FETHULLAH GÜLEN’İN RÜYALAR ÜZERİNDEN DİN ALGISI-I
Abdullah Can
21 Mart 2014 Cuma 14:30
Fethullah Gülen’in rüyalar üzerinden din algısı-I (‘Küçük Dünyam’ çerçevesinde)
İlim kendisiyle amel edilen şey demektir; amele yansımayan bir ilim, ilim değildir, kalp bir para gibidir. Kalp paranın tedavülde geçerliliği olmadığı gibi, amelsiz ilmin de Cenab-ı Hak indinde hiç bir itibarı yoktur ve olamaz.
Kalp parayla amel edenlere “Kalpazan”, sahte ilimle, yani amelsiz ilimle iş yürütenlere de “Âlim bozması” denir. Zira gerçek âlimler Peygamberlerin varisleridirler; bu veraset sadece ilimle değil amel ve yaşayışla gerçekleşir.
Kişi, ameliyle değerini ortaya koyar, sözüyle değil. Nice yüceltilen cüceler ve nice cüceleştirilen yüce kametliler vardır. “Ey iman edenler, neden yapmayacaklarınızı söyleyip durursunuz?” (Saff, 2)
Günümüzde reklam, en adi şeyleri en âli, en âli şeyleri de en adi gösterecek kadar güçlü bir illüzyona muktedirdir. Paralel ve karşı reklamcılığın parlatma ve karalatma propagandasının günümüzde ulaştığı boyutu görememek, saflık ve ferasetsizliktir. Hele hele bir malın pazarlamacıları çok ve profesyonel iseler, bunun toplumsal yansımasını artık siz hesaplayınız! Bu kural, sadece mal ve meta için değil, kurum ve kuruluşlar, şahıs ve camialar için de geçerlidir.
Allanıp pullanılarak insanlarımızın saf niyetlerine ve temiz kalpliliğine yutturulan nice değersiz değerliler (!) ve pespaye değerler vardır ki, maalesef cehaletimizin ve tahkiksizliğimizin pazarında revaç bulmaktadırlar.
Müslümanın yegâne referansı Kur’an ve Sünnet-i Sahihadır. Şahıslar ve kurumlar, cemaat ve camialar, tarikat ve ekoller hiç bir zaman referans ve ölçü olamazlar. Onlar, ancak ölçülere muvafık hareket ettikleri oranda makbul olabilirler.
Topluma pompalanan şahıs ve kurumsal masumiyetler, İslâmî değildir ve olamazlar; olsa olsa, batınîliğin İslâm kisvesiyle yutturulmasıdır. Halkın temiz kalp ve iyi niyetini istismar eden masumiyetçi çevreler, din üzerinden devasa saltanat ve servetler devşirerek, zamanla bu kazanımlarını güç ve iktidara tahvil ederler.
Bir zamanlar sadece bir hoca ve hatip, bir efendi ve mürşit, bir mürit ve abi olanlar, bir bakıyorsunuz birer patron ve holding sahibi, birer Karun ve hazine sahibi oluverdiler ve sonrasında, bir bakarsınız zorba ve tasfiyeci kesildiler. Dini ayağında ise, İsa ve Mehdiler enflasyonu yaşanılır. Burjuva ve teokrasinin izdivacı... Karun, Bel’am ve Firavun’dan müteşekkil bir koalisyon...
Sonuç, binlerin, yüz binlerin el emeği, alın teri, göz nuru ve geceli-gündüzlü çabalarının hâsılatı oligarşik bir zümre ve yapılanmanın tekeline girmiş; tepelerde seyreden birilerini de “En yüce ilahınız benim!” pozisyonuna getirtmiştir.
