GÜLEN VE KÜRT MESELESİ
Hilal Kaplan
03 Şubat 2014 Pazartesi 09:50
Yaklaşık 20 yıl önce, Fethullah Gülen'le yapılmış bir röportajdan şu alıntıyla başlayalım:
Oral Çalışlar: Anılarınızda, 'İlk zamanlar Said Nursi'nin Kürt olduğunu öğrenince ondan uzak durdum' diyorsunuz. Siz de Ahlatlısınız ve bu yönüyle de Kürt kökenlisiniz. Zaten anılarınızda, dedenize 'Kürt' lakabı takıldığından söz ediyorsunuz.
Fethullah Gülen: İsterseniz, bu sorunuzun cevabına sonundan başlayalım. Öncelikle dedeme Kürt veya Kurt denilmesi tamamen o yöreye ait bir yakıştırmadır. Kesinlikle ırk tespiti adına söylenmiş bir söz değildir. Zaten Ahlat merkezi, özbeöz Türk'tür. Bununla beraber eğer Kürt olsaydım, bunu da çok rahatlıkla söylerdim. Zira herhangi bir ırka mensubiyetin tek başına zatî bir değer taşıdığı kanaatinde değilim. Ayrıca bu tür ayrım ifade eden kelimeleri milletim adına çok tehlikeli buluyorum. Said Nursî ile ilgili mülâhazama gelince, bu da tamamen subjektif bir meseledir. Her Erzurumlu gibi, bende de (bir dönem) milliyetçiliğin tesiri olmuş olabilir. (Cumhuriyet, 21 Ağustos 1995)
Gülen'in, 'Kürt' kelimesini kullanmayı dahi millet adına tehlikeli bulması veya 'Piri mugan, Hz. Üstad' gibi sıfatlarla andığı, yolundan gittiğini söylediği Bediüzzaman Said Nursî'ye (Said-i Kürdî mi demeli?) bile milliyetçiliğin etkisinde kalarak mesafeli yaklaştığını ve bunun 30'lu yaşlarına kadar devam ettiğini düşünürsek, kendisiyle yaşıt kuşağın Kürt meselesine önyargılı bakışıyla paralel bir öznelliği paylaştığı kanaatine varabiliriz. Elbette zaman içinde bu görüşlerinin değiştiği noktasında hüsnü zannı muhafaza ederek...
Ne var ki BBC'ye verdiği röportajda, özellikle Kürt meselesinin çözümüne ilişkin sarf ettiği bazı ifadeler, bu dönüşümün bir noktada tıkanmış olabileceğinin işareti olarak da okunabilir.
Örneğin:
'Oraya, o bölgeye sahip çıkılması lazım. Eğitim adına sahip çıkılması lazım, sağlık adına sahip çıkılması lazım, ilahiyat adına, camilerin imamları, müezzinleri adına sahip çıkılması lazım, emniyet teşkilatı adına sahip çıkılması lazım.'
Burada, uzun yıllar devletçi ve Kemalist çevrelerin savunduğu 'Halka hizmet götürürsek, cehaletlerini giderip aydınlatırsak, terör biter' anlayışının bir başka versiyonunu görüyoruz. Din faktörünün yanı sıra, bu formülasyonda Kemalistlerin orduyu koyduğu yeri 'emniyet teşkilatı'nın aldığı anlaşılıyor.
İlginç değil mi? Gülen, 'emniyet adına' diyerek halkın emniyetini ima edebilecekken, 'emniyet teşkilatı adına' diyor. Akla da ister istemez, diğer yayın organlarından farklı olarak cemaat gazetelerinin toz kondurmadığı, bilakis Büşra Ersanlı gibi isimlerin tutuklanmasını bile açıktan savunduğu, çözüm sürecinin önündeki en büyük engellerden olan ve binlerce kişinin tutuklu yargılandığı KCK operasyonları geliyor.
Mülakatın ilerleyen bölümlerinde Gülen, çözüm sürecine karşı oldukları intibaının tamamen yanlış olduğunu belirttikten sonra aba altındaki sopayı çıkarıyor:
'Örgütle müzakere yapılabilir, bir beis görmüyoruz onda. Fakat devletin, itibarı onuru korunarak yapılmalı. Öyle yaparsanız yarın tarih ona, 'paralel yapı budur' der. Yani onlarla görüşürseniz 'paralel yapı budur' der.'
Bu satırları, KCK'yı 'paralel yapı' olarak nitelendirdiği malum olan cemaatin gün geldiğinde, aynen 7 Şubat'ta Hakan Fidan'a yapıldığı gibi, çözüm sürecini ve onun başat aktörlerini kriminalize edeceğinin ilanı olarak okudum. Bugünlerde 'Erdoğan'sız da barış olur' diyenler de aslında bunun hesabı içerisindedirler. Barış sürecinin ana aktörlerinden herhangi biri tasfiye edildiği takdirde, süreç de çöker. Birinci sebep, kim olursa olsun, yerine gelecek kimsenin toplumsal karşılığı aynı olmamasıdır. İkinci olaraksa, tasfiye sonrası o koltuğa oturan, kendisini o koltuğa oturtanların kuklası olmak zorunda hissedecek ve göstermesi gereken siyasî iradeden yoksun kalacaktır.
***
Gülen cemaatinin çözüm süreciyle alakalı ana sorununun bölgede güçlü olan BDP varlığının kendi iktidarlarına bir engel teşkil etmesi olduğunu düşünüyorum. Devlet aygıtını kontrol etmek adına iktidar partisini boyunduruk altına almaya kalkışan bir yapının, BDP'nin varlığına tahammül göstermesi de mümkün değil zaten. Bu bağlamda belki de çözüm sürecinin direksiyonundaki gücün yine cemaat olmasına izin verilseydi, muhtemelen 7 Şubat'tan beri bunca kızılca kıyamet kopartılmayacaktı.
İlk 'çözüm süreci' eksenli toplantının, Ağustos 2009'da, Ankara'daki Polis Akademisi'nde yapıldığı unutulmasın...
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.