FETHULLAH GÜLEN’İN TESETTÜRLE İMTİHANI (‘PRİZMA–2’ ÇERÇEVESİNDE)
Abdullah Can
19 Ağustos 2014 Salı 11:40
Ramazan’ın manevi ve derunî havasını soluklarken, kimseyle yaka-paça olmamayı, gıybet adına kimseden bahsetmemeyi prensip edindim. Bu çerçevede, Fethullah Gülen ve benzerlerine dair eleştirilerime de ara verdim. Onun yerine, bu mübarek ayın herkes için yeniden bir uyanış, anlayış ve dirilişe vesile olması temennisinde bulundum. Ancak hiç de öyle olmadı: Ortadoğu’da Siyonist İsrail’in katliamları ve IŞİD belası, Türkiye’de İktidar-Gülen kapışması son hız devam etti. Özellikle dâhilî kapışmalar tam bir felâket. Mushaflar bir kez daha mızrakların ucuna takıldı; siyaset ve iktidar temelinde yürütülen kavga, tam anlamıyla değerler istismarına dönüştü.
Aslında ciddi bir muhasebe ve arınma ayı olan Ramazan’ın bu kadar hovardaca kullanılmaması lazımdı. Ancak maddi ihtirasların, inat ve taassupların dini argümanlarla tezyin ve takviye edilmesiyle kutsal bir savaşa tahvil edilen bu kavganın, her zaman olduğu gibi, yegâne mağduru yine din ve dinî değerler olmuştur. Ancak, Muaviye’nin Mushaf’lı mızrakları, onun hurucunu haklı kılmadığı gibi, iktidar eksenli bu günkü mücadelede kullanılan dinî-imanî argümanlar da bu kabil çıkışlara meşruiyet kazandıramaz.
Siyasetin sıkıştığında dinî değerlere iltica ettiğine çok şahit olmuşuz, ama bir cemaatin kendi değerlerini bu kadar hovardaca hurda yığınına dönüştürdüğüne ilk defa tanıklı ediyoruz. Allah’ın ayetlerinin bu kadar ucuza mal edilebileceğini ilk defa bu kavgayla görmüş olduk. Kur’an ayında, Kur’an’ın rafa kaldırılıp ahkâmının ayaklar altına alındığına ilk defa bu Ramazan’da şahit olduk. İşte bu noktada, ben de prensibimi bozdum, tekrar yazmaya karar verdim. Madem din adına dinsizlik yapılıyor; zındıkaya bayram ve seyran, bizlere de hazan ve hicranlar yaşattırılıyor; o halde elimiz-kollumuz bağlı kalamayız, mutlaka bir şeyler yapmalıyız; yazmalıyız, söylemeliyiz diye kanaat getirdim.
Evet, kaldığım yerden başlıyorum. Hoca’nın son ele aldığım kitabı PRİZMA-2’tü. Ona dair ilk iki yazım yayınlanmıştı. Bu, üçüncüsü olacaktır. Bu yazıda Hoca’nın İslâmî tesettüre yaklaşımını ve nev-i şahsına münhasır tezlerini irdeleyeceğim. Piyasada konuşulanlar, yazılanlar beni ilgilendirmez; polemiklere de girmeyeceğim. Benim ilgimi çeken, onun kendi yazılarıdır; hassaten de kitaplarıdır. Bu itibarla, sadece kitaplarında geçen ifadelerini mercek altına alacağım; kendimce bir okuma ve anlama çabasındayım. Başkasının gözü, kulağı ve kafası olarak değil...
Çok iyi hatırlıyorum, Fethullah Hoca’nın “Küçük Dünyam” adlı hatıratı yayınlandığında, Abdülkadir Badıllı tarafından uzunca bir mektupla eleştirilmişti. Bu eleştiri mektubundan hemen sonra, adı geçen hatırattan bazı bölümler çıkarılmış ve kitap yeniden basılmıştı. Bu, bir nedametti, bir faziletti. Ancak, aynı fazilet, başta tesettür olmak üzere, daha birçok konuda gösterilebilirdi, ama gösterilmedi. Hoca’nın tesettüre dair tezleri uzun yıllar konuşuldu, tartışıldı ve hep tenkit edildi. Ama o bildiğinden şaşmadı; ısrarla savundu. Bu tezler, halen yazılı ve elektronik ortamlarda tutuyor. Konu, ister istemez siyasî tartışmaların da malzemesi oldu ve olmaya da devam ediyor...
