26 Nisan 2024
  • İstanbul18°C
  • Diyarbakır29°C
  • Ankara27°C
  • İzmir24°C
  • Berlin15°C

HAFİF FREN, AZICIK SÜKÛNET

Bayram Bozyel

21 Mart 2020 Cumartesi 19:05

Dünyayı kaplayan koronavirüs salgınından hareketle, geçen yazımda, bir an durup derin bir nefes alma gereğine dikkat çekerek, insanlık serüveni üzerinde durmaya çalıştım. Vurgulamak istediğim şey, insanoğlunun o kadar masum ve talihsiz olmadığını, onun bir kader mahkûmu sayılamayacağını, başına her ne geldiyse onun kendi eseri ve tercihi olduğunu ortaya koymak.

İslami literatürde çok kullanılan tefekkür kavramı çok hoşuma gidiyor. İçinde geçtiğimiz çağda ve yaşamakta olduğumuz şu corona zamanında önümüzü görmemiz için bu sözcük anahtar işlevi görebilir.

Günümüz dünyasını tanımlarken; sıklıkla dünyamızın küresel bir köye dönüştüğünü söyleriz. Metalar, sermaye ve fikirlerin dolaşımı sınırları anlamsızlaştırmış gibi görünüyor; bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerin mesafeleri sıfırlayarak gerçek zamanlı bir iletişim çağına geçtiğimiz inancı oldukça karşılık buluyor. Son iki yüzyılda modern üretim ve ileri teknikler alanında kaydettiğimiz dev gelişmelerle gezegen üzerinde mutlak bir kudret ve kontrol sağlamamış mıydık? Dahası, soğuk savaşın ardından batı medeniyetinin, özel olarak kapitalist sistemin mutlak zafer kazandığını ve tarihin sonuna gelindiğini ilan etmemiş miydik?

Bu iddialı söylemin çökmesi, koca bir balonunun patlaması, kralın çıplak görünmesi için sadece bir virüsün varlığı yetti, daha fazlası değil.

Geçen yılın (2019) aralık ayında Çin’de ortaya çıkıp bir anda dünyayı rehin alan Coronavirüs salgını karşısında sözü edilen muzaffer soyumuzun ve ebedilik atfedilen uygarlığımızın hal-î pür melali bir anda faş oluverdi.

Mesele şu ki, tarihin sonuna gelinmese de, mevcut uygarlığın sonuna geldiğimiz açık. Bir parçası olduğumuz ve onsuz yaşayamayacağımız gezegenimizin gücünün sınırlarını çok zorladık, onu kontrol altına alma hevesi başımızı döndürdü. Ekonomik, siyasal ve kültürel değerlerimiz ise aşındı. İnsanlık, yol işaretlerinden yoksun, okyanusta yönünü kaybetmiş bir gemi gibi oradan oraya şiddetle savruluyor.

Bu durumda yapılacak şey hafif bir frene basmak, derin bir nefes alıp düşünmek, tefekkür etmek, insanlık serüveninin bilançosunun muhasebesini yapmayı denemektir. Söz konusu muhasebe vaktinin tam da bu vakit olduğunu düşünüyorum.

Ben, insan türünün kategorik olarak iyi ya da kötü olduğunu ileri sürmüyorum. Onda iyi ve kötü; yapıcı ile yıkıcı eğilimin her ikisi potansiyel olarak yer alıyor. Ancak doğal olan eğilim, ağır basan, iç güdüsel yönelim; hedonizm, bencilik, yıkıcılık, saldırganlık yönündedir. Yıkıcı eğilim, potansiyel olarak hiçbir canlı türünde olmadığı kadar insan türünde var. İnsandaki potansiyel iyilik eğilimi; birleşme, dayanışma, hoşgörü, ahlak, erdem, vicdan vb. davranışlar ise sonradan elde edilen, öğretilen, geliştirilen hareketlerdir.

İnsanlık tarihine bakıldığında onun insanlaşma evriminin çok dramatik ve yıkıcı hikayelerle dolu bir seyir izlediğini görüyoruz. Evet, o 70 bin yıl önce Afrika’dan çıktığı noktadan belki çok ileri bir safhada, ancak kendi soyuna ve doğaya karşı işlediği suçlarla dolu bir kamburu sırtında taşıyarak. Soyumuzun insanlaşma serüveninde ulaşması gereken olgunluk, bilinç ve ruh zenginliği final noktasına gelince, o noktadan henüz çok çok uzakta.

Bugün büyük, ultra, parlak sıfatlarla nitelendirdiğimiz ve bir ölçüde de nimetlerinden faydalandığımız yaşam seviyesinin, maddi ve kültürel medeniyetin arka planında kanlı ve utanç verici bir bilanço olduğunu, kapitalist birikimin sömürgelerin eşi görülmemiş vahşi ve barbarca sömürüsüne dayandığını biliyoruz.

