GÜLEN BU STRATEJİK HATAYI TELAFİ EDEBİLİR
Ruşen Çakır
21 Şubat 2012 Salı 06:50
Gülen hareketi bir başarı öyküsüdür ama tarihinde başarısızlıklar da vardır. MİT krizinin büyük bir stratejik hata olduğu kanısındayım. Sanıyorum Fethullah Gülen, hareketini kademeli bir şekilde bu çizgiye çekecek ve bu stratejik hatayı telafi edecektir.
Yaklaşık bir yıldır, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmalarına doğrudan orantılı bir şekilde, yabancıların (gazeteciler, diplomatlar, akademisyenler ve diğerleri) Fethullah Gülen cemaati (isterseniz “hareketi” veya yeni önermeyle “camiası” da diyebilirsiniz, fark etmez) hakkında sorularına muhatap oldum ve bunların hiçbirini cevaplandırmadım. Herhalde korktuğumu düşünmüşlerdir; nitekim bir Fransız gazeteci bunu yüzüme de söyledi. Ahmet’in o veciz sözünün (“Dokunan yanar arkadaşlar”) yanlış olduğunu ileri sürecek değilim, çünkü en azından Ahmet ile Nedim’in durumları ortada. Ama şahsen yanmaktan değil yanlış yapmaktan korktuğum için o soruları cevapsız bıraktım. Çünkü Gülen cemaati hakkında “kötü” şeyler duymak istedikleri her hallerinden belli olan bu soru sahiplerinin büyük bölümünün, çok yakın zamana kadar bu oluşum hakkında “aşırı olumlu” görüşleri, hatta onunla çok sıcak ilişkileri olduğunu biliyordum. En azından ortada ciddi bir samimiyet sorunu vardı. Daha önemlisi, gazeteciliğe başladığımdan beri, yani 27 yıldır, bu hareketi dışardan yüklenmeye çalışılan “aşırı olumlu” ve “aşırı olumsuz” anlamların ötesinde anlamaya ve anlatmaya ve özellikle bu hareket üzerine çeşitli hesaplar yapan odaklardan uzak durmaya çalışıyorum. Bu, sanıldığı kadar kolay bir şey değil. Hele başta da söylediğim gibi bazı etkili kişi, kurum ve odakların Gülen cemaatine bakışlarının çeşitli nedenlerle sürekli değiştiği düşünülürse. Örneğin meslek hayatımın ilk yıllarında Gülen’in “Amerikancı ılımlı İslam’ın Türkiye şubesi” olduğuna beni ikna etmeye çalışan İslamcılardan ya da sırf bu konu üzerine yazdığım için beni medyadan, solculuktan ve/veya laiklikten aforoz etmeye kalkan meslektaşlarımdan bazılarının ne zamandır bu camiaya sığınmış olduklarını görüyorum.
Bu uzun girişten sonra konumuza dönelim: Fethullah Gülen, 20. yüzyılın son çeyreğinde Türkiye’ye damgasını vurmakla kalmadı küresel bir hareketi yoktan var etti. Bu hareketin, Müslüman Kardeşler, Rabıta, Tebliğ Cemaati gibi diğer uluslarötesi İslami yapılanmalardan en önemli farkı, dini değil eğitimi ön plana çıkarması; böylece sadece Müslümanlara değil her inançtan insanlara seslenebilmesidir. Bu hareketin 21. yüzyılda da etkisini kaybetmemesi, tam tersine sürekli güçlenmesine bakarak tam bir başarı öyküsüyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Kuşkusuz bu başarı kolay elde edilmemiştir ve ana öznesi Fethullah Gülen’in kendisidir. Onun ilk günden itibaren her adımını özenle attığını, her öğrencisini bizzat yakından kontrol ettiğini biliyoruz. Bu vesileyle “Hocaefendi iyi ama çevresinde kötü unsurlar olabilir” şeklindeki akıl yürütmelerin pek fazla geçerli olduğunu düşünmediğimi belirteyim. Hiç kuşkusuz her geçen gün daha da büyüyen bu yapı içinde çok ciddi hatalar yapan kişiler olmuştur, olacaktır, ama kimsenin tüm camiayı zan altında ve zor durumda bırakacak yanlışlar yapma hak ve imkanları olduğu kanısında değilim.