Sevgi, saygı ve itaatin bir ölçüsü vardır; o ölçüyü de Allah ve Resulü koymuştur. Hiç bir saygı ve sevgi, hiç bir itaat ve inkıyat Allah ve Resulünün önüne geçmemelidir. Onlara karşı beslenilen his ve düşünceleri, onlar namına icra edilen eylem ve amelleri başkalarına tevcih etmek, en hafif tabiriyle “şirk”tir. Zira hem bir yetki gaspı, hem de beşerî idol ve ideolojileri kutsama ve ilahlaştırma tehlikesi söz konusudur.
Süreç içerisinde, her türlü kusur ve noksanlıklardan, her türlü yanlış ve şaşırmalardan tenzih edilen idoller, toplumun baş belası olurlar. Nihayette, toplumun yegâne sahip ve mutasarrıfı iddiasıyla konumlandırılan et ve kemikten müteşekkil ilahlar, içinden çıkılmaz bir zihinsel ve itikadî kaosun müsebbibi olurlar.
İşte bu gün bu kaosla başbaşayız; zira Allah ve Resulü’nün yerine rol ve yetki hırsızlığına soyunmuş haramîlerle ve haramîbaşılarla başımız beladadır... Söylenecek çok şey var; ama asıl mevzudan şaşmamak adına, şimdilik bu kısa girizgâhla yetinelim.
Bilindiği gibi, bundan önceki 3 yazım Fethullah Gülen’in Risale-i Nur, Said-i Nursî ve genel itibariyle dinî ve sosyal konulara dair değerlendirmeleriyle ilgiliydi. Gülen’in yanlış bulduğum yorumlarına karşı ortaya koyduğum perspektif, birçok kimsenin zülfüyârına dokunmuş. Bu dokunmaktan olacak ki, sanal âlemde yoğun bir saldırıya maruz kaldım. Ehl-i imana yakışmayan hakaretamiz ifadeleri, tezyif ve tahkirlerini bir bir sıraladılar. Bir de telefondan bir kaç silik itiraz...
Sorun değil; her düşünce kendini ifade etmelidir. Tehlikeli olan, düşünce ve kanaatlerin sindirilmesidir, bastırılmasıdır. Ben fikrimi ve zikrimi serdederim, edeceğim de; kimin karşı düşüncesi varsa, o da bütün bildiklerini ortaya döksün, o şartla ki hakaretleşmeyelim!
Fethullah Gülen’in masaya yatıracağım bu günkü düşünceleri, “Küçük Dünyam” adlı hatıralarından terkip edilmiştir. Bu kitap, önceleri Zaman Gazete’sinde (1992) tefrika edildi, sonrasında “Şemseddin Nuri” müstear adıyla Latif Erdoğan tarafından kitaplaştırıldı. Yanımdaki baskı, ilk ve orijinal baskısıdır. Basıldığı matbaa, baskı tarihi ve baskısını yapan yayınevinin ismi (bilinçli olarak) belirtilmemiştir. Kitabın giriş kısmında, Taha Tahsin’e ait “Bahçevan”, Doç. Dr. İ. Sağlam’a ait “Ya Karşılaşmasaydım?” methiyeleri yer almaktadır.
Gülen, Şemsettin Nuri(Latif Erdoğan) tarafından kendisine sorulan ve hayat serencamını ilgilendiren bütün sorulara, kendi dünya görüşüne göre cevaplar vermişlerdir. Onun dünya görüşüyle İslâm’ın dünya görüşünün çakıştığı yanları kadar çatışan yanları da vardır. Çakışan yanlarına eyvallah... Ben, çatışan yanlarını ele alacağım. Çünkü birçok yanlışlıklar, doğruların arasında gizlenmiştir. Doğrulara “amenna” diyenler, gün geliyor, yanlışları da doğru görüp savunmaya başlıyorlar.
Satır aralarının iyi okunması gerekir; şeytanın ayrıntılarda gizli olduğu hep söylenmektedir. Ben o ayrıntılara dikkat çekmek istiyorum; körükörüne hüsnüzan ve hüsnükuruntular yerine, objektif olmanın gerekliliğine inanıyorum. Şahısperestlik ve tabulaştırmalar yerine, hakperestliğe ve hakkaniyete davet ediyorum.
