22 Kasım 2024
  • İstanbul9°C
  • Diyarbakır9°C
  • Ankara9°C
  • İzmir17°C
  • Berlin2°C

FETHULLAH GÜLEN’İN MENKIBELERLE İMTİHANI (‘PRİZMA2’ KİTABI ÇERÇEVESİNDE)

Abdullah Can

01 Haziran 2014 Pazar 11:31

Fethullah Hoca’nın okuduğum yeni kitabı “Prizma-2”dir. Diğer okuduğum kitapları gibi, bu kitabında da hak ve hakikatin ruhuyla uyuşmayan isabetsiz ve gerçekdışı yaklaşımları bulunmaktadır. Ortak payda ve müştereklerimizi bir tarafa bırakırsak, isabetsiz ve hakikate ters düşen ifade ve tespitlerini tartışmaya açmakta fayda görüyorum. Çünkü kabul ve redde ölçüsüzlüğün had safhada olduğu günümüzde, bunu dengelemek, aşırı sevgi ve yergileri törpülemek, orta yolu(sırat- müstakimi) bulmak adına birilerinin buna el atması gerekir. Her kes gibi fani ve zevale mahkûm insanları, kör bir taassupla yüceltmek ya da tersi bir taassupla alçaltmak, ne söz konusu şahsa, ne de bu mutaassıplara bir kazanç sağlamaz. Kör bir dövüş hâlinde sürüp gider... 

Liyakat ve ehliyeti olanlar, –kendi sınırlarını ihlâl etmemeleri şartıyla– konuşmalıdırlar, yazmalıdırlar. Böylece, muhtemel yanlışların ve sû-i tefsirlerin önü alınır; mevcut olanlar ise, asgari düzeye çekilir. Yoksa her ağzı olan konuşsa, her konuşan da olur-olmaz şeyleri dillendirse, yani her telden vurup her ipte oynasa, iş şirazesinden çıkar, sapla-saman karışır; işin içinden çıkılmaz olur. Bu durum ise, hak ile batılın, iman ile küfrün, doğru ile yanlışın sınırlarını karıştırır, iç içe giriftleştirir, selametli ve istikametli yolun bulunmasını zorlaştırır. 

Onun için, usul ve adabıyla birlikte, her kes mütehassıs olduğu sahada cevelân etmeli; sınır ve sınıf ihlâline girişmemelidir. Aksi takdirde, bizim de, “Yeter artık, başımızdan çekiliniz!” demek gibi bir hakkımız vardır ve olmaya da devam edecektir. 

Said-i Nursî, “Hiçbir müfsid, ‘ben müfsidim’ demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut batılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım tırştır. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim hâlde ifsâd ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz”(Osm. Münazarat, s. 48 ) Hiç şüphesiz, mihengimiz Kur’an, Sünnet-i sahiha ve akl-ı selimdir... 

Evet, geçelim konumuza; esas aldığımız kitabın analizine. Prizma-2’de kritiğini yapacağım konuları belli başlıklar altında ele alacağım. İlk başlığımız, Fethullah Gülen’in halk dilinde tedavülde olan menkıbeler ya da zayıf rivayetler üzerinden oluşturmaya çalıştığı din tasavvuru olacaktır. (Diğer başlıklar, sırası geldikçe ele alınıp yorumlanacaktır) 

Evet, sahih kaynaklara ve rivayetlere ısrarla bağlı olduğunu zannettiğimiz Fethullah Hoca’nın, birçok zayıf rivayet, nakil ve menkıbeyi kitabına alması düşündürücüdür. 

Bu eleştirel tespitimizi, sözünü ettiğimiz kitaptan örneklemelerle ete-kemiğe büründürmeğe çalışcağız. Satırdan değil de sadırdan konuşursak, yazının rengi değişebilir, zira hissiyatımız karışacak; ama prensip olarak, satırlara, yani kitaba sadık kalacağım, şahsî hissiyatımdan ve güncel tartışmalardan bir şeyler katmayacağım. Yoksa gündemde en çok konuşulan ve tartışılan mevzunun “Fethullah Gülen” ve “Camia”sı olduğunu bilemeyecek kadar gabi değiliz. Herkes kendi yapıp ettiklerinin hesabını Allah’a ve tarihe verecek; kendi adıma, altından kalkamayacağım bir hesabın ya da hesaplaşmanın içine de girmeyeceğim. Herkesin ve kesimin kendini aklayıp pakladığı bir kısırdöngüler anaforunda dalmayı da düşünmüyorum. 

Fethullah Gülen Hoca, daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi, hadis olarak bilinen birçok söz için “hadis değildir” diyerek radikal bir tavır sergilerken, öte taraftan kaynağı belirsiz, rivayetçe zayıf ve esatiri bir menkıbe olmanın ötesinde kıymet-i harbiyeleri olmayan birçok hikâye ve menkıbeyi kitabına –çekinmeden– almakta, onlar üzerinden yorumlar yapmakta, örnek alınması gereken prototipler olarak sunmaktadır. Mesela aşağıda sıraladığımız nakiller gibi: 

1) Mevlânâ Celâleddin Harzemşah’la ilgili bir kıssa anlatılır: Her gün bir köpek çöplüğe gelir ve orayı eşeledikten sonra çekip gider. Bunun farkına varan ve günlerce bunu takip eden Celâleddin Harzemşah bir gün ona: ‘Hiçbir şey bulamadığın halde, her gün burada gelip ısrarla bir şeyler aramanın sırrı nedir?’ diye sorar. Köpek de: ‘Ben, bir gün burada bir kemik bulmuştum’ cevabını verir. O köpekçe bir şey oladursun, ilâhî ufku yakalayabilmek için, O’nun kapısının tokmağına dokunup, cevap alıncaya kadar ayrılmamak gerekir.”(s. 4-5) 

Celaleddin-i Harzemşahî’yi “Mevlânâ” vasfıyla tavsif eden Hoca, onu aynı zamanda Hz. Süleyman gibi hayvanlarla konuşturur ve bu asılsız-fasılsız kıssadan, hisse çıkartmaya, ders vermeye çalışır. Celaleddin gibi, Hoca’nın memleketi Ahlat dahil, İslâm dünyasında kan dökücülüğüyle meşhur biz zallameyi evliya makamına çıkartan bir anlayışa mukabil, “pes doğrusu” demekten başka bir şey denilmez. 

2) “Sadakat kahramanı Hz. Ebu Bekir, –sahih kaynaklarda şimdiye kadar rastlamadığım ama doğru olmasa bile, hiç yadırgamadığım ve yadırgamayacağım bir menkıbeye göre- ulu orta konuşmamak için ağzına küçük bir taş koyarmış; konuşması gerektiği zaman onu çıkartır, konuşur, sonra tekrar koyarmış. Evet, onun gibi bir temkin insanı, kendini zabt u rabt altına almak için böyle bir şey yapmış olabilir. Bu menkıbeye, sahih kaynaklara dayanarak hicretten sonra, Hz. Ebu Bekir’in Nebiler Serveri Hz. Muhammed (s.a.s)’in yanında birkaç yüz kelimeyi geçmeyen konuşmaları mesned olarak gösterilebilir.”(s. 8 

Sahih, gayr-ı sahih hiç bir kaynak verememiş; zaten olamaz da! Zira kendisi bir ömür boyudur hep konuşuyor, va’z u nasihat ediyor ve bunda bir beis görmüyor. Ya örnek verilen şahsa uyulmalı, ya da uyulmuyorsa, başta da kendisi muhalefet edecekse, ne diye örnek gösteriliyor. Hem asıl örnek Resulüllah değil midir? O’nun hayatında bu menkıbeye benzer mistikçe bir uygulama var mıdır? 

3) Zayıf rivayete göre de, ‘Bi’r-i Maune’ hadisesinde ashabını şehid eden kabilelere 30–40 gün süreyle bedduada bulunmuştur. Ardından, “Kullarımın işinden hiçbir şey sana müessir değildir. Allah ya onların tevbesini kabul eder, yahud onları, (kendileri zalim kimseler oldukları için) azaplandırır.” (Al-i İmran, 3/128) âyeti nazil olmuştur ki, anlayana göre burada tatlı bir itab da var.”(s. 34) 

Zayıf bir rivayet ise niye naklediyorsun? Naklediyorsan, neden zayıf rivayetleri seçiyorsun? Öte taraftan, müşriklere bile bedduadan vazgeçirilen bir Peygamber, sizce ne kadar örnek alınmalıydı ki ehl-i iman hakkında beddua etmekten tevakki etmediniz! Sizce bu çelişki nasıl izah edilebilir. 

4) “Allah Resulünün beyan buyurduğu, “Ölü, kabirde ehlinin ağlamasından dolayı azab edilir” hakikatinin de nazar-ı dikkate alınması gerekir. Gerçi Hz. Aişe validemiz “Hiçbir suçlu, başkasının suçunu yüklenmez” (En'am, 164) ayetini delil göstererek bu hadisi red etmiş ise de, hadisçiler, bu hadisin hadis kriterleri açısından sıhhatini kabullenmiş ve ona şöyle bir yorum getirmişlerdir: Arkada kalanlar ölü hakkında, ağıtlar yakar, tevhid akidesine ters, Allah'ın irade, meşiet ve kudretine dokunan dışlayıcı sözler söylerlerse, bu sözler münasebeti ile ölü rahatsız olabilir.”(s. 54, 55) 

Şimdi azap edilir nerede, rahatsız olabilir nerede? Biri kesin bir hüküm, biri ise ihtimal belirten bir ifade. Üstelik Hz. Aişe-i Sıddîka (r.anha) gibi hafızası güçlü bir muhaddis, müverrih ve fakih annemizin durduğu yerde, başkasının sözü mü olur? Üstelik ayetten delil getirdiği halde!... Hatta öyle ki, Hz. Aişe’nin delil olarak getirdiği ayetin mealine benzer olarak Cenab-ı Hak Fatır, 18, İsra, 15, Necm, 7 ve teyiden Nisa, 111. Ayetlerini de zikretmektedir. Bu noktada, “rahatsız olabilir” ifadesi, zorlamalı bir tevil değil de nedir? 

5) Babamdan dinlediğim, mevsuk kitaplarda ise görmediğim bir hususu arz etmek istiyorum: Allah bir beldenin altını-üstüne getirmeyi kader planında yazmış; derken kaza vakti gelmiş. Tam o esnada bir çocuk, annesi hamur yoğururken bir ihtiyacından dolayı çığlık çığlığa bağırmaya, ağlamaya başlamış. Annesi ellerini temizleyip onun yanına gidinceye kadar biraz vakit geçmiş. Bu arada anne çocuğuna karşı şöyle sesleniyormuş: “A be evladım, ne öyle çılgınca bağırıyorsun? Allah bile bir ülkeyi helâk ederken bu kadar acele etmez.” (s. 85, 86 

Allah aşkına, mevsuk kitaplarda geçmeyen böyle menkıbeleri aktarmadaki maksadınız nedir? Âlim ve muhakkik insanlar vesikasız konuşur mu? Dini-itikadî mevzular menkıbe ve söylentilere dayandırılır mı? Allah’ı kendi keyfimize göre söyletmek dinin neresinde vardır? Kendi heyula ve efsanelerimizi din yerine oturtursak, zavallı dinin hali nice olur? Dinin naslarını buharlaştırıp menkıbe ve esatirleri din diye yutturursak dinin aslından eser kalır mı? Neymiş, kadının bir nükteli sözü, Allah’ın kader planındaki kazasına karşı paratoner olmuş da Allah’ı yapacaklarından vazgeçirmiş! İnsanların küfrünü artıracak mesnetsiz ve sorumsuzca bir hikâye! 

6) “Çanakkale’de İngiliz orduları kumandanı Hamilton’un “sizin ordularınız içinde beyaz atlı, sarıklı insanlar savaşıyordu” dediği, çokları tarafından bilinen gerçeklerdendir. Murad Hüdavendigar’ın ağabeyi Süleyman Şah, Gelibolu’dan Trakya’ya geçerken şehid olmuş ve daha sonraları Hıristiyanların ifadesine göre, o hep orduların önünde, atının üzerinde savaşırken görülmüştür. Hatta üsture midir, değil midir bilemeyiz; Battal Gazi için de aynı şeyler söylenir.”(s. 158) 

Hamilton’dan nakledilen bu iddia onun hangi tarihli sözünde ya da kitabında geçmektedir, belirtilmesi lazım gelmez mi? Bu gerçek hangi çoklarca bilinmektedir? Süleyman Şah’ın –şehid düştüğü halde– hep ordularının başında görüldüğünü hangi Hristiyanlar ifade etmişlerdir? Neden bu iki hadisenin de şahitleri Hristiyanlardır da Müslümanlar değildir? Öteden beri halk arasında