Yalnız şu noktanın altını çizmeliyiz: Yer kürenin dört bir tarafına dağılmış ve medya, eğitim, sağlık, ticaret, bürokrasi gibi birbirinden farklı alanlarda çalışan isimler harekete ne kadar bağlı olsalar, merkezi disipline sonuna kadar riayet etseler de aralarında görüş ve bakış ayrılığı olması son derece doğaldır. Güncel bir örnek verelim: Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı yeni anayasada Kürtçe eğitime kapı aralanmasını savunurken, güvenlik bürokrasisinde yer alan veya onlara yakın olan bazı isimler “hangi Kürtçe?” gibi artık anlamı kalmamış bir soruya sırtlarını dayayıp bu tür önerilere bir tür bölücülük muamelesi yapabiliyor. Yine sözünü ettiğimiz vakıf gayrımüslimlerle olabildiğince diyalog geliştirmeye çalışırken, başkaları hoşlarına gitmeyen insanları “kripto Ermeni” veya “kripto Yahudi” gibi ayrımcı sıfatlarla yaftalayabiliyorlar.
Gülen hareketi bir başarı öyküsüdür ama tarihinde başarısızlıklar da vardır. Bana göre bunların en çarpıcılarından biri 28 Şubat sürecinin başlarında geliştirilen, ama bir süre sonra sıra kendilerine gelince yanlış olduğu anlaşılan, diğer İslami yapıların uğradığı mağduriyetlere kayıtsız kalma stratejisidir. Son MİT krizininse çok daha büyük bir stratejik hata olduğu kanısındayım. “Gülen hareketini, belki de tarihindeki en büyük hataya ne sevk etmiş olabilir?” diye sorulacak olursa öncelikle AKP hükümetinin ve tabii ki Erdoğan’ın gücünü yanlış hesapladıklarını; buna bağlı olarak AKP’nin kendi desteklerini asla riske atmak istemeyeceğini düşünmüş olduklarını söyleyebilirim.
Ancak esas sorun, AKP ile Gülen hareketinin Türkiye’ye bakışlarında ciddi bir kopuş yaşanması ve cemaatin de bu kopuşu kabullenmeye yanaşmamasından kaynaklanıyor. Şöyle ki askeri vesayetin tasfiyesi için polis-özel yetkili mahkemeler işbirliğiyle yürütülen operasyonlar hep birlikte öne çıkarıldı. Ama belli bir aşamadan sonra hükümetin ülkeyi “normalleştirmek” istediğini, ama diğer tarafın operasyonları sonlandırmak bir yana hayatın her alanına el atmaya giriştiklerini gördük. Şike soruşturması bunun en açık örneğidir.
Polis-savcı-yargıç üçgeninde kotarılan operasyonların giderek yeni tür bir toplum mühendisliğine dönüştüğü imajı ve bunun içerde ve dışarda doğurduğu tepkiler hükümeti bir süredir rahatsız ediyordu ki MİT krizi bardağı taşıran damla oldu. (Bu süreçte epey fonksiyonel olan, medyaya iliştirilmiş bazı isimlerin son günlerde Ergenekon vb. yapılardan çok AKP hükümetini hedef tahtasına oturtuyor olmaları hiç şaşırtıcı olmasa gerek. İçlerinden bazılarının Erdoğan’a nasıl siyaset yapması gerektiği konusunda şantajvari tavsiyelerde bulunmaları en hafif deyimle, insanı gülümsetiyor.)
Birileri çoktan “yiyorlar birbirlerini” diye ellerini oğuşturuyor olabilir ama AKP hükümetiyle Gülen hareketinin bu krizin kronikleşmesinin önünü birlikte almaları imkansız değil. Bu da ancak, devlet içindeki Gülen camiasına mensup etkili isimlerin artık devrin değiştiğini kabul etmeleri, ülkenin normalleşmesini engellemekten vazgeçmeleriyle olacağa benzer. Sanıyorum Fethullah Gülen, hareketini kademeli bir şekilde bu çizgiye çekecek ve bu stratejik hatayı telafi edecektir.
Daha söylenecek çok şey var ancak bu diziyi bir yerde bitirmemiz lazım. Son olarak yıllardır dile getirdiğim çağrıyı tekrarlamak istiyorum: Gülen hareketi bir an önce şeffaflaşmalıdır. Bu yaşanmaksızın Türkiye’nin normalleşmesi mümkün olacağa benzemiyor.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.