15 yüzyılda Avrupalı güçler denizlerdeki üstünlüklerini kullanarak dünyayı fethetmek için 400 yıl boyunca aralıksız seferler düzenlediler. İspanyollar 1521 yılında bugünkü Meksika’da yer alan Aztek İmparatorluğunu ortadan kaldırdılar. O Aztekler ki zengin bir mitoloji ve kültürel mirasa sahipti, başkentleri Tenochtitlan Avrupa’nın çoğu kentinden daha büyük ve temizdi. İspanyollar 1521’de’ Aztek başkenti Tenochtitlan’a vardıklarında Aztek İmparartoru Montezuma onları barışçıl bir biçimde karşıladı. İspanyollar sömürgecilik konusunda etkili bir strateji geliştirmişti. Buna göre yaptıkları ilk hamle yerlilerin liderini ele geçirmekti. Öyle de yaptılar. İspanyollar sinsi bir planla beklenmedik anda Aztek İmparatoru’nu ele geçirdiler. Gerisi çorap söküğü geldi. Bu sayede imparatorluğun bütün hazinelerini yağmaladılar, yerli halkı vergi ve yiyecek vermeye zorladılar. İkinci aşamada kendilerini toplumun yeni elit sınıfı haline getirerek vergi, haraç ve özellikle de zorunlu işgücü gibi alanlarda kontrolü ele geçirdiler. Kölelik, yağma ve katliamlar sonucunda 1520’de Aztek ülkesinde 25 milyon tahmin edilen nüfus 1600 yılında bir buçuk milyondan daha az bir rakama indi. Yani üç çeyrek yüzyılda %95 azalmıştı.

Benzer bir strateji şimdiki Peru’da bulunan İnka İmparatorluğu’nda hayata geçirildi. 1931’de İnka İmparatoru Atahualpay’ı tuzak kurarak gafil avlayan İspanyollar imparatorun muhafızlarından iki bin kişiyi öldürüp kralı esir aldı. İnka kralı yeniden özgürlüğüne kavuşmak için bir oda dolusu altın ve iki oda dolusu gömüş getireceğine söz vermek zorunda kaldı. Kral sözünü yerine getirdi, ama sözlerinde durmayan İspanyollar kralı boğarak öldürdüler. İspanyollar aynı yıl İnka başkenti Cusco’yu ele geçirdi. 1931 yılında işgal edilip yıkılan İnka ülkesindeki yerli nüfus sonraki 30 yıl içinde % 20-30 rakamlara inecekti. Altın ve gümüş peşinde koşan İspanyollar, Orta ve Güney Amerika’nın maddi ve kültürel değerlerini yok etmekle kalmadı, aynı zamanda buradaki yerli halkların sonunu getirdi.

İspanyol sömürgecilerinin yok ettiği haklardan bir de bugünkü Haiti’de yaşayan Hispanniola halkıydı. 1492 yılında nüfusu yarım milyon tahmin edilen bu halk eksiksiz bir soykırımla yok edildi.

İspanya’nın sömürge fetihlerine eşlik eden rahip Baratolomê de lass Cassa İspanya’nın Amerika kıtasında yerli halka karşı başvurduğu zalimane muamele ve sömürü karşısında hayal kırıklığına uğrar, sömürgeci uygulamaları tiksinti verici ve çirkeflik olarak nitelendirir.1

İngiliz yönetimi sömürgeleştirdiği Kuzey Amerika’da 1703’te çıkardığı bir kararname ile bir yerli kafa derisi ya da tutsak edilen her Kızılderili için 40 sterlinlik bir prim veriyordu, prim 1720’de 100 sterline yükseltildi.

Sömürgecilik çağının en iğrenç ve yüz kızartıcı uygulaması 17. yüzyıldan 19. yüzyılın ortalarına kadar devam eden zenci ticaretiydi. Amerika kıtasında yerli halkın yok edilmesi üzerine, ihtiyaç duyulan işgücü kaynağı Afrika’dan gemilerle getirilen zenci kölelerden sağlandı.

Avrupalı sömürgecilerin köle ihtiyacını sağlayan ise Afrikalı devletlerin kendisiydi ve bu ticaretten büyük kazanç sağlıyorlardı. Afrika’dan gemilerle Amerika’ya götürülen zencilerin üçte biri geldikleri ilk üç yıl içinde ölüyor ve bir erkek kölenin çalışma yaşamı on beş yılı geçmiyordu. Bu konuda rakamlar muhteliftir, tahminler Afrika’dan götürülen zenci kölelerin sayısının 10-15 milyon dolayında olduğu yönündedir. Bu rakama köle avından ve onların taşınmalarından ileri gelen ölümler dahil değildir.

