GEMİ AZIYA ALAN HOYRATLIK
Bayram Bozyel
07 Ekim 2017 Cumartesi 17:46
25 Eylül’de Kürdistan’da yapılan bağımsızlık referandumundan sonra Türkiye’de yükselmeye başlayan Kürt karşıtlığı hezeyanı dur durak bilmiyor.
Oysa Türkiye çok uzak olmayan bir geçmişte kendi Kürt meselesinde küçümsenmeyecek adımlar atmış, Kürdistan Bölgesi ile ilişkilerini çok ileri bir noktaya taşımıştı.
Temel sorun ilkesizlik
Gelinen aşamada Kürt ve Kürdistan meselesinde yaşanan sert kırılmanın esas nedeni Türkiye’nin, özel olarak da AK Parti hükümetinin bu meselede izlediği politikayı ilkesel ve ahlaki bir temele oturtmamasından kaynaklı.
AK Parti hükümetinin 2009 yılında Açılım adı altında, 2013 yılında ise Çözüm Süreci’nde Kürt meselesinde attıkları adımları hatırlayalım. O dönemde bu sorunla ilgili atılan her adım, işler artık başka şekilde yürümediği için hayata geçirilmiş, iç ve dış koşulların dayatması sonucunda Türkiye bazı açılımlar gerçekleştirmek zorunda kalmıştı. Başka bir ifade ile AK Parti iktidarının Kürt meselesinde yaptığı açılımlar, bütünlüklü ve ilkeli bir politikanın ürünü olmaktan çok, koşulların dayatması ve günü birlik bir anlayışın sonucu olarak gündeme geldi. Tam da böyle olduğu içindir ki Türkiye’nin Kürt meselesinde çözüm sürecinden bir anda şiddet çizgisine savrulması şaşırtıcı olmadı.
Türkiye’nin Kürdistan Bölgesi ile ilişkileri de hep çıkar eksenli bir rota izledi. Öylesine çıkar eksenliydi ki bu politika, Kürdistan petrolünün kendisine sağladığı avantaj nedeniyle, Türkiye ABD’yi bile karşısına almayı göze aldı. Kürdistan Bölgesi ile bu pragmatik ilişkiden dolayı Irak ile ilişkiler hiç olmadığı kadar bozuldu. Türkiye, Irak’ın bütün itirazlarına rağmen ve merkezi hükümetin baypas edilmesi pahasına Kürdistan petrolünün Türkiye üzerinden dünya pazarlarına aktarılmasına imkân sağladı. Tabi o zaman ne merkezi Irak yönetiminin otoritesi ne de bu ülkenin birlik ve bütünlüğü kimsenin aklına gelmişti.
Aslında kendi Kürt meselesinde köklü bir çözüm üretmeyen Türkiye’nin Kürdistan Bölgesi ile ilişkilerinin uzun erimli ve istikrarlı bir seyir izlemeyeceği işin başından beri açıktı.
Ama yine de Türkiye hem aklın hem de karşılıklı çıkarların gereği olarak 25 Eylül Kürdistan Bağımsızlık referandumuna, giderek bağımsız bir Kürdistan devletine karşı daha pozitif bir tutum izleyebilirdi. Daha önceki bir yazımda “Güney Kürdistan’ın bağımsızlığının Türkiye’deki Kürt meselesi bakımından birbirine ters gibi görünen iki sonuca yol açabileceğini; ilk planda Türkiye için risk gibi görünebilecek Kürt hareketinde yeni bir yükselişe yol açabileceğini, ikincisi ve daha önemlisi ise Kürt meselesinin çözümünde normalleşmeyi, siyasal ve barışçıl çözüm imkanlarını artıracağını” belirtmiştim. https://www.ilkehaber.com/yazi/bagimsiz-kurdistan-turkiyede-kurt-meselesini-nasil-etkiler-16673.htm
Öte yandan Türkiye’nin uzun vadede bağımsız bir Kürdistan’a kendi çıkarları gereği sahip çıkacağını söyleyen başkaları da vardı. Dönemin AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik 2014 yılında Financial Times’a verdiği bir demeçte “Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurulması ihtimalinin devlet erkini eskiden olduğu gibi rahatsız etmediğini ve bazı şeylerin değiştiğini” söyleyerek, “Eskiden bağımsız bir Kürt devleti mevzuu Türkiye için savaş nedeni sayılıyordu. Hatta Kürdistan kelimesi bile insanları sinirli ve agresif yapıyordu. Ama onların adı Kürdistan ve bunun kabul edilmesi gerekir. Eğer Irak bölünürse ki bu kaçınılmaz görünüyor, onlar bizim kardeşimizdir” diyordu. http://www.radikal.com.tr/politika/huseyin-celik-irak-bolunurse-kurdistan-kardesimizdir-1199314/
Türkiye’nin 25 Eylül referandum tarihine az bir zaman öncesine kadarki tutumu görece yumuşaktı, en azından cepheden bir karşı duruş söz konusu değildi. Bahçeli’nin, bağımsızlık referandumunun savaş sebebi sayılması yönündeki çağrıları hükümet kanadında karşılıksız kaldı. Başbakan Binali Yıldırım, Bahçeli’ye cevaben Kürdistan Bölgesi’nde yapılacak referandumun bir savaş nedeni sayılamayacağını söyledi. 22 Ağustos’ta Bağdat ve Hewlêr’e günübirlik ziyarette bulunan Diş İşleri Bakanı Çavuşoğlu, referandumdan dolayı Kürdistan’a herhangi bir ambargonun söz konusu olmayacağını dile getirdi.