Mademki masumiyet sadece peygamberlere hastır ve takdis edilecek yegâne varlık da Cenab-ı Hak’tır; o halde nedir bu inat, nedir bu ısrar ve nedir bu taassup? Hani ya nefsimizi tezkiye etmeyecektik! Binlerce insanın ‘yanlışsın’, ‘yanlış yorumluyorsun’ dediği bir konuda, dediğim dedik bir taannüdü deva ettirmeye ne hacet? Yanılmak ve isabetsizlik bir kul için en tabii hallerden iken, bildiklerini nas gibi telakki etmek ve tezlerini mutlaklaştırmak bir Müslümana yakılır mı? Elbette değil!... (Enaniyetin putlaştırılanlar ve heva-i nefislerini ilahlaştıranlar bahsimizden hariçtir.)
Hoca’nın sık sık göndermede bulunduğu o Pîr-i Mugan(!) Lem’alar adlı kitabının İkinci Lem’asında bir tespitte bulunuyor, diyor ki: “Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.” Düşünüyorum da, bu günah ne ola? Günahlar elbette çoktur, ama konumuzla ilgili birini zikredecek olursak: Acaba diyorum, nice ayet, hadis, yüzbinlerce tefsir ve 1400 senelik İslâmî uygulamasıyla farz olduğu kesin olan “Tesettür”ü terk etmek ya da terkine sebep olmak bu günahlardan biri değil midir? Acaba o Pir-i Mugan’ın 11 aylık Eskişehir Hapsi’nin sebebi ‘Tesettür Risalesi’ değil miydi? Ve acaba “Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan tesettür şiarı” diyen de o değil miydi?
Maatteessüf, bütün bu şahitlere rağmen, Gülen Hoca, yaptığını yaptı, bildiğini okudu ve yapılan uyarıların hiçbirini takmadı. Sonuç, ortada! Bozuk bir fetva ve o fetvadan cesaret alarak başörtüsüne veda eden binlerce bayan... Fetva büyük yerden çıkınca, neticesi de azim oldu. Gelinen noktada, örtünmenin pek de gerekli olmadığına kanaat getiren büyük bir kitle... Zira “Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.” Ve akıbet: Sineğin ısırmasından kaçıp yılanın ısırmasına razı olan iradesiz bir yığın...
Evet, küçük görülen günahlar, büyüklerine zemin hazırladı. Başörtüsünü istihfaf eden anlayış, zamanla başka yerlerin de teşhirine yol açtı. “Günahlar kalbe işleyip siyahlandıra siyahlanıra, ta nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor.” Katılaştırmış olacak ki, öğrenci ve sıradan memurlara daha ehveninden bir tesettürsüzlük, askeriye ve sair kritik noktalarda konumlanmış olanlar için daha genişinden bir mezhep önerildi. Dinden verilen rüşvetler dünyayı kazandırtmadığı gibi, ahireti de berbat eyledi. Zira şahsî farzlardan daha ehemmiyetli görülen bir İslâmî şearin terki, doğrudan doğruya Allah’la savaşa tutuşmaktır. Allah’la savaşanlar ise rezil ve rüsvay olurlar...
Demek, istikametten bir karışlık sapma, –eğer terk edilmezse– ilerleyen zamanlarda kilometrelerce inhiraflara ve asıldan uzaklaşmalara yol açar. Zamanında müdahale edilmeyen hastalıkların müzminleşmesi gibi, müdahale edilmeyen ilk sapmalar da, zamanla makasın büyümesine ve derken ehl-i dalalete meyil ve onlara iltihaka kadar götürür. Bunlar farazi ve kurgusal sözler değil, etrafımızda nice örnekleri yaşanan hayatî gerçeklerdir. Küçük günahlara eyvallah edenlerin büyük günahlara nasıl merhaba dediklerini görmemiş ve duymamış değiliz.
Bediüzzaman Hazretleri, İslâm şeairlerinden bahsederken, “Nafile ibadet nevinden dahi olsa, şahsi farzlardan daha ehemmiyetlidir.” demektedir. Yine din yıkıcı Deccal’dan bahsederken, onun özellikle “Nifak perdesi altında İslâm şeairini yıkmakla” işe başlayacağından bahseder. Nasıl israf edenler Süfyan’ın tuzağına düşüyorlarsa, aynı şekilde batıl fetvalarla tesettürü istihfaf edenler de onun tuzağına düşmüş olacaklardır. “Bir işe sebebiyet veren, onun faili gibidir” hadis-i şerifi, bu tesettürsüzlük fitnesine sebebiyet verenler için en büyük uyarıcıdır. Tesettürsüzlükten hâsıl olan içtimaî tahribatlar ve manevi günahlara gelince, el-iyazu billah!...
