25 Nisan 2024
  • İstanbul22°C
  • Diyarbakır27°C
  • Ankara27°C
  • İzmir23°C
  • Berlin11°C

HAÇLILARI SALAHADDİN’E TERCİH EDEN KÜRD (I)

Abdullah Can

13 Ekim 2020 Salı 02:10

Tüm zamanlarda, insanlık için en tehlikeli fitne nedir?” diye bir soruya muhatap olsam, tereddütsüz, cevabım, “ırkçılık” olacaktır. Irkçılık; hiçbir insanî ve İslâmî değer taşımayan, tanımayan bir “cahiliye” ideolojisidir. Cahiliye; Kur’an’ın tabiriyle, “en büyük zulüm1 olan “şirk”e dayalı ilkel ve gerici yaşam tarzıdır. Bu yaşamda, “ilahî” ve “semavî” esasların red, inkâr ve imhası esastır. Şirk; tevhidîliğin“tahrip” ve “tahrif”ini hedeflemiş bir “karşı din”dir. Bu çerçevede, ırkçılık; “küresel şeytanî akıl” ve “emperyalist odaklar”ın, insanlığa, hassaten Müslümanlara bulaştırdıkları en öldürücü bir hastalık; “inanç”, “düşünce” ve “istikamet”lerini hedefleyen en yıkıcı silahtır. Irkçılık; aynı halde, küresel ölçekte, gelmiş-geçmiş en tehlikeli “sosyal mühendislik” ajanıdır.  

Pratikteki ırkçılık; özetle, “ezenlerin ırkçılığı” ve “ezilenlerin ırkçılığı” şeklinde ikiye ayrılabilir. Ezenler, “üstün ve “hâkim ırk” ideolojisine iman eden otoriter ve totaliter sınıftır. Karakter olarak, “darbeci”, “ihtilalci” ve “anarşist”tirler. İzledikleri yol, “sosyal darwinizm”dir; tekçi, tasfiyeci ve asimilasyoncudurlar. Nursî’nin deyimiyle, “Başkasını yutmakla beslenir”ler.2 Yönetim ve eğitimde, “asil kan”ı esas, “bozuk kan”dır (!) dediklerini yok sayarlar. Taktikleri, “tahrikçilik”tir; farklılıkları ve hassasiyetlerini kaşıyarak, toplumda “zıtlaşma” ve “çatışma”lara zemin hazırlarlar. Böylece, kendilerini “güvence”ye, iktidar ve sultalarını “idame”ye çalışırlar.

Ezilenlerin ırkçılığı, -eğer ırkçılıksa- tepkiseldir, hazımsızlığa dayanır. Hareket noktası, başta asimilasyon olarak, maruz kalınan “mağduriyet” ve “mahrumiyetler”dir. Yani, “hepsi bana” egoizmine, “biraz da bana!” reaksiyonudur. “Asil kan” ve “üstün ırk” otoriterliğine “inat” olarak doğar. Dışlanma ve aşağılanmayı, “red” esası üzerinde gelişir. Resmî tarihin “etnik”, “etimolojik” ve “tarihsel” tezlerine itimat etmez; “kendine özgü” analizler geliştirir. İnkâra karşı, “kendini ispat”, asimilasyona karşı, “varlığını idame” çabasındadır. “Tehdit” ve “tenkil” psikolojisiyle yaşar; kurtuluş için, “psikolojik savunma ve teselli” reflekslerine başvurur. Ve bunun gibi...

Buraya kadar sıkıntı yok; tamamen “etki-tepki” temelli davranışlardır. Buna, “ırkçılık” da denilmez; olsa olsa, haksızlığa karşı “doğal tepkidir” denilir. Ancak, bu doğallığı bozan, haklılıktan haksızlığa dönüştüren bir durum var; o da ezenlerin “ırkçı”, “inkârcı” ve “dışlayıcı” uygulamalarına, “aynısıyla” mukabeledir. Yani, “ırkçılığı dayatan” yönetim ve yönetenlerin suçunu, “bütün” bir ırka/halka mal etmek, benzer bir “dil”, “düşünce” ve “eylem”e başvurmaktır; ırkçılığa ırkçılıkla cevap vermektir... Bu ise, ateşe, su yerine, benzin dökmektir. Zira, bu yöntem, ırkçılığı azdırır, ona “meşruiyet” kazandırır. Yetmez, ırkçıların elini güçlendirir, zulümlerine davetiye çıkartır. Sonuç, Hz. Peygamber’in, “Sebebiyet veren, işlemiş gibidir3 ilkesince, ırkçıların suç ve günahlarına “ortak” olunur...