“Küçük Dünyam” kitabının başından itibaren, Hoca’nın yer yer maksadını ve bazen de haddini aşan kimi ifadelerini paylaşmak istiyorum. Paylaşacaklarımı lütfen tarafsız ve sağduyuyla değerlendirin. Taassup ve önyargılardan azade olarak bakmazsanız, objektif yaklaşmanız, gerçeği yakalamanız mümkün olmaz.
“Küçük Dünyam” kitabının bendeki ilk intibası, baştan sona bir “teşebbüh” çabasıyla dolu olduğudur. Yani, Bediüzzaman’ın Tarihçe’sinde anlatılanların bir benzerinin Fethullah Gülen’in hayatında da görüldüğü iddiası... Adeta, ikinci bir Bediüzzaman olduğu...
Bu kitap yayınlandığı zaman, ilk tepkiyi Urfa’da ikamet eden Abdülkadir Badıllı göstermişti. 14.03.1992’de, “Bir Şahsın Hususi Hayat Hatırasında Başkaların Hak ve İlgi Sahası” başlığıyla... Badıllı, Üstad Bediüzzaman’ın hayatta kalan nadir talebelerindendir. Onun için bu “teşebbüh” mevzusunu onun 35 sayfalık reddiyesine havale edip farklı girizgâhlar açacağım. İlk girizgâhım, “Fethullah Gülen’in Rüyalar Üzerinden Geliştirdiği Din Algısı” adıyla olacaktır.
Evet, Gülen Hoca’nın hatıratının dikkat çeken taraflarından biri de “rüya” vurgusudur... Kendisi, “Biz rüya insanı değiliz” (Sonsuz Nur, I, s.207) dediği halde, sık sık rüyalardan bahseder, rüyalar üzerinden etkilemeye çalışır. Aslında dinî literatürümüzde rüyalara atfedilen önem son derece sınırlı olduğu halde, rüyaları bu denli gündemleştirmeyi, onlarla amel etmeyi ve onları bir nasihat ve etkileme vasıtası yapmanın mantığı yoktur. Sınırlı olarak, Peygamberimize gelen vahyin bir cüzünün rüyalarla tahakkuk ettiği ve bir de kendisinin görüldüğü rüyaların (sadık rüya) dışında, Ehl-i Sünnet’in rüyalarla amel etmediğini hepimiz biliyoruz. Buna rağmen Hoca’nın rüyaya bu kadar önem atfetmesi ve onları ölçü almasını anlamak mümkün değildir.
Fethullah Gülen’in ilk rüyası, Bediüzzaman’ın Kürd değil, “Seyyid” olduğuna dair olanıdır. Bediüzzaman’ın “Şarklı” ve “Kürd” oluşunu, “Milliyetçi” ve birazda “Turancı” cibilliyetine sığıştıramayan Hoca Efendi, onu ziyaret etmez ve Anadolu’dan değil de “Şark”tan, yani Kürdistan’dan zuhurunu kendine dert edinir. Nihayet bir rüya görür ve bu rüya üzerinden silkinir, kendine gelir, kuruntularından vazgeçer. Ama artık Bediüzzaman vefat etmiş, Hocaya ziyaret nasip olmamıştır...
*
Rüyayı kendisinden okuyalım: “Dünya’dan başka bir küredeyim. Ve o küre dolusu sığır birden bana doğru boşandı. Yalnız başıma kaldım. Birden yanımda Hz. Ali ve Bediüzzaman Hazretleri belirdi. Hz. Ali, elindeki bir tomar kâğıt tutuyordu ve bunları Üstad’a verdi. Uyandığımda, o his ve düşünce benden zail olup gitmişti.”(s. 48)
Evet, rüya böyle. Bu rüya Fethullah Gülen’de bediüzzaman’ın sadâttan (seyyidlerden) olduğu inancını hâsıl ettiriyor; zira Hz. Ali’nin yanında görülmüştür ve onun eline bir tomar kâğıt tutuşturmakla onu kendilerine, yani Ehl-i Beyt’e tevkil etmiştir. Tahkik ve ilmî araştırma yerine rüyaya itimat eden bir yaklaşım ve nihayette rüya üzerinden bir seyyitleştirme ameliyesi. Ezberlediği Kur’an, yüzlerce hadis ve medreselerde okuduğu ilme rağmen, rüyaya istinaden bir insanın soyunu değiştirme çabası hiç bir masumiyet arzetmez ve hüsnüniyetle izah edilmez.