Evet, tesettürsüzlük tahribatı, inkârcı felsefe ve ideolojilerin tahribatından daha tehlikeli ve daha yıkıcıdır. İnkârcı düşünceler kafalarda gizli kaldığı ve dışa vurulmadığı sürece tehlikesi sadece sahibine iken, fiili tesettürsüzlük, –görsel olması, göze hitap etmesi hasebiyle– sadece imanı ve iradesi zayıf olanları değil, imanlı ve iradeli olanları da yaraladığı, kalplerini paraladığı ve hatta o kalplerden bir kısmını öldürüp maneviyatları berheva ettiği güncel bir gerçektir. Bu açıdan, Bediüzzaman’ın “Sosyalistlik desatiri, İslâmiyet'in esasatını bozamaz. Şu medeniyet-i sefihe bozuyor. Hem çok pahalı düşüyor” (Asar-ı Bediiye, s. 66) tespitinin ne kadar isabetli ve yerinde olduğunu, gün gibi açık ve net olarak görüyoruz.
Gülen Hoca, PRİZMA-2 adlı kitabının 236 ila 242’nci sayfaları arasında “Usûl, Fürû ve Tesettür” başlığı altında bir sürü iddialarda bulunuyor. İman esasları “usûl”, namaz, oruç, hac, zekât veya diğer ibadetleri, iman esaslarına kıyasla “fürû” diye değerlendirmektedir. Özetlemektense, bizzat onun özgün cümlelerini aktararak, tesettüre dair tezlerini irdeleyelim:
1- “Tesettür emrini, bu esaslar (usûl-fürû) ”çerçevesi içinde incelediğimizde, önce onun hicretin yedi veya sekizinci yılı; yani peygamberliğin yirminci senesinde farz olduğunu görürüz. Bu demektir ki, İslâm'ın ilk yirmi yılında kadınlar, cahiliye dönemindeki giysilerini devam ettiriyorlardı.”
Hoca’nın bu saptaması, yani tesettürün peygamberliğin yirminci senesinde farz olması ve dolayısıyla İslâm’ın ilk yirmi yılında cahiliye kıyafetlerinin devam ettirildiği meselesi doğru bir tespit, ancak bu tespit, tam bir zihinsel iğfal ve yanıltma mühendisliğini barındırıyor. Zira biz dinin “ikmal” edildiği bir zaman dilimi içindeyiz. Zihnen o döneme gidip böyle bir çıkarsamada bulunmak, cahiliye dönemi ile sonrasını karıştırmaktır. Din kemale ermiş ve buna tesettürün farziyeti de dâhil edilmiştir. Hem de birkaç ayetle. (Bkz. Nur, 31, Ahzab, 59). Ayrıca Peygamberimizin hadis ve uygulamalarıyla farziyeti teyid edilmiştir. Buna rağmen, (tarihi bir tespitin dışında) cahiliye dönemini ve o günkü tesettür uygulamasını nazara vermek, sadece kafa karıştırmak, gündem saptırmaktır.
2- “Teşride meselelere ehemmiyet sırasına göre yer verilmesi ve öncelik tanınması ya da geriye bırakılmasıdır. Bu itibarla da, gönüllere "Lâ ilahe illallah" hakikatinin yerleştirilmesi en önemli mesele olduğu için, öncelik ona tanınmıştır.”
Hoca’nın bu söylemi de bir önceki gibi, demagojiktir. Gerçeği yansıtmadığı gibi objektif de değildir. Zira biz “teşri” aşamasında değiliz; aksine iman ve amele dair bütün hükümlerin kemale erdiği ve bunların haricine çıkmanın “bid’at” olarak nitelendirildiği bir dinin 1400 yıl sonrası bir aşamasını yaşıyoruz. Teşri’den ziyade, içtihadların yapılabileceği bir zamanda, teşri’e göndermede bulunmak hedef saptırmaktır. İmanı olmayana Tevhidi anlatmak, imana öncelik vermek, tesettürün geri plana atılması demek olmadığı gibi, onun önemsizliğine de delalet etmez. Hoca’nın sözü çok ustacadır; bünyesinde, “Şimdilik tesettürü gündeme getirmeyiniz!” mesajını da içermektedir.