Bahsi geçen “karşı ırkçılığın” bir diğer tehlikeli yanı ise; ezen/egemen ırkçıların mensup olduğu “din”e (coğrafyamız özelinde, İslâm’a) “düşmanlık” etmektir. Tabii, bunun altyapısını, Müslümanlığı “sözde” bırakan egemenlerin, İslâmî argümanlar eşliğinde yürüttükleri “ırkçı” politikalarıdır; “zalimane” ve “caniyane” pratikleridir. Bunu fırsat bilen “inançsızlar” ya da “zayıf inançlılar”, bu alet edilmeyi, “İslâm’dan” kabul ve zan ederek, ırkçılık ve ırkçılarla beraber, onu da mahkûm etmeye kalkışırlar. Halbuki, İslâm’dan birazcık nasiplenenler, çok iyi biliyolar ki, o, ırkçılığın en “amansız” düşmanıdır; yağla suyun kaynaşamaması gibi, onun ırkçılıkla kaynaşması “mümkün” değildir. Ancak, bala zehir katılabildiği gibi, İslâm’a da ırkçılık bulaştırılabilir; bulaştırılmaktadır da. “Sentezci” ideolojiler buna örnektir... Önemli olan, “ilahî” olanla “beşerî” olanın farkını görmektir; ilahî öz olan İslâm’ı, beşerî posa olan ırkçılıkla karıştırmamaktır. “Art niyet”le, “şartlanmışlık”la doğruya ulaşılmaz...

Konumuzla ilgili bu ön giriş ve açıklamadan sonra, yazı başlığımızı açabiliriz; meramımızı anlatabiliriz:

Geçenlerde, bir okuyucumun yönlendirmesiyle, bir köşe yazısını okudum. Yazının başlığı, “Kürdlerin Devlet Olamayışının Faktörel Kronolojisi” şeklindedir. Yazarı, Mustafa Balbal. Balbal’ın attığı başlık, iddialı ve ilgi çekicidir, lakin içerik, içler acısı. Çünkü yazar, “Kürdlerin devlet olamayışı”nı anlatırken, var-yok üç “faktör”den bahseder, bunları “engel” olarak gösterir: 1) İslâmiyet, 2) Salahaddin-i Eyyubî, 3) Said-i Nursî... Evet, aynen böyle. Buna göre, bu zikredilenler, aynı zamanda Kürdlerin üç “başat” düşmanı(!)... Zira “devlet”leşmelerine engel(!) olmuşlardır. İslâm ki, iki milyarlık bir dünya nüfusunun dini; Salahaddin-i Eyyubî ve Nursî ki, İslâm dünyasının, hassaten de Kürdlerin iftihar vesileleri... Biri, “kılıcı” ve “metanetiyle”, diğeri, “kalemi” ve “dirayetiyle” temayüz etmiş şahsiyetler...

Evet, “ırkî” ve “mezhebî” bağnazlık gibi, “fikrî” ve “ideolojik” bağnazlık da aklı, izanı, vicdanı ve imanı prangaya vurdurur; devre dışı bıraktırır. Öyle ki, hakkı batıl, batılı hak göstertecek derecede... Nihayet, “Şiîlik taassubu”, Salahaddin’i, kendilerince gölgede bıraktırabilmiştir. Çünkü Salahaddin, Mısır’da, “Şiî Fatımî” hakimiyetine son vermiştir. Keza, Nursî, aynı mezhep mensuplarınca gölgede kalabilmiştir. Niçin? Çünkü o, bir “Sünni”dir. Aynı şey, “ırkî ve ideolojik mutaassıplar” için de geçerlidir. Mesela Kadir Mısıroğlu, bu saikla, Salahaddin’e, “iftira” edebilmekte, onu “ihanet”le, “şerefsiz” ve “melun” olmakla itham edebilmektedir. Neden? Çünkü Kürd bilinen Salahaddin, “Türkmen” asıllı “Zengî” hâkimiyetine son vermiştir.4 (Not: Irkî düşünenler için, “din”, “ümmet”, “takva” gibi kavramlar, sadece birer “iğfal” ve “göz boyama” aracıdırlar; çünkü pratikleri, ona işaret ediyor.)   