Ne var ki 25 Eylül referandumuna az bir süre kala Türkiye’nin referanduma ilişkin tavrında aniden bir sertleşme gözlenmeye başlandı.
Bunda birkaç faktörün etkisinden söz edilebilir.
Birincisi, ABD’nin IŞİD ile Mücadele Koalisyon Özel Temsilcisi Brett McGurk, Birleşmiş Milletler Irak temsilcisi ile İngiltere’nin Bağdat Büyükelçisi’nin 14 Eylül tarihinde bağımsızlık referandumunu ertelemek amacıyla Kürdistan Bölge Başkanı Barzani ile yaptıkları görüşmenin, Türkiye’nin görece yumuşak politikasının değişmesinde etkili olduğu söylenebilir.
Türkiye, süreçte tayin edici bu üç küresel gücün; ABD, İngiltere ve BM’nin referanduma karşı tutumundan cesaret alarak bağımsızlık referandumuna karşı dilini giderek sertleştirdi.
Benzer şekilde ilk başta MHP’nin bağımsızlık referandumunu savaş sebebi sayan söylemine mesafeli duran Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, daha sonra 2019 seçim hesaplarını dikkate alarak MHP eksenine çark etmesi mümkün.
Esas belirleyici etken ise; Kürt ve Kürdistan meselesi konusunda açık ve bütünlüklü bir proje geliştirmeyen Türk devletinin ve 15 yıldır iktidarda olan AKP iktidarının Güney Kürdistan’ın bağımsızlığı ihtimaline karşı geleneksel fabrika ayarlarına dönmüş olmalarıdır.
Kılıç yarası iyileşebilir …
Türkiye’nin 25 Eylül bağımsızlık referandumu öncesinde sertleşmeye başlayan tavrı ve izlediği saldırgan tutum 25 Eylül’den sonra gemi azıya almış durumda.
Kürdistan karşıtlığı hezeyanı başta hükümet olmak üzere, muhalefet kanadı, basın yayın organları, kendine bilim adamı ve aydın yaftasını uygun görenlerin hepsini ırkçı ve militarist bir cephede buluşturmuş durumda.
Türkiye, her gün Kürdistan Bölgesi’ni askeri müdahalede bulunmakla, Habur Sınır Kapısı’nı kapatmakla, Kürdistan petrolünün akışını kesmekle tehdit ediyor.
Dahası Türkiye, Kürdistan Bölgesini sindirmek için, kanlı bıçaklı olduğu bölge ülkeleri ile Kürt karşıtı bir ittifak kurmak için yoğun bir diplomasi yürütüyor. Türkiye, düne kadar Fars yayılmacılığı ve Şii mezhepçiliği yapmakla suçladığı İran’a peş peşe ziyaretler gerçekleştiriyor. İran’ın kuklası olarak nitelendirdiği ve düne kadar adam yerine koymadığı Bağdat yönetimini Kürdistan karşıtı cephede muhatap alacağını deklere ediyor. Benzer şekilde devrilmesi için muhaliflerine 6 yıldır her türlü destek verdiği Esad rejimini Kürt karşıtı bloka katmak için kapıyı aralıyor.
Elbette her ülke ve siyasi aktör gibi Türkiye de Kürdistan’ın bağımsızlık arzusunu eleştirebilir, buna ilişkin kaygılarını bölge yönetimine diplomatik kanallarla iletebilirdi.