Evet, açlıktan can çekişen birinin üstü başı da çıplaksa, onun doyurulması öncelliklidir; ama bu, çıplak bırakılmasını gerektirmez. Çünkü çıplaklık da sıhhati izale eder ve nihayette ölüme sürükler. Aynı şekilde, imanı olmayan birine elbette önce iman esasları anlatılır, ama unutulmamalıdır ki, bu din, imanla ameli birlikte getirmiş ve her ikisiyle din tamama ermiştir. İslamiyetsiz bir imanın kurtuluş getirmediğini hepimiz biliyoruz. Öyle ise, amelsiz bir imanın da arzulanan bir iman olmadığı, olamayacağı ve dolayısıyla da kurtuluşa vesile olamayacağı izahtan varestedir.
Bu konuda imanı amelin bir cüzü sayanla saymayan kelamcıların ne dedikleri pek önemli değildir; önemli olan içtimaî hayatımızı zehirleyenlerin de, “mü’miniz” (imanlıyız) dediklerine bakıp, bunun ne menem bir iman olduğunu idrak etmektir. Bu tasnifleri yapan, Allah ve Resulü değil, ulemanın kendisidir. Onlar da ortak bir kanaatte değil, farklı görüştedirler. Onun için, biz Allah ve Resulüne kilitlenmek zorundayız; farklı yorum ve tefsirler, ümmetin vahdetine darbedir. İtikadî ve mezhebî ihtilâfların ümmeti ne hale getirdiğini hepimiz acılar içinde müşahede etmekteyiz.
Haklarında İlahî ve Nebevî hüküm bulunan konular, maslahatlara göre tebeddül etmez. Tesettür bir hükümdür; nasla sabittir. Korku ve evhamlarla, mansıp ve menfaat kaygılarıyla tağyir ve tebeddül etmez, ettirilemez. Onu kalıcı ya da geçici ilgaya çalışmak tam anlamıyla bir cinayettir. Hayatî ve ölümcül gerekçeler hariç, ona el uzatmak, Asr-ı Saadet’te Müslüman kadının tesettürüne el uzatan Yahudi’yle, Maraş’ta Müslüman hanımların tesettürüne el uzatan Fransız keferesiyle, tesettürü ref’ eden Süfyanizmle aynı kulvara girmektir; Allah muhafaza, belki de aynı akıbeti paylaşmaktır.
3- “Bizim de, tebliğ ve irşadda daha çok bu önemli noktaya dikkatleri çekmemiz gerekmektedir. Allah'ın büyük gördüğü şeyleri büyük görmek, küçük gördüğü şeyleri de küçük kabul etmek kalbin takvasındandır. Aslında bu, din-i mübîn-i İslâm'ın da temel bir kuralıdır.”
Fethullah Hoca, yine bir şeyleri izhar ederken, bir şeyleri de gizlemekten tevakki etmiyor. Bir sefer kafasına koymuş ya, tesettür füruattandır ve Allah’ın sıralamada küçük gördüklerindendir. Onun için artık sözün bittiği yerdir. Fazla konuşmaya gerek yoktur. Hâlbuki bu usûl ve fürû meselesi tamamen fıkhın içtihadî kısmındandır; yani ayet ve hadislerin belirlediği bir tasnifat değildir. Zaman zaman inkılabî denebilecek çıkışlar yapan Hoca, her ne hikmetse burada ulemanın içtihadî bir tasnifatına sarılmaktadır. Neden, çünkü kendilerinin istikbal ve iktidara ilişkin siyasetine daha muvafıktır. Başka da bir izahı yoktur.
Gerçekte ise, iman ve İslâmiyet bir bütün olup tecezzi ve inkısamları mümkün değildir. Kelime-i Şehadet’in iki kelamı gibi, iman ve İslâmiyet de, itikat ve amel de bir bütün olup birini ötekisiz kabul etmek mümkün değildir. Allah’ı inkârla, namazı inkâr aynı kapıya götürür. Allah’a imandan hemen sonra amel-i salih gelmektedir. “Amel-i salih, maddi ve manevi hukuk-u ibada tecavüz etmemekle (beraber), hukukullahı da bihakkın ifa etmekten ibarettir.”(Mesnevi-i Nuriye, s. 115) Namazdaki setr-i avret Allah’a ait bir hukuksa, toplumdaki setr-i avret de kullara ait bir hukuktur. Tesettürsüzlüğün beşeriyet âlemindeki tahribatı nazara alınırsa, bu salih amelin ne kadar büyük bir ehemmiyet kesbettiği daha iyi anlaşılır.