Balbal’ın, Salahaddin ve Nursî düşmanlığı ise, “fikrî” ve “ideolojik”tir; zira, “sol/sosyalist” tandanslı birinin, “tevhidî Müslüman”lara muhip ve taraftar olması, eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu noktada, “Kürdlük” ortak paydası, bir anlam ifade etmez; çünkü ön planda olan, “ideolojik mensubiyet”tir. Merkeze alınan odur ve her şey, ona feda edilir. Bu anlamda, Salahaddin’e yöneltilen, “Niçin Kürd devleti kurmamıştır?” suçlaması, işin “bahane”sidir; ideolojik bağnazlığa giydirilmiş “kılıf”tır, “kamuflaj”dır. Keza, “Barzanîlik” hassasiyeti olan bir portalde yazmak da bir şey değiştirmiyor; değiştirmediğini de gördük, okuduk. 

Her ne ise; bu konuyu masaya yatırmakta fayda vardır. Zira bu tür iddialar, yalnızca Balbal’a ait değildir; Kürdlüğü ideolojilerine “paratöner” edinen nicelerin dillendirdikleri mevkutelerdir. Zaman zaman, içlerinden biri kalkıp tayfası adına “sözcülük” yapmakta, asılsız ezberlerini, bayat tezlerini güncellemeye çalışmaktadır. Bıktırıcı da olsa, “Sessiz kalmak, kabul etmektir” kuralı gereği, bu iftira ve karalamalara cevap vermeyi bir “duyarlılık” ve “hakperestlik” addettiğimden, Balbal’ın şahsında, aynı görüşte olanlara bazı tespitlerimi, “karşı tez” olarak arzedeceğim. Olur ki, kalp ve kafaları bulandırılmış insanlarımız da istifade eder; bu tür mesnetsiz ve temelsiz “iftiralar”ın etkisinden kurtulurlar...

Önce, Balbal’ın, “Kürdlerin Devlet Olamayışının Faktörel Kronolojisibaşlıklı yazısından, Salahaddin-i Eyyubî’yi ilgilendiren “ibretlik” ifadelerini aktaralım (Said-i Nursî’ye dair söylediklerini, daha sonra irdeleyeceğim):

“...1079-1272 tarihleri arasında Ortadoğu’ya çok sayıda düzenlenen Kudüs odaklı Hıristiyan Haçlı seferlerinin Kürd asıllı hükümdar Selahaddin-i Eyyubi tarafından engellenerek Ortadoğu’dan çıkartılıp yenilgiye uğratılması, bir anlamda Kürd’lerin ileriki dönemlerde Müslümanlar tarafından zulme uğratılmasının adeta zeminini beraberinde hazırlamış oluyordu. Çünkü Kürd’lerin günümüze değin, Müslümanlar tarafından katliamlara uğratılması ve sömürülmesi gerçeği, Selahaddin-i Eyyubi döneminde de devam etmiş olsa da baskıların başlangıcı aslında bu dönemden takriben 650 yıl öncesine dayanır ve günümüze dek devam eder.

Ortadoğu coğrafyası sonsuza dek Haçlıların eline geçmesi durumunda, sanırım Kürdlerin makûs talihinden bahsetmiş olunmayacaktı. Ve en azından, Kürd’ler gerici Arap despotizminin pençesinden kurtulmuş olacaklardı... Haçlıları yenilgiye uğratan Selahaddin-i Eyyubi’nin gerçekleştirdiği bu savaş, Kürdler açısından önemli bir talihsizlik olarak görülebilir.”

Somut hiçbir delil ve belgeye dayanmayan bu “akla ziyan” ifadelerin yorumunu sizlere bırakırken, “hakperestlik” ve “duyarlılık” adına, bu hususta, şahsen benim de bir şeyler söylemem gerektiğine inanıyorum. Şimdilik, yazıma bir virgül koyup, asıl diyeceklerimi bir sonraki yazıya bırakıyorum...

Devam edecek.    


1 Lokman, 13
2 Sözler, s. 165
3 Nisa 85; Müslim, Zekât, 69; Neseî, c. 5, s. 99.
4 https://www.youtube.com/watch?v=L-oSLpy3p_E

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.