22 Kasım 2024
  • İstanbul7°C
  • Diyarbakır5°C
  • Ankara10°C
  • İzmir17°C
  • Berlin2°C

FETHULLAH GÜLEN’NİN 'İSLAM' OKUMALARI -III

Abdullah Can

12 Mart 2014 Çarşamba 13:23

İki yazıdır, Fethullah Gülen’in Risale-i Nur ve Said-i Nursî’ye dair bazı eleştirel yorum ve kanaatlerini gündeme getiriyorum. Referans aldığım kitap, Hoca’nın “Prizma–4” kitabıdır. Politik tartışmalardan, günübirlik polemiklerden, taktiksel atışmalardan uzak kalmayı tercih ettim. Yazılarım, eleştirinin eleştirisi ve yanlışlıkların düzeltilmesine yöneliktir. Yazdıklarımdan ötürü, takdirkâr mail, telefon ve yorumlar nefsimi şımartmadığı gibi, ağır eleştiri ve hakaretamiz ifadelerden dolayı da moralimi bozmam, umudumu kaybetmem. Bu böyle biline...

Evet, bazıları, “düşeni tekmelemekle”, bazıları “Said-i Nursi’yi kutsallaştırmakla”, bazıları “zamanlamayı anlamlı bulmakla”, bazıları “hükümet taraftarı olmakla”, bazıları “fitnecilikle”, bazıları da “ateşe odun taşımakla” beni suçlamaktadırlar. Hiç önemli değil; hüküm verenlerin en isabetlisi Allah’tır. O, beni benden ve suçlayıcılardan daha iyi biliyor, daha iyi tanıyor. Ondan korkan ve yalnızca Ona hesap vereceğinin şuurunda olan birisi, insanların kınamalarından çekinmez; hak bildiği hususları saklayıp beraberinde kabre götürmez.

Ben, düşene tekme atacak kadar seviye kaybetmiş biri değilim ve olamam da. Çünkü benim aldığım terbiye de, sahip olduğum değerlerim de buna müsaade etmez. Ben, düşeni kaldırır ve sahip çıkarım. Yazılarımda yaptığım da bundan farklı değildir. Zira ayaklar altında ezilen, İslâm’ın yüce değerleridir, hayatını İslâm’a adamış bir İslâm âlimidir ve onun İslâm’ı müdafaa uğruna bir asra yakın ömrünü yoluna serdiği iman ve Kur’an hakikatleridir. Yoksa söz konusu olan düşmüş, birilerinin zannettiği Amerikalı vatandaş değildir. Onun düşmüşe benzer bir tarafını da görmüyorum. Rahatı, sıhhati, mekânı, imkânı, güvenliği, esenliği gayet yerinde ve dünyalık adına hiç bir eksiği-gediği olmayan birisidir. O halde, nedendir bu hakaret ve tarizler? Nedendir bu diş bileme ve gayzlar?

Evvela, hakkın hatırı yücedir ve hiç bir hatıra feda edilmez. Ben hakkı söyleyeceğim, kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yeter ki hak sağ olsun.

İkincisi, Allah’ın ve onun takdir ettiklerinin dışında hiç bir kutsala inanmıyorum ve hiç bir kutsallaştırma propagandasına da beş para ehemmiyet vermem. Bu bağlamda, Üstad’ı da kutsallaştırmam, Risale-i Nur’u da kutsallaştırmam, hoca efendileri ve şeyh hazeratlarını da kutsallaştırmam. Çünkü onların kutsal olduğuna dair hiç bir nas yoktur. Mensubu olduğumuz İslâm dinine göre, sadece peygamberler “ismet” sıfatına sahiptirler; ancak onlarda bile “zelle” dediğimiz dil ve amel sürçmeleri olabilmektedir.

Üçüncüsü, “Neme lazım başkası düşünsün” düşüncesi, istibdat dönemlerinin bir hediyesidir. Firavun, “Ben, sizin en yüce rabbinizim”(Naziat: 24) dediğinde, balyoz gibi bir yumruk yeseydi, herhalde ikinci, üçüncü, bilmem kaçıncı Firavun zuhur etmezdi. İşte bu neme lazımcılıktır ki, zincirleme müstebitleri insanlığın başına musallat ettirmiştir.