Öyle ise, Allah’ın ayetleriyle emrettiği ve Peygamber’in, –başta kendi hanımları olmak üzere– mümine bayan ve kızlara farz ve icra ettiği bir şiar, mutlak olarak büyüktür ve terki caiz değildir; istihfafı ise, –sözün tam anlamıyla– küfürdür. Hayatî ve ölümcül gerekçeler hariç, bu şeaire el uzatmak, doğrudan doğruya Şeriat-ı Muhammediyeyi tahribe çalışan ehl-i bid’at ve Süfyan komitesine yardım etmektir. Hayatî bir sorunla karşılaşıldığında ise, bizzat Peygamberimizin müsaadesiyle, –sözlü olmak şartıyla– Allah ve Resulünün bile inkâr edilebileceğine dair ruhsat olduğunu Asr-ı Saadet’ten okuyoruz. Evet, ruhsattır; azimet ve takva değildir...
Demek Hoca, bizzat kendi kendisiyle kavgalıdır; öyle olmasaydı, Allah’ın büyük kabul edip hakkında ayet gönderdiği bir İslâm şiarı için “küçüktür” imasında bulunur muydu? Allah’ın böyle bir taksimatı yokken, büyüklük-küçüklük tayinine girişmek kimin haddine! Hâlbuki iman, amel-i salihi gerekli kıldığı gibi, salih ameller de imanın etrafında çevrili birer surdur. İmanı takviye ve kararlı kılmanın en mühim yolu, onun lazımı ve gereği olan ibadet ve salih amellerle yaşamaktır. Aksine, günah ve isyanla geçen bir hayatta imanın tesiri ne olur ki? Günahlarla derbeder edilen bir imanın aksiyonu olabilir mi? Hem sonra, gizli ve kalbî olan imanın varlığı, –âmel olmadığı takdirde– ne ile anlaşılabilir? Mesela namazı füruat içinde değerlendiren Hoca, “Namaz dinin direğidir; namazı kılan, dinini ihya, kılmayan ise dinini tahrip etmiştir”(Beyhakî, Şuabu’l-İman) hadisini acaba nasıl yorumluyorlar?
3- “Tesettür meselesi, farziyetinin gereği tartışılmaz olmasının yanında iman ve imanî hakikatlerin önüne geçirilmemelidir.”
Hoca’nın bu sözü de demagojî yüklüdür; bir taraftan tesettürün farziyetini dillendireceksin, diğer taraftan tesettür, imanî hakikatlerin önüne geçirilmemelidir diyeceksin. Farz, kesin emirdir; yapılmaması haram ve günahtır. Haram ve günahlar, ef’al-i mükellefin gurubuna girer. Teklif, ehl-i imana yapılır ve onlardan beklenilir. İmanı olmayandan, ‘niçin helal ve harama dikkat etmiyorsun?’ denilmediği gibi, mü’minlerden beklenilen sorumluluklar da ondan zaten beklenilmez. Demek bu iman ve amel(sorumluluk) içiçe geçmiş ve ayrılmaları gayr-ı kabil bir bütündür. Aklı başında olan hiç kimse, imanı olmayana tesettürü dayatmayacağına göre, ‘şu, şundan önceye, sonraya bırakılmalıdır’ ifadeleri de malumu ilam ve tamamen israf-ı kelâmdır.
Tesettür, mademki farziyeti tartışılmayan bir vecibedir; o halde net ve kesin hükmünü söyleyip geçmek lazımdır. Dolambaçlı yollarla, elastiki tefsir ve yorumlarla, süslü ve fantezi beyanlarla zihinleri teşviş ve tereddütlere boğmak, iman ve İslâm’a hizmet değildir; aksine İslâm’ı hülya ve efsûnî bir atmosfere büründürüp adeta ulaşılmaz, erişilmez ve yaşanılmaz bir konuma indirgemektir. Hoca’nın ifadelerinde bu kabil beyanlara sıkça rastlanılmaktadır, maalesef...
