık ve milliyetçiliğin bayraktarlığını kimselere bırakmayanların, suskun kalmalarını anlamak gerçekten çok zor.
Türkiye bu haliyle, milli meselesi olarak gördüğü hiçbir sorunda gizli kalabilecek bir karar alamayan bir ülke haline gelmiş demektir.
Bu korkunç gerçek aslında Kürt meselesiyle ilgili yaşadığımız süreçlerde görülmüştü.
Oslo görüşmelerinin kimin tarafından sızdırıldığı-karşılıklı suçlamalara rağmen-bugün dahi hala anlaşılabilmiş ve bu konuda yasal bir soruşturma başlayabilmiş değildir.
Son çözüm sürecinde de aynı şekilde bir takım görüşme notları BDP’den alındığı söylenerek medyaya servis edilmiş ve bu dahi bir gazetecilik başarısı olarak görülmüştür.
***
Hükümetin işi çok zor. Milli istihbarat alanında bir enkazı, devraldığını ya fark edemedi, ya da fark etti ama bu yapıları dönüştürmede epey geç kaldı ve bu arada atı alan Üsküdar’ı geçti.
‘Suriye dinlemesi’ Türkiye’nin egemenliğine, hükümranlık haklarına vurulmuş bir darbedir.
Ama bağımsızlık ve demokrasi mücadelelerinin tarihi ve tecrübeleri açıkça gösteriyor ki, hiçbir şey bir ülkenin kendi bağımsızlığından daha güçlü değildir.
Bu darbenin Türkiye’yi daha milli ve bağımsızlıkçı bir yere taşıyacağından hiç kuşku yok.
Bundan böyle ‘bizi çökertmek isteyen iç ve dış güçlerle mücadele’ konsepti, haklı olarak, hükümetin elinde güçlü bir mücadele aracı olacak ve yeni bir Türkiye milliyetçiliği, veya yurtseverliği demokrasi talepleriyle beraber ortak bir ideale dönüşecektir.
Hainlik, casusluk ve hafiyelik kavramlarının içinde bolca geçtiği tarihi ve hem devletin hem çeşitli örgütlerin yarattığı ‘müesseseleri’ tartışmaya açmak ve yüzleşmek zorundayız.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.