Ancak gelinen aşamada Türkiye’nin Kürdistan Bölgesi’ne karşı takındığı tutumun diplomatik teamüller, komşuluk ilişkileri ve daha da önemlisi Kürt Türk kardeşliği söyleminin hiçbiriyle ilgisi yok.
Kürdistan Bölgesi’ne, özel olarak da Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesud Barzani’ye karşı başvurulan dil her türlü ahlaki, siyasi ve insani yaklaşımdan uzaktır. Kürdistan karşıtı saldırgan kampanyaya malzeme oluşturmak için başvurulmadık yalan, çarpıtma ve manipülasyon yok. Kürdistan karşıtı ötekileştirme ve karalama kampanyasında, Kürdistan siyasi önderliğini itibarsızlaştırmak için yürütülen çirkin ve seviyesiz saldırılarda hiçbir sınır tanınmıyor.
Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın Kürdistan Bölgesi’ne ve Sayın Mesud Barzani’ye karşı kullandığı dil ve başvurduğu argümanlar ise ilke ve tutarlılık adına acınacak bir durumdur.
Bağımsızlık referandumunun arkasında İsrail’in olduğunu iddia etmenin ne gerçeklikle ne de vicdanla bir ilgisi var. İsrail şunun şurasında 60 yıllık bir devlet. Oysa Kürt halkının ve Barzanilerin özgürlük uğruna verdikleri mücadele tarihinin 200 yıllık bir geçmişi var. Hangi akıl ve vicdan Kürtlerin haklı ve meşru bağımsızlık iradesini İsrail faktörüyle açıklamaya yeltenebilir?
Bağımsız bir Kürt devletinin bölgeyi istikrarsızlaştıracağından dem vuruluyor. Gerçekte bölgede hiç istikrar oldu mu ki bağımsız bir Kürdistan bu istikrarı bozan bir faktör olsun?
Türkiye’nin sınırında yapay bir devlete izin verilemeyeceği iddia ediliyor. Sahi, mevcut komşu devletlerin hangisi yapay değil? Irak ve Suriye gibi masa başında oluşturulmuş devletler mi yapay olmayan devletler?
Hep olduğu gibi bir kez daha Türkmen kartı devrede. Öylesine bir akıl tutulması söz konusu ki işler Kerkük’ün Kürtler tarafından işgal edildiği noktasına kadar taşınmış durumda. Türkmenler ve Kerkük kartı bu kez de bağımsızlık referandumu gibi kritik bir süreçte, Kürdistan karşıtlığının bir malzemesi olarak tedavüle sokuldu. Sorulması gereken bir soru da şu; Kerkük, Kürtler onu işgal etmeden önce kim ya da kimlerin denetimindeydi? Kürdü, Türkmeni ve Arabıyla Kerkük’ü IŞİD canilerinden özgürleştiren kimdi?
Elbette bu tür iddiaların tarihi ve toplumsal gerçeklerle uzaktan yakından alakası yok. Söz konusu Kürt ve Kürdistan düşmanlığı olunca her şey mubah ve sonuna kadar ateş serbest.
Zincirlerinden boşanan Kürt karşıtı hoyratlığın geldiği son nokta Barzani’nin nankörlüğü oldu. Barzani’nin bir tek nankörlüğü kalmıştı, sonunda o da oldu.
Bu tür üsttenci, nobran ve aşağılayıcı yaklaşımın hiç kimseye yararı yok.
Altın kural şu: Kendimize yapılmasını istemediğimizi başkasına yapmamalıyız.
Türkiye elbette tek başına veya bölge ülkeleriyle birlikte Kürdistan Bölgesi’ne karşı askeri müdahalelerden, ekonomik ve siyasi ambargolara kadar birtakım girişimlerde bulunabilir. Bütün bu yaptırımların başarı şansının olup olmadığından bağımsız olarak, Kürdistan halkının 25 Eylül’de ortaya koyduğu bağımsızlık iradesini zorla yok saymaya çalışmak, başka bir ifade ile ona” tükürdüğünü yalatma” niyeti, hak ve hukukla bağdaşmaması bir yana, insani değil.
Bir halkın gururuna dokunmak kadar yaralayıcı bir duygu söz konusu olamaz.
Ata sözünün dediği gibi “Kılıç yarası iyileşir ancak kötü sözün yarası asla”. Kürt halkının geçmişte uğramadığı mezalim, soykırım, baskı, işkence ve sefalet kalmadı. Bundan sonra da olabilir.
Ancak kötü sözün yol açacağı yaralar kolay kolay iyileşmez.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.