Hâsılı: Tesettürü, iman hakikatlerinin önüne geçirmemelidir derken, tıpkı ‘sizden ekmek isteyene su vermeyiniz’ demek gibi bir abesiyetin ifadesidir. Sadece laf ebeliğidir. Böyle bir belagatsizliği ve hikmetsizliği, ancak zırcahil ya da sapla samanı ayırt edemeyen nadanlar yapar ki, onlar bu mevzuda muhatap değillerdir.
4- “Tesettür başka, çâr ve çarşaf başka şeylerdir. Çarşafın tesettür yollarından biri olduğu muhakkak. O, Osmanlı döneminde bazı yörelerde kullanılmaya başlanmış bir giysi çeşididir. Onun mazisi birkaç asır gibi yakın bir tarihe dayanır. Hatta çarşafın bazı yörelerde kullanıldığı o dönemlerde bile Bağdat ve Şam gibi merkezî şehirlerde kullanılmadığı bilinen gerçeklerdendir.”
Fethullah Gülen’in tespit ettiğim menfi hususiyetlerinden biri de, karşısındaki muhataplarına hep talebe, bilgisiz ve hatta anlayış yoksunu gözüyle bakmasıdır. Bir konuyu evirir, çevirir, yuvarlar ve adeta kartopu gibi bir bakarsınız ki koca bir söz harmanına dönüştürmüş. Be mübarek, eğer anlaşılmayan bir dil kullanıyorsan, kendini sorgula, çünkü kusur sendedir; yok anlaşılan bir dil kullanıyorsan, karşındakiler ne demek istediğini anlamaktalar; yok eğer anlatma sıkıntısı çekiyorsan, ilmini sorgula, demek ki ilimden daha çok lafazanlık yapıyorsun! Zira âlimler, kelamı da mal gibi telakki ederler, her ikisinde de israfı caiz görmezler. O halde sözü az, kesin ve anlaşılır olarak sarf etki, zihinler çatallaşmasın, muhataplar afallamasınlar! Sözü yokuşa sürmek, âlim ve edip insanlara yakışmaz.
Bu bağlamda, konu tesettür iken, “Tesettür başka, çâr ve çarşaf başkadır” sözüne ne gerek var? Yok, gerek varsa, “Çarşafın tesettür yollarından biri olduğu muhakkak” demenin anlamı ne? Ve hemen sonrasında da, çarşafa dair zimnî adavet ve istihfafı ifade eden beyanlarına ne demeli? Hâlbuki sadığı(!) olduğu Pîr-i Mugan(!), çarşafa farklı bakıyor, okuyalım: “(Kadınlar) fıtratlarıyla ve zaîf hilkatleriyle nâmahremlerden şiddetli korkarlar ve çarşaf altında saklanmağa kendilerini mecbur bilirler.”(Tesettür Risalesi ). Bir başka ifadesi: “Tesettür ile nâmahremin iştihasını açmamak ve tecavüzüne meydan vermemek, zaif hilkatı emreder ve kuvvetli ihtar eder. Ve bir siperi ve kal'ası, çarşafı olduğunu gösteriyor.”(Tesettür Risalesi)
İşte “çarşaf” noktasında da Pir-i Mugan’a aykırı düşen Fethullah Hoca, kabul-ü ümmet yerine sözü yine dallandırıp budaklandırmaya, muhatabını Bağdat ve Şamlarda dolaştırmaya çalışır, kafa ve kalpleri karıştırır; şek ve şüphelere boğar. Hâlbuki tesettüre dair fıkıhta zikredilen kriterlere baktığımızda, ayet ve hadislerdeki izahlara en muvafık düşeni çarşaftır. Giydirir ya da giydirtmezsin, o senin bileceğin; ama senin bildiğin mutlak bilgi olmadığı gibi, bu bilgiyi yegâne doğru ve vahyedilendir gibi dayatmaya da hakkın yoktur.
İşin doğrusu, emperyalizmin dünya çapında yaydığı ve empoze ettiği laik-seküler kapitalist kültür, âliminden cahiline kadar herkesi az-çok etkilemiştir. Bu etkiden olacak ki, birçok Müslüman çarşafı estetik ve göz zevkine muvafık görmezler; çarşaftan çıkmakla kalmaz, eleştirisini de yaparak psikolojik olarak tatmin olmak isterler. İşte bu bakış açısından birini de Fethullah Hoca’da görüyoruz.