Dördüncüsü, her şey zamanında hoştur ve gereklidir. Nasıl ki, Asr-ı Saadet’te, Müslümanların hayat yörüngesini Allah’ın emir ve yasakları oluşturuyordu, günümüzde de siyaset ve dünyevî arpalıklar ilk sırayı almış bulunmaktadır. Hele hele, özellikle de, Cemaat, Hocaefendi ve Said-i Nursî isimlerinin hemen her gün basına servis edildiği; insanlarımızın birinci derecede gündemini oluşturduğu bir hengâmede, “Niçin şimdi?” ya da “Zamanlaması manidardır!” gibi istifhamlı sözcüklerin arkasına gizlenmek ve bunun üzerinden yazı yazanları boş-beleş demagojilerle karalamak, sadece feraset körlüğü ve klasik gündem saptırma taktikleridir. Üstelik, ana temalarımın bu eksende olduğu bilindi halde...

Dördüncüsü, Said-i Nursî’nin, “Aziz kardeşlerim, Üstadınızı lâyuhti görmeyiniz; onu hatasız görmek hatadır.” (Barla Lahikası, s. 123) sözü ortada dururken, ona rağmen onu hatasız bir kul şeklinde takdime kalkışmak, ona karşı en büyük saygısızlıktır. Çünkü bazen aşırı muhabbet, aşırı adavete götürür. Birini aşırı yüceltirseniz, karşı tavırlara kapı aralar, aşırı alçaltılmalara sebep olursunuz. Onun için “ihsan-ı ilahîden fazla ihsan ihsan değildir.”(Muhakemat, s. 21) Onun için, her şeyi olduğu şekliyle vasfetmek lazımdır. Öyleyse, topuzun ucunu kaçırmamalıyız; aşırı sevgi ve yergilere, tümden kabul ve retlere sapmamalıyız.

Hakperest bir insan, nefisperest olmadığı gibi, cemaatperest, tarikatperest, hocaperest, hükümetperest olmaz ve olmamalıdır. Olursa, kendisi gibi, mesajı da inkıtaa uğrar, toplumla kurduğu her türlü diyalog monologa döner ve nihayette varlığıyla yokluğu müsavi zaviyede kalır. Şahsımı müdafaa için değil, sırf bir gerçeği okuyucularımla paylaşmak adına ifade ediyorum: Bu güne kadar hiç bir cenaha ve kliğe angaje olmadım ve mizaç olarak da olamam. Her zaman, İmam Ali’nin “Her şeyin iyi tarafını al, fena tarafını terket!” demesi kabilinden, sadece inanan çevrelerin değil, inançla alakası olmayan kesimlerin dahi örnek alınabilecek taraflarının olduğuna inanırım. Yoksa toplumsal bir varlık olma özelliğimi kaybedeceğime inanırım. Madem aynı gemide yaşıyoruz; bu geminin selametle seyrüseferi için elbirliğiyle seferber olmak zorundayız.

Evet, nice ümmetler gelip geçmiştir; onların yaptıkları onlara, bizim de yapacaklarımız bizleredir. Onlarla övünmek de, onlara sövmek de bizim kâr-zarar hanemize bir şey katmaz. Esas olan, bizim yaptıklarımızdır. Herkesin puanı, kendi yaptıklarıyla orantılıdır. Ben bu günün insanıyım; bu gün yaşadıklarımdan sorumluyum. Geçmişim Levh-i Mahfuza kaydedilmiştir, gelecek ise, ulaşacağımıza dair garantimiz yoktur. Öyleyse hâlihazıra bakalım! Sizler gibi, ben de hazıra kilitlenmiş, yaşanılanları yakından izliyorum. İşte izlediklerim içinde, şu anda birinci derecedeki gündem mevzusu bellidir ve göz önündedir; öyle ise, herkesin konuştuğu, tartıştığı ve yazdığı bir konuya ben ne diye bigâne kalacakmışım? Hem de, üzerinde en hassas olduğum bir mevzu iken...