Hoca Efendi, halen de aynı anlayıştadır; hiç bir zaman Üstad’ı eserleriyle değil, hep şahsî kanaat ve eğilimleriyle yorumlar, arzuladığı bir formatla takdim eder, öyle konumlandırmaya çalışır. Hâlbuki kendisinin bu hususta yegâne ölçüsü, Said-i Nursî’nin eserleri ve hayattaki aile ve akraba çevresi olmalıydı. Eğer seyyidleştirmede samimi ise, bu kaynaklara başvurmalıydı; bir rüyayla amel etmemeliydi. Ama gel gör ki, o yakaza âlemindeki şahitleri değil, rüya âlemindekilerini tercih ediyor; neden, çünkü işine öyle geliyor.
Fethullah Gülen’in rüyalarla amel etmesi o kadar üst seviyede seyrediyor ki akla ziyan... “Küçük Dünyam”ın daracık çapına göre, aşırıya kaçan bu rüya seansları, Hoca için adeta bulunmaz Hint kumaşı gibidir; zira onlar üzerinden kendi kendini övme provalarına girer, kendi kendisine medhiyeler, neşideler dizdirir adeta... Özellikle de rüya menşeli manevî ve dinî argümanları da alabildiğince kullanır ve onlar üzerinden pirim yapmaya çalışır. Rüyalar üzerinden yürütülen bu temeddüh ve nüfuz devşirme çabaları, şahsım itibariyle söylüyorum, bende ciddi bir istiskal hali oluşturuyor ve dolayısıyla da cezbetmek yerine münaferet ve uzaklaşma meylini doğuruyor. Mesela, şu rüya üzerinden inşa etmeye çalıştığı şahsî makam ve nokta-i mihrakiye olma çabasını okuyalım:
*
“Bir gün bu arkadaşlardan biri (kamp sakinlerinden biri) rüya görüyor. Hatice validemiz kapının dışında Efendimiz de içeri oturuyor. Ders yaptığımız bu dört-beş kişiyi kastederek Hatice validemiz, Efendimize: “Ya Resulüllah, bunlar; “Bizden hoşnut musunuz Ya Resulüllah? diye soruyorlar’ diyor. Ve Efendimizden cevap geliyor: ‘Evet hoşnudum, hele birisi, hele birisi!...’ diyor.”(s. 91)
İşte bu cümleler, söylediklerimizin sadece kuru bir iddiadan ibaret olmadığını açıkça göstermiyor mu? Bir rüya üzerinden payidar olmak; paye koparmak ve teveccüh-ü ammeye mazhar olmak çabaları... Peygamberi, Hz. Hatice’yi rüyalara getirmek, kendi sohbet halkalarına kudsiyet vermek, kendilerini kudsilerden saydırmak ve nihayette buna dair Hz. Hatice validemizi takdimkâr ve Peygamberimizi de tasdikkâr kılmak... Manevi noterin huzurunda standartlar fevkinde bir makama kendini i’lâ ve irca eylemek. Oh, ne âlâ! Bir rüya, o rüyada en makbul şahsiyetlerimiz ve o şahsiyetleri kendi makbuliyetlerine, özellikle de “hele birisi, hele birisi!” sözüyle kendisi hakkında şahit kılmak!...