Köle ticareti Afrikalıların ruh dünyasında derin izler bıraktı, yakalanıp köle olarak satılma ihtimali Afrikalıların başkalarına olan güvenini tarihsel olarak etkilemiştir.

Sömürgecilik sistemi Asya’nın dünyadaki ekonomik ve siyasal ağırlığını kökten değiştirdi.

Tarihçilerin gösterdiği gibi Asya yaklaşık 18. yüzyıl boyunca, dünyadaki toplam GSMH’sının baskın üreticisiydi. 1800 yılında Asya, dünyanın GSMH’sının %80’nini oluştururken, Avrupa sadece %20’den azını oluşturuyordu. Hindistan’ın 1750 yılında küresel üretimdeki payı, ABD’nin bu günkü %25 seviyesindeydi.

18. yüzyılda Hindistan dünyanın en büyük tekstil üreticisi ve ihracatçısıydı. Çok geçemeden Hintliler tekstil üretmek yerine İngiltere’nin sanayisinin işlenmiş ürünlerinin alıcısı haline dönüştürülecek, bunun sonucu geleneksel zanaatın yıkımıdır.  

İngiltere, 1940 yılında Afyon savaşları olarak tarihe geçen savaşta Çin’i yenince, elde ettiği diğer imtiyazların yanında ondan aldığı mallar karşılığında Çin’e afyon satmayı dayattı. Çin’e zorla satılan afyonun ise Hindistan’da yetiştirildiğini unutmamak gerekir.

20i yüzyıla gelindiğinde Asya’nın küresel payı ani bir düşüş gösterdi ve 1900 yılında, uzun süren İngiliz emperyal egemenliği altında, Hindistan’ın payı %1,6’ ya kadar düştü. Benzer bir tablo Çin’de yaşandı.

1600’lü yıların başında Hollanda’ya ait bir şirket askeri ordu kurarak Endonezya adalarını fethetti. VOC adlı şirket Endonezya’yı iki yüz yıl boyunca yönetti. Buranın yönetimini 1880’de Hollanda devleti devraldı.

Hindistan’daki bir İngiliz valisi Hollanda’nın Endonezya’daki sömürgeleştirme sürecini “asla benzeri bulunmayacak bir öldürüm, ihanet, kokuşmuşluk ve alçaklık tablosu” olarak nitelendirecektir.

Avrupalı sömürgeciler sömürgeleştirdikleri ülkelerin değerli madenlerini, altın ve gömüşünü, yükte hafif pahada ağır bütün zenginliklerini anavatana, Avrupa’ya; İspanya, Portekiz, Hollanda, İngiltere vs. ye gemilerle gönderiyorlardı.

Avrupa’nın zenginliğinin ve kapitalist sermayenin temelinde benzeri görülmemiş bir barbarlık, yağma, talan ve çok çeşitli insan ırkının köleleştirilip kırımına yol açan sömürgecilik sistemiydi.

Marx’ın şu değerlendirmesi her şeyi özetlemektedir. “Amerikanın altın ve gömüş bölgelerinin keşfi, yerlilerin köleleştirilmesi, madenlere hapsedilmeleri ya da köklerinin kazınması, Doğu Hindistan’da fetih ve yağmalamanın başlaması, Afrika’nın kara derili avı için bir tür ticari avlak haline getirilmesi; işte kapitalist çağın başlangıcını belirten, temiz, ilkel yöntemleri bunlardır.” 2 

Peki insanlık tarihinin ışıltılı zirvesi olan 20. Yüzyılda nasıl bir tablo söz konusu? Tabii ki soyumuza düşen geleneğe uygun olarak ölüm skorunu zirveye çıkartmaktı, öyle de oldu; 120 milyon. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları dahil, 20. yüzyılda yaşanan çeşitli bölgesel savaş, iç çatışma, soykırım, bastırma vb. hareketlerde 120 milyon insan yaşamını yitirdi.

Şimdi bir virgül koyalım ve şu coronavirüs belasını fırsat bilerek yukarıda kısaca özetlenen tarihçeye şöyle bakalım.

Soyumuz ne kadar da parlak bir geçmişe sahip, değil mi?

Atalarımız bayağı büyük zaferlere imza atmış!

Üzerine yaslandığımız uygarlık mirası ne insani ve ahlaki meziyetler içeriyormuş!

O halde, o kadim soruyu bir kez daha sorma zamanı, “ne yapmalı”?

Devam edecek


1 Ulusların Düşüşü/ Daron Acemoğlu, James A. Robinson/ Doğan Kitap
2 Kapitalizmin kara kitabı/Evrensel Yayın

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.