5- “Bir tesettür türü üzerinde imanî meseleler ölçüsünde durmak ve ona her şeyin aslı nazarıyla bakmak, dinî emirlerdeki ilahî tertibi alt-üst etme demektir. Bu, dinde aslî bir mesele olmadığı halde, daha sonraki dönemlerde ibadetmiş gibi ortaya çıkartılan bir husus olması itibarıyla dinin ruhundaki itidale de münafidir.”
Hoca’nın bu izahları kendisinden beklenilen izahların dışında, tamamen saded harici açıklamalar kabilindendir. Kendisinden istenilen, usûl ve fürû çerçevesinden tesettürün İslâm dinindeki yeriydi. Ama yukarıda da değindiğim gibi, Hoca’nın izahları dolambaçlı ve sersemleştirici cinstendir. Bu cümlelerinde de bunu okuyoruz. Meseleyi yine imanla kıyaslamaya ve sakıncasına dikkat çekmiş; tesettür türünün dinde aslî bir mesele olmayıp sonraki dönemlerde ibadet derecesine çıkartıldığını döktürüvermiş. Hâlbuki aynı Hoca, İslâm’ın evrenselliğini işlerken, İslâm’ın hayatımızın her noktasına nüfuz ettiğini, tuvalet adabından devletlerarası münasebetlere kadar hayata müdahil olduğunu anlatır. Ancak ne hikmetse, “tesettür türü”ne İslâm’ı karıştırmaz, kendi hissiyatını hakem tayin eder! Yani hem nalına hem mıhına! Kitabı kendine uydurmak, buna denir herhalde...
6- “Müslümanın yemesi, içmesi, oturup kalkması, evi, sokağı, çarşısı, pazarı; onun san'at telâkkisini, ruh zerafetini, gönül inceliğini aksettirici bir mahiyette olmalıdır. Bu açıdan da, bazı kılık ve kıyafetlere avamca bir gözle bakıldığında dahi onda, estetik zevkin olduğunu söylemek çok zordur.”
Ne kadar edebî ve albenisi yüksek bir ifade şekli, değil mi? Öyle ya, ruh zarafetimiz ve gönül inceliğimiz elbiselerimize de yansımalı! Kaba-saba, çuval-torba gibi iğreti duran elbiselerde sanat, zarafet ve incelik ne gezer? Baktığında, imrendiren, estetik ve romantik hissiyatı kıpır kıpır oynatan bir zarafet ve çekicilik olmalı; yoksa, o elbiselerin ne anlamı olur ki?! Elbise dediğin göze ve zevke de hitap etmeli; iştah açmalı, tat vermeli!...
Fesubhanallah! Zannedersin ki bir din adamı değil de, bir kostüm uzmanı; bir moda-tasarımcısı! Bu anlayış değil midir ki, Müslüman kadınlar arasında da kıskançlığı, taklitçiliği, kostüm meftuniyetini, imaj düşkünlüğünü, fiyakacılığı, endam teşhirciliğini, tüketim çılgınlığını ve derken kişilik erozyonunu ön plana çıkartmıştır. Hele hele, bu işe bir de dinî bir kılıf uydurdunuz mu, okunmuş Mevlana şekerine döner, tadına doyum olmaz!...
Hoca’nın “avamca bir gözle bakıldığında, onda estetik bir zevkin olduğunu söylemek çok zordur” diye resmettiği kıyafet, bellidir; doğrudan doğruya “çarşaf”ı kastediyor. Çünkü yukarıdan beri hep ondan bahsetti; onun giyilmesinin ibadetmiş gibi telakki edilmemesi gerektiğini nazara verdi. Dervişin fikriyle zikrinde işimiz yok, ama Hoca’nın bu işe “avamî nazar” karıştırması hiç yakışık düşmemiştir. Bir sefer bu işte fikri sorulan kendisidir ve kendisi bir âlimdir. Dolayısıyla âlimane bakması lazımdır. Ancak taktik bir manevrayla, kendi bakışını “avamî nazarın” arkasında gizlemiş, kendini emniyete almıştır. Her kes niyetine göre muamele görecektir; bu işin muhasebesi de ahirete kalmıştır gibi...
7- “Tesettür emrini hayatına tatbik etmekle mükellef olan bizler, kendi iradelerimizle herhangi bir giyim tarzını seçebiliriz. Manto, pardesü, çarşaf, çâr veya kırmızı, mavi, sarı, yeşil... vs. Bunda bir standartizeye gitme, dinin ruhundaki esnekliği ve dolayısıyla da evrenselliği öldürme demektir. Kaldı ki, tenevvüde de ayrı bir güzellik var...”
“Benim oğlum bina okur, döner, döner yine okur” özdeyişine masaddak bir söz... Dön dolaş, aynı noktaya gel. Gelinen nokta da nokta olsa; model ve kostümlere bu sefer renkleri de katarak, tesettüre ve mütesettirlere apayrı bir ufuk(!) açmıştır. Modelistler için de bir ilham kaynağı olabilir. Zira verilen kostüm isimleri ve renk çeşitleri, vazgeçilmezler arasına girebilirler; eğer bu sahaya el atarlarsa, mensubin-i mükerreme cenahından büyük ilgiyle karşılaşabilirler; yağlı bir pazara kavuşabilirler! Her ne ise... Bahsi edilen renklerden hiçbirinin kadınlarımıza münasip düşmediğini söylemeliyim. Bu cafcaflı ve cazibedar renkler, kadına ve kadınlığa artı bir şey katmayacağı gibi, sadece onun cazibe yönünü ön plana çıkarır; kişiliğinden ziyade dişiliğini nazara verdirir. Bu ise, Müslüman kadınına asla yakışmaz.
Dinin ruhundaki esnekliği ve evrenselliği, renk ve modellerdeki standartlık üzerinden yorumlamak da doğru değildir. İslâm’ın kadın kıyafetine atfettiği ehemmiyet, hassasiyet ve onlara getirdiği ölçüler ortadadır. Bu konuda, bir din adamına yakışan, o kıyafetin cazibedar olmaması, vücut hatlarını belli ettirmeyecek genişlikte olması ve teni gösterecek derecede şeffaf olmaması gibi kriterleri nazara vermektir; mevzuyu sulandırmak, magazinsel kılmak, çarşafı istihfaf etmek ve laf yığını içinde maksadı anlaşılmaz kılmak değildir.
8- “Netice itibarıyla; usûle ait meselelerin anlatılması ve hayatın her ünitesine girilip, imanla gönüllerin itmi'nâna kavuşturulmasına şiddetle ihtiyaç duyulduğu günümüzde, yukarıda arzettiğimiz ölçüler içinde, usûl sayılmayan meselelerde takılıp kalmak, bırakın inanmayanları, inanan insanların bile cephe almasına vesile olabilir.”
‘Netice itibariyle” deyip tekrar başa dönen Hoca’ya, ben de “Netice İtibariyle” deyip, son sözü Üstad Bediüzaman Said-i Nursî Hazretlerine bırakıyorum. Bırakıyorum ki, ta Hoca’nın klasik fıkıhtan iktibas ettiği bu sırlı ve efsunkâr “Usûl” ve “Fürû”unun şifrelerini o çözsün.
“Din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm, iki cihanın sultanı, Şark ve Garp ve Endülüs ve Hind birer taht-ı saltanatı olduğundan, din-i İslâm’ın esâsâtını bizzat kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz’î âdâbını dahi bizzat o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor.
Demek, füruat ı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki, onlar tebdil edilse esas din bâki kalabilsin. Belki, esas-ı dine bir cesettir, lâakal bir cilttir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş; kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya Sahib i Şeriati inkâr ve tekzip etmek çıkar.” (Mektubat, s. 435)
“Allah'ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz'î ve küllî her şey Onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat'î iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve Lâ ilâhe illallah kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur.
Yoksa "Bir Allah var" deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek –hâşâ– hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve her şeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah'a iman hakikati onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki mânevî Cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.
... Ona(Allah’a) iman etmek, Kur'ân-ı Azîmüşşânın ders verdiği gibi, O Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.”(Emirdağ Lahikası, c. I, s. 302)
Var mı ötesi? Halk deyimiyle, üç kuruşa beş köfte nerede var?
İkinci bir hâsıl-ı kelâm: Fıkıh ambalajlı felsefik yaklaşımlarla dini ve dinî hükümleri yorumlamak, pragmatist emeller doğrultusunda eğip bökmek, sekülarizmin ruh ve beyinlerde icra ettiği tahribatın göstergesidir. Şeriatın, “Zaruretler haramı mübah kılar” hükmünün hayatî olan yönünden kat-ı nazar eyleyerek, sırf bir makam, maaş, siyasî emel ya da ikbal adına “Tesettür” gibi bir şiarı ucuzca harcamak, dehşetli bir tedenni ve itikadî inhirafın göstergesidir. Vesselâm...
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.