23 Kasım 2024
  • İstanbul17°C
  • Diyarbakır10°C
  • Ankara10°C
  • İzmir19°C
  • Berlin3°C

GÜNEYDOĞU NOTLARI (2): ÇOĞULCULUK

Etyen Mahçupyan

30 Mayıs 2013 Perşembe 08:37

Osmanlı İmparatorluğu’nun milliyetçilik akımları ile başa çıkamadığı için kendi içinden lime lime söküldüğü 19. yüzyıl içinde, birçok kimlik grubu kendilerini bir hukuksal varlık olmaktan ziyade etnisite olarak tahayyül etmeye başlamıştı. 

Bu yaklaşım bir yandan kimliği yaşamakta olanların ötesine taşıyor, soyutlaştırıyordu. Diğer yandan ise her etnisitenin doğal olarak hakkı varsayılan bir egemenlik ve toprak talebini gündeme getiriyordu. Çözümün yeni ve bütünleştirici bir üst kimlikten geçtiği açıktı ve nitekim Osmanlı fikir insanları da yüzyılın sonlarında bu üst kimliği aramaktaydılar. Osmanlı ve Müslüman kimliklerinin yetersizliği idrak edildiğinde, Türk kimliği çoktan yola çıkmış, kendi hegemonyasını ve cazibe alanını yaratmıştı. Aslında Türk kimliğinin egemenliğini ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını iki türlü yorumlamak mümkün: Hem parçalanan Osmanlı’nın küllerinden doğması olarak, hem de Osmanlı’nın parçalanması yolunda son darbenin vurulması ve yıkımın tescili olarak.

Gerçekliğin bu iki bakışın arasında bir yerlerde olduğunu söyleyebiliriz. Bu tür bir yeniden anlamlandırma, Kemalist ideolojinin gerçeklerle uyuşmayan kurgusunun manevi baskısından kurtulmayı sağlayabilir. Böylece en azından şu tespite yaklaşabiliriz: Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın küllerinden ‘sakatlanarak’ doğması, toprağa ve Türklüğe tutunma uğruna toplumsal doğallığını yitirmesiydi. Anadolu ve Rumeli coğrafyasının tarihsel macerası açısından doğal olmayan bu hal kabaca doksan yıl sürdükten sonra bugünlerde bitmeye yüz tutuyor. Doğal olmayan bir varoluş biçimini ayakta tutmak için önce doğrudan diktatörlük döneminden geçildi, ardından darbelerle siyaset ve toplumsal talepler dizginlendi ve nihayet hukuku yozlaştıran bir vesayet sisteminden medet umuldu. Doksan yıl içinde, ‘bağımsızlık’ bayrağının meşruiyetini arkasına alan tek kimlikli ve tahakkümcü bir ulus-devletten, yine kendi içinden lime lime sökülen, yozlaşmış ve diğer kimliklerin bağımsızlığını teşvik eden bir ulus-devlete geldik.

Kürt meselesi aslında bu cumhuriyet projesinin gerçekçi ve ‘iddia edildiği ölçüde’ ahlaki olmadığını daha baştan ortaya koymuştu. Rejimin Müslümanlara ve gayrimüslimlere yönelik tutumu ise bu ‘ahlakilik’ meselesini apaçık hale getirmişti. Türkiye’nin 1950 sonrası tarihi, aslında halkın bir normalleşme fırsatı kovalaması ve devleti sahiplenenlerin bu enerjiyi bastırmasının macerası olarak okunabilir. Bugünün meselesi ise bu toprakların serencamı açısından ‘doğal ve ahlaki’ olmayan söz konusu durumun rehabilite edilmesi, bir hastalanma sürecinin durdurulmasıdır.

Güneydoğu bütün bu yaşanmışlıkların ve geleceğe gönderme yapan gerilimlerin laboratuvar ortamı gibi… Zihinlerdeki sorular 19. yüzyılın sonuna yeniden dönmüş olduğumuzu hatırlatıyor. Çünkü temel soru birlikteliği sağlayacak olan unsurun ne olduğu ve bunun farklı kimlikleri nasıl kuşatacağı. Bunca zulüm ve baskıya rağmen Kürtlerin etnik kimlik üzerinden ‘kendileri’ olma istekleri, Anadolu’nun parçası ve sahibi olarak ‘kendileri’ olma duygularını bastıramamış. Bugün bu iki talebin buluşmasını sağlayacak ve aynı zamanda farklı kimlikleri de aynı tanım içinde buluşturacak bir birliktelik hali aranıyor. Eklemek gerek ki söz konusu arayış sadece Kürtlere has değil… Bölgedeki tüm İslami ve Araplar gibi etnik unsurlar da bugünün meselesini aynı bağlam içinde algılıyorlar. Basitçe söylersek Güneydoğu kendi hayatını bildiği ve istediği gibi yaşamak istiyor. Ve bu hayatın içinde belki de ülkenin batısından görülmeyen müthiş bir çeşitlilik ve çoğulculuk var. Dolayısıyla ‘kendi hayatını’ yaşamak, içine kapanıp cemaatçi bir tavır sergilemeyi ima etmiyor. Kemalist rejim altında zorunlu olarak yaşanan içe kapanma çoktan sona ermiş, kabuklar kırılmış durumda. Toprağın yüzeyine çıkıldığında ise, ‘hayatı’ tasvir eden ve anlamlandıran şey söz konusu çeşitliliğin kendisi… Bu nedenle Güneydoğu’da ‘kendi hayatını’ yaşamak, başkalarının da ‘kendi hayatlarını’ yaşamaları talebinden kopmamış ve bugün son derece güçlü bir sese dönüşmüş durumda.

Böyle bakıldığında Güneydoğu nüfus sayısından ve yoğunluğundan bağımsız olarak, herkesin, her kimliği azınlık olduğu, kendisini azınlık olarak gördüğü ve bütünlüğü bu azınlıkların uyumunda arayan bir coğrafya… Kısacası muhtemelen bazılarına göre ‘teorik’ olarak demokrasiye uzak olması gerekirken, hayatın içinden gelen bir süzülmüşlükle demokrasiye en hazır ve yakın olan bir coğrafya. O nedenle de Türkiye’nin demokrasi macerasında doğal bir koçbaşı…

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.