Düpedüz bir din istismarı... İsterse doğru olsun; gerçekten böyle bir rüya görülmüş olsun, ama İslâm’ın peygamberini, onun Ehl-i Beyt’inin annesini, ümmehatu’l-mü’minîni kendi ders halkasının makbuliyetine müşahitler menzilesinde göstermesi, hassaten de kendisinin razı olunmuşların başı olduğuna delil kılmalarını asla ve asla kabul edemeyiz ve bunu sadece anormal bir ruh haletinin hezeyanlarından addederim.
*
Bakınız, aynı kitabın bir diğer yerinde, yine aynı ruh halinin bir diğer rüya üzerinden kendisini dışa vurmasını okuyalım: “Son gün (okuma kampında) bir rüya gördüm. Rüyamda ben camide ikindi namazını kılıyorum. Sağ tarafıma selâm verince baktım ki Efendimiz de orada bulunuyor. Ancak mübarek yüzü yağmur yüklü bulut gibi dopdolu. Ben içimden, ‘Acaba Efendimizi üzen bir şey mi oldu?’ diye geçiriyorum ve uyanmışım. Bu rüyayı gördükten sonra, bir daha o camide hadis dersi yapmamız mümkün olmadı. Anladım ki, Efendimizin mahzun olmasının manası buymuş.”(s. 154)
Evet, İzmir Güzelyalı’da bir camiden bahsediyor; bu camide İmam Hatip ve Yüksek İslâm Enstitüsü öğrencilerine hadis dersleri veriyor. Bir kez daha rüya, bir kez daha Peygamberimiz ve O’nun talimatıyla caminin helal paradan inşa edilmediğine kanaat getirme ve nihayet orada ders yapmaktan vazgeçme…
Allah aşkına, rüyalar ne zaman İslâm’ın bir parçası oldu ve rüyalarla amel etme, onlardan hükümler çıkarma, onlar üzerinden tavır geliştirme ne zaman Müslümanın şiarı oldu? Bir insan, anlamak istediği şekilde İslâm’ı anlatabilir mi? Bir insan görmek istediği gibi İslâm’ı gösterebilir mi? Bir insan hayallerini gerçekmiş gibi telkin edebilir mi? İslâm’ın açık nasları ortada dururken, akıl ve kalb-i selim hükümlerini icra ederlerken, uyanık olan vicdan her zaman hak ve hakikati terennüm edip haykırırken, nasıl olur da rüyalarla, hayallerle, evhamlarla, içi boş rivayetlerle yön ve istikamet bulmaya çalışılır?
Biliyorum, aklını kiralatanlar, iradelerini rehin verenler, kendisi olmaktan çıkıp başkalaşanlar; dilini, gözünü ve kulağını ödünç alanlar, bu serzenişlerime ciddi tepki verecekler, diş bileyip kin kusacaklar. Çünkü durup düşüneceklerine, eleştirilerimi değerlendireceklerine, ne demek istediğimi anlayacaklarına, kırmızı görmüş boğalar misali sadece boynuzlara sarılacaklar, çözümü boynuzlamada arayacaklar...
Allah ve Resulü’nün kutlu yoluna tabi olmak yerine, beşerden ve kurumlardan müteşekkil çağdaş putları tercih edenler, maddeyi ve görsel imkânları haklılığın ve başarılı olmanın yegâne kriteri görenler gerçeğin ruhuna nüfuz edemezler; hak ve hakikati kavrayamazlar, onlardaki rabbanî ve ruhanî hazzı yakalayamazlar.
Onun için de, nur yerine zulmeti, hak yerine batılı, hüdaperestlik yerine hevaperstliği tercih etmek, bu gibilerin mümeyyiz vasıflarıdırlar. Bize düşen, “Sen Allah de, sonra da onları yüzedurdukları bataklık ile baş başa bırak; onunla oyalanadursunlar!”(En’am, 91) ayetini okumak, pratiğimizle yaşamaktır.
En az harici darbeler kadar, dâhildeki din kisveli darbeler ve darbeciler de İslâm’a zarar veriyorlar, vermektedirler. Allah, “Bir mevzuda anlaşmazlığa düşerseniz, hemen onu Allah’a ve Resulüllah’a götürünüz!”(Nisa, 59) demektedir. Ne zaman ki hayal ve rüyalarımızdan, his ve kaprislerimizden kurtulup yegâne merci olarak Kur’an ve Sünneti esas aldık; bütün problemlerimizin çözümünde onları hakem tuttuk, işte o zaman “Oh, elhemdulillah” diyeceğiz. Yoksa bu kafayla “Ah, vah, vaesefa” demekten kurtulamayacağız.
İşte yegâne amacımız budur; Müslüman’ım diyen herkesin Allah ve Resulüne avdet ve teveccühü sağlamak… Zira nihai dönüş onlaradır; rahmet ve şefaate talip olanların bir kez daha düşünmeleri gerekir!
“İçinizde her zaman hayra çağıran, münkerden sakındıran bir cemaat bulunsun” (Al-i imrân, 104) diyen Rabbimiz, aslında bize –yapıcı olmak şartıyla– tenkit hakkını da tanıyor. Benim tenkidimi hemen sûizana yorumlamak, artniyetle tefsire kalkışmak doğru ve adilane değildir. Hiç kimse de masum değildir; onları masumlaştıran cahilane anlayışlar ve bağnazca mensubiyetlerimizidir.
Peygamber Efendimiz’in vefatı hengâmındaki Ömer’in tavrı değil, Ebubekir’in tavrı sağlıklıdır. Zira “(Muhammed), sâdece sizin gibi bir insan değil midir?”(Enbiya, 3) ve “O (Muhammed) ölür ya da öldürülürse siz gerisin geriye mi kaçacaksınız?”(Âl-i İmrân, 141) ayeti Hz. Ebubekr’i doğrulamaktaydı. Öyleyse tevhide şirki karıştırmak demek olan davranışlardan birini de biz irtikâp etmeyelim! Yani, etten kemikten müteşekkil ağabeylerimizi, hocalarımızı, şeyhlerimizi, pirlerimizi ilahlar edinmeyelim! Fanilere bağlanıp Baki’ye ve bekaya veda etmeyelim!
*
Gülen Hoca’nın meşhur rüyalar silsilesinden bir diğeri de, 12 Mart (1971) Muhtırası sonrasında gördüğü ve “Allahu Âlem, sadık rüya”dır diye iddia ettiği, esasta ise, benlik ve şahsiyet kokan rüyasıdır. Birlikte okuyalım:
“12 Mart’ı müteakip hadiselerin içi içe girdaplaşıp korkunçlaştığı o sisli dumanlı günlerde, –Allahu Âlem– sadık bir rüyada, Hazret-i Sahipkıran, sırtında siyah bir cüppe, hapishanenin önünde durmuş, bizleri bir kaleye dolduruyor gibi birer bire tutup içeriye attığı görülmüştü... Tahliyeden bir müddet önce de, inilmeyecek gibi alabildiğine bir zirveden, hem de me’mulün üstünde, emniyetle kayıp Kâbe’ye ulaştığımız görülüyordu.”
Öyle ya, zat-ı muhteremlerinin rüyasına hep muhteşemler girerler... Hz. Peygamber, Hz. Hadice, Hz. Ali ve Hazret-i Sahipkıran dedikleri Bediüzzaman Said-i Nursî... Tabii, bu zirve şahsiyetlerden bahsederken, “Sadık Rüya” dememesi mümkün değildir? Rüyayı gündeme getirince, rüyanın figürlerini de itina ve ihtimamla seçer. Çünkü turnayı alnından vurması gerekir. Aksi takdirde, rüya pek calib-i istima olmaz; sıradan bir rüyaya tevil olunur. Ama rüyanın figüranları ve aktörleri seçkinlerden oldu mu, zat-ı rüyabînleri de nazar-ı ammeye mazhariyet kesbeder ve “ne mübarek, muhterem ve ne makbul şahsiyettir” teveccühlerine kesb-i istihkak ederler... Neyse ki, bu rüyada zirvelerden uçmak yerine, bir kayak pistinden kayarak Kâbe’ye ulaştığından (Hz. Sahipkıran sayesinden) bahsederler, yani biraz mütevaziyane... Ama ziyaret, meçhul...
*
Yine bir rüya ve yine rüyadan kotarılmış bir büyüklenme ve imtiyaz örneği… Hoca, İzzet adlı bir hapishane arkadaşından bir rüya naklediyor. Şöyle diyor: “İzzet Hoca bir rüyasını anlatmıştı. Ben bir araba kullanıyormuşum. Daha sonra da arabada bulunanları, dünyadan bir başka küreye geçirmişim. Ben bu rüyayı bir devreden başka bir devreye geçmek şeklinde tevil ve tabir etmiştim.” (s. 123)
Sayın Hocam, sen nasıl tabir ve tevil edersen et, ama kendi adıma söyleyeyim; ben bu küçük hatıra kitabındaki sıra sıra rüyalardan bıktım. Onları zikrederken bile sadece yorulmuyorum, aynı zamanda gına getiriyorum. “Ya hayır söyle, ya sükût et!”( Edeb-ül-Müfred) diyen Efendimiz (asm) demek ümmetinden böyle rüya ve hayaller peşinde koşacak adamları –biiznillah– görmüştü ki, bu uyarıyı yapmıştı.
Bunca rüyayı sıksak, acaba içinden kaç tane hakikat damlayabilir? “Bir dane-i hakikat bir harman hayalâta müreccahtır” diyen o Üstad, herhalde bu hakikate dikkat çekmiştir. Rüya bahsinde, İmam- Rabbanî’nin dediği gibi, “Ne şebem ne şebperestim!” demeliyiz; yani ne gecelerin, ne de gecedeki rüyaların peşine düşmemeliyiz.
Evet, sayın Hocam, rüyada kendinizi şoför koltuğuna oturtmanız ve yolcularınızı bir küreden bir diğerine geçirmiş olmanız bile bir “enaniyet pazarlaması”nı ihsas ettiği için, bu tür tekebbür kokan ifadelere hiç mi hiç tevessül edilmemeliydiniz. Ama etmişsiniz. Lâkin iyi şoförlük yapamadığınız, bu gün için artık tebarüz etmiştir...
Yine yorumunuzda, “bir devreden başka bir devreye geçmek” diye şahsınıza münhasır bir tevilata başvurmuşsunuz ki, bunun da ilmîn muktezası olan “tevazu” ve “mahviyet”le bağdaşır bir tarafı yoktur. Kendi mensuplarınıza bir çağ atlatmış olabilirsiniz, ama bu geçişin hayra alamet olmadığını zihin dünyanızdaki takıntılarınızdan anlıyoruz. Hatta rüyanın kahramanı olan İzzet Hoca’ya karşı gösterdiğiniz ilgisizlik ve acımasız tavrınızdan bile bu geçişin selametli olmadığını çıkartabiliriz.
Malum, hatıratınızın birkaç yerinde İzzet ya da İzzeddin Hoca’dan bahsediyorsunuz. (s. 123, 155, 159, 165). Hem de övgüyle… Sizin dava ve musibet arkadaşınız… Ama aynı arkadaşınız 29 Aralık 1999’da derin devlet mensuplarınca kaçırılıp bir aylık vahşice bir işkenceden sonra 28 Ocak 2000’de İstanbul Kartal’daki bir evden şehit olarak cesedi çıkarıldığı zaman, kılınız kıpırdamadı; cenazesine katılmadınız. Yahudilere, fasık ve facirlere okuduğunuz bir duayı, bir taziye mesajını ona ve ailesine fazla gördünüz, değil mi?
İşte bu örnek bile, geçişinizin selametle sonuçlanmadığını göstermiyor mu?
Newrozunuz Kutlu Olsun!
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.