Demek, her türlü şartlanmışlıklardan, ön kabullerden, önyargılardan, toptan kabul ve retlerden, azade olarak, hakka hak, batıla batıl demesini bilmeliyiz. Hakkı batıla karıştırarak kirletmemeliyiz. Batıla hak kılıfını geçirmemeliyiz. Zulme adalet, cihada bağiy, sefahate medeniyet, keyfî, küfrî ve cebriliğe cumhuriyet adını verenlerle birlikte aynı kulvarı paylaşmamalıyız...

Bu uzun girizgâhtan sonra, asıl konumuza girelim; yani Prizma–4 kitabının analizine devam edelim. Bu üçüncü yazımız, Fethullah Gülen Hoca’nın, adı geçen kitabında dini anlatma adına zihinlerde ihdas ettiği yanlış intibalar ve kafa karıştırıcılık örnekleriyle ilgili olacaktır. Biliyorum, yine birilerinin zülfüyârına dokunacaktır, varsın olsun. Önceki yazılarımda da belirttiğim gibi, oturduk yerde hakaret ve içi boş salvolar atacaklarına varsın mertçe cevabî yazılar yazsınlar, aksini ortaya koysunlar; ya da beni yakından tanıdıklarını söyledikleri halde, psikolojik savaş taktikleri uygulayan yorumcular gelip yüz yüze görüşsünler, en azından telefonlar açarak –dertleri nedir– bildirsinler!

İşte, Hoca’dan birinci kafa karıştırıcı örnek:

“Beşerin peygamberi beşerden, meleklerin resulü de meleklerden oluyor.”(s. 11) Evet, Hoca Hazeratı, bütün muteber tefsirlerden sarf-ı nazar ederek, nev-i şahsına münhasır bir tefsirle, meleklerden de Resul ihdas ediyor ve tipik bir kafa karıştırıcılığa imza atıyor. Google’den yaptığım tarama neticesinde, bu cümleyi sadece sahibinin sitesinde bulabildim. Başkaca, bu cümleye sahip çıkanı bulmadım. Resul niye gönderilir? Şehvet, gazap ve akıl kuvveleriyle (duygular) donatılmış insan ve cinler için... Peki, meleklerde bu kuvveler var mıdır? Ne gezer. Onlar, “Melekler, Allah'ın mükerrem kullarıdır”(Enbiya, 26), “Onlar, kendi¬lerine verilen emirlerde Allah'a asla isyan etmezler. Ne emrolunurlarsa ya¬parlar." (Tahrim, 6)

Evet, peygamberler, insan ve cinlere verilen bu duyguların yaratılışa uygun bir istikamet üzere yönlendirilmesi; her türlü aşırılıklardan korunması ve Allah’ın rızasına endeksli bir hayatın ikamesi için gönderilmişlerdir. Allah ile kulları arasında elçilik; hassaten de Allah’ın kullarından marziyatlarını bildirmek ve bu marziyatların tarz ve uygulamaları hususunda rehberlik için gönderilmişlerdir. Peki, melekler için bunlar bir ihtiyaç mıdır? Hayır, zira yukarıdaki ayetler meleklerin tümden masum ve her türlü beşerî zaaflardan ve aşırılıklardan münezzeh olarak yaratıldıklarını okuyoruz. O halde, hoca bu tefsiri nereden çıkartmıştır? Neden bu tür kafa karıştırıcı konulara giriyor, onu da size bırakıyorum.

Bu konuyla ilgili son bir not: Mutaassıp biriler, sırf Hoca’yı doğrulamak adına “Hac, 75”, “Fatır, 1”, “Hicr, 57-58” ve “Meryem, 19” gibi ayetlerinde geçen ve meleklerden resul olduğunu ifade eden cümleleri serrişte ederek karşıma dikilmesinler; zira ben o ayetlerin hepsini tahlil ettim ve hiçbiri Hoca’ya “evet” demiyor. Çünkü Hoca, resul kelimesini peygamber manasında kullanıyor. İsterseniz cümlesini bir daha tekrar edelim: “Beşerin peygamberi beşerden, meleklerin resulü de meleklerden oluyor.”(s. 11) Bir başka deyişle, “Beşerin peygamberi beşerden, meleklerin peygamberi de meleklerden oluyor” demektedir. Dikkat ederseniz, “meleklerden resul” de demiyor, “meleklerin resulü” diyor. Her ne ise... Geçelim ikinci bir kafa karıştırıcılık örneğine:

“Nebiler Serveri, onun (yani Selmân-ı Farisî) için, ‘Selmân, ehl-i beytimdendir’ iltifatında bulunmuştur. Hâlbuki Selmân’ın Acem veya Türk olduğuna dair rivayetler var.”(s. 87) ifadesidir. Bu ifadenin ne kadar kafa karıştırıcı olduğunu ve ne denli anlamsız bir tartışmaya zemin hazırladığını, bilmem anlatmaya gerek var mıdır? Bir sefer, mesnetsizce sarfedilmiş ve tamamen kafa karıştırıcı ve vesvese verici bu tespite evet dememiz mümkün olmadığı gibi, hangi sahih kaynağa, hangi meşhur tarih ya da hadis ve siyere istinat ettiğini sormak gibi bir hakkımız vardır. Evet, soruyoruz: “Hoca Efendi, bu Acemlik, Türklük isnadını hangi kaynaktan istihraç ettiniz?”

Malum, Selman-ı Farisî’nin kimliği, bu güne kadar hep ismindeki terkibe izafeten “Fars” olarak meşhur olmuştur. Türk ya da Acem olduğuna dair hiç bir sahih kaynaktan okumuş değiliz. “Acem” demekle, herhalde Hoca “Fars” olmayı kastetmemiştir. Zira bu, malumu ilam olur. Kendisinin aslen Ahlatlı, sonraları Hasankaleli olmalarına binaen, o yörede “Acem” denildiğinde Kars ve Iğdır yöresindeki Caferî Türklerin kastedildiğini herkes bilmektedir. Demek Hoca’nın dilindeki Acem de Türk demektir. Yani, ona göre Selman-ı Farisî Türk’tür. Burada, kimse kalkıp saptırmaya kalkışmasın; demesin ki “Hoca’nın maksadı, İranlı da olabilir?” Efendim, öyle olsaydı, zaten o bilinen kimliği olup isminde aşikârdır; israf-ı kelam ya da bilineni tekrara ne gerek vardır. Hayır, Hoca, doğrudan doğruya kafa karıştırmış olup böyle bir meşhur sahabeyi Türk göstermekle Türklerin ta evveliyatından beri peygamberle sırt sırta ve en büyük yardımcılarından olduğunu ispata kalkışmıştır.

Yanlış anlaşılmasın; ben de kastımı aşmış olmayayım, maksadım Türk halkını tezyif ve tenkis aslâ değildir, her millet başımın tacıdır, zira Allah’ın birer ayetidirler; sadece diyorum ki, Türklük adına Türk olmayan birini Türk göstermeye çalışılmasın! Her meşhurun üzerine atılmak, onu kendi milletlerinden göstermek, onlar adına sahte şecere ve soy ağaçları tanzim etmek, tipik bir milliyetçilik marazıdır. Bu maraza müptela olanlar, ellerinden gelse, bütün dünyanın kendilerinden türeme olduğunu söylemekten hicap etmezler. Tıpkı bir zamanlar ülkemizde Kürtlere karşı olan şovenist akımların hummalı çalışmaları ve sözüm ona bilimsellik adına piyasaya sürdükleri yalan-dolan mevkuteleri gibi...

Hoca’nın, tamamen muvazenesizce sarfettiği ve hiçbir dinî, insanî, vicdanî ve ahlâkî boyutu olmayan bir cümlesi de Belhli İbrahim Edhem’e dair serdettiği ifadelerdir. Önce ifadesini aktaralım:

“İbrahim Edhem Hazretleri Kâbe’de iken Rabbisine, “ya Rabbi! Senin aşkına tutuldum. Senden gayrı her şeyi terkedip huzuruna geldim. Seni bulduktan sonra, gözlerim başka şeyi görmez oldu...” şeklinde bir hitapta bulunmuştur. O, tam bu duygularla dopdolu olduğu bir sırada, hemen oracıkta, senelerdir görmediği oğlu beliriverdi. Yılların verdiği hasret ve baba şefkatiyle oğluna sarılınca, birden hafiften, “Ey İbrahim! Bir kalbde iki sevgi olmaz!” diye bir sesle irkildi ve tereddüt etmeden, “Allah’ım! Senin muhabbetine mani olanı al!” deyiverdi ve oğlu hemen oracıkta ayaklarının dibine yığılıp kaldı. Evet, işte gönlünü sadece Allah’a asmış, Hakkın tecellilerine doymuş ve gözünü ağyara kapatmış yüce bir kametin ruh haleti!” (s. 282–283)

Okudunuz; din adına uydurulmuş bir menkıbeyi –sırf insanları manen coşturmak adına¬– nakleden bir Hoca’yla karşı karşıyayız. Zahiren mutantan bir paragraf ve ilk etapta muhatapları ağlatı sızlatan, kendinden geçirtip bitap bırakan bir mizansen, değil mi? Evvela bu menkıbenin kaynağı nedir, belirtilmemiş. İkincisi bunu teyit eden hiçbir nas var mıdır? O da belirtilmemiş. Üçüncüsü, bu nasıl bir gönül adamı ki, “Allah’ım, senin muhabbetine mani olanı al!” diyerek, kendi ciğerparesine kıyabiliyor; üstelik yılların hasretiyle kavrulduğu halde... Hem bu nasıl babalık şefkati ki kendi kartlaşmış bedenini değil de terütaze evladının ölümünü –hem de tereddütsüzce– arzuluyor. Sonra kendisine “hafiften” seslenen nasıl rahmanî bir ses olabilir ki?!

Hâsılı, ne din, ne iman, ne ahlâk, ne irfan, ne izan ve de başka bir haslet-i memduha hususunda örneklik teşkil etmeyen bu hurafevari düşüncenin tahlil ve tenkidi ciddi bir sorun olarak karşımızda durmuyor mu? İşte, muhabbetten gözleri körelmiş, ferasetleri kilitlenmiş, irade ve muhakeme melekelerini kaybetmiş muhibbanların bu konuyu hiç bir krtiğe tabi tutmamaları kabul edilebilir mi? Bu ölçüsüzce menkıbeler dinî bir anlam ifade edebilir mi? Hani ya, mevzu hadis ve israiliyata karşı hassastınız? Hani ya, Üstad’ın “Gözümde ne cennet sevdası var, ne de cehennem korkusu” sözünü havsalanıza sıkıştıramadığınızdan tenkide tabi tutmuştunuz?! Bu mudur sağlık düşünce? Bu mudur müvazene?

Kısacası, Hoca’nın naklettiği bu menkıbe asla kabul edilemez... Çünkü Kur’an’a, Sünnete ve Allah’ın bahşettiği hiss-i şefkate aykırı tamamen aykırı bir uydurmadır. Şahsî fazileti uğruna ciğerparesinin telef olmasına –ki hiç bir günahı yok– sebebiyet veren bir hodgâm asla İbrahim Edhem olamaz. (Hz. Yakup ile Yusuf’un hayat hikâyelerini bilen sıradan birisi bile, bu menkıbeye evet diyemez.)

Fethullah Gülen’in yine ciddi olarak tartışılması gereken bir başka kafa karıştırıcılık örneği de şudur:

“Dinde vaz’edilen prensipler, genel olarak temel mes’elelerdir. Fürûata dair meselelerde ise, büyük ölçüde bir esneklik vardır. Meselâ; fürûata ait bir mesele, hiç bir zaman Allah’ı inkârla kıyaslanmamalı. Evet, çeşitli sebeplerle başlarını kapatmayıp ve dinin bazı emirlerini yerine getiremeyen insanlar, yılda bir-iki defa da olsa camiye gidiyorlarsa, onların başlarını, gözlerini yarma yerine, zihinlerine bir şeyler koyma yolları araştırılmalıdır.”(264–265)

Evet, yanlış okumadınız; bu kitabında da, öteden beri “teferruat” ve “füruat” menzilesine sukut ettirdiği İslâmî tesettüre dair müctehidane(!) bir tavır takınmıştır. Bu hususta o kadar çok şey söylendi ve yazıldı ki, benim bir şeyler ilâve etmem belki de israf-ı kelâm olur. Ancak, “es-sebebu ke’l-fail”, yani “Sebebiyet veren işlemiş gibidir” İslâmî kaidesince, sırf bu fetvadan hareketle başlarını açıp açıkça günahlara giren bayanların toplam günah hasılâtının bir mislinin Hoca Efendi’nin defter-i ameline kaydolması, o denli bir manevi mahkûmiyet ve mahcubiyeti intaç ediyor ki, bizim bütün tenkitlerimiz onun yanında sıfır kalır. İslâmî bir şeairi füruat ve teferruat derekesine indirmenin nasıl bir proje olduğunu yazılan yığınlarca cevabî yazılara havale ederek, şimdilik bu konuyu kapatıyorum.

Prizma–4 kitabından aktaracağım son kafakarıştırıcı bir tespit de Fethullah Gülen’in Kur’an’a yakıştırdığı “sihir”, “büyü” ve “efsûn” gibi ifadeleridir. Bu hususta, sözkonusu kitaptan seçtiğim bazı sayfa numaralarını ve kullandığı bu tür ifadelerini veriyorum:

“Kur’an-ı Kerim’de, tarihî vak’alar, karakteristik olarak öyle büyülü anlatır ki, insan kendini çağlar ötesi âlemlerde dolaşıyor gibi hisseder.”(s. 151)

“(Kur’an’ın) öyle füsunlu bir buudu vardır ki, ne zaman o kendi diliyle ifade edilse, insan büyülenir.” (s.153)

“Onunla (Kur’an’la) iştigal edenler, ilmî ve fikrî ufuklarının derinliği ölçüsünde büyülenir.” (s. 157)

“Bizim düşüncelerimiz belki eskiyebilir ama o (Kur’an) herkesi büyüleyen sihriyle hep tazedir.” (s. 158)

“Bizim gibi avamdan insanlar bile her an onun (Kur’an’ın) bir büyü ve tesiriyle ürpermektedirler.” (s. 158)

“Cinler bile onu (Kur’an’ı) çok acayip bulmuşlar. (Cin suresi, 1) ve ona büyülenmişler.”(s. 161)

“Kur’an’ın büyüsü...”(s. 161)

Evet, Hoca’nın, Kur’an-ı Mu’cizu’l-Beyan için yakıştırdığı ifadeler aynen böyledir. Tamamen maksadını aşan yersiz ve yakışıksız ifadeler... Hiç bir İslâm âliminin cesaret edemediği nitelemeler... Kur’an’daki mu’cizevî tesiri, “sihir”, “büyü” ve “efsûnla” tavsif eden bir anlayışın ilimle ve âlimlikle bağdaşır bir yanı olabilir mi? Bir sefer bu üç kelimenin de olumlu bir yanı var mıdır? İslâm’da haram kılınmış, lanetlenmiş bazı fillilerin isim ve unvanı olan bu kelimeleri nasıl Kur’an’a yakıştırabilirsin? Mesela meşru “cima” fiiline “zina” denilebilir mi? İslâm’da meşru şeyler nameşru isim ve unvanlarla zikredilebilir mi? Tersinden gidersek, nameşru şeyler için meşru unvan ve isimler kullanılabilir m? Onlara, hakketmediği meşru ve masumane sıfatlar takılabilir mi? Bu nasıl bir zihniyet?

Mazi, hâl ve müstakbelin kitabı; ezel-ebed sultanı Cenab-ı Hakkın tüm zaman, mekân ve insanlara hitabı olan Kur’an-ı Mu’cizu’l-Beyan’ın icâzlı ve i’cazkâr ifadelerini sihir, büyü ve efsûn olarak tavsif eden bir anlayış masum olamaz. Malum, cinler bile Kur’an’ı dinlediklerinde, sadece “'Biz harikulâde bir Kur'ân dinledik” (Cinn, 1) demişlerdi. Müşrikler ise, “Bu düpedüz bir büyüdür.” (En’am, 7) demişlerdi. Ya Hoca Efendi ne diyor? O çıkarsamayı da siz yapın!

“Allah’ın selamı hidayete tabi olanların üzerine olsun!” (Tâhâ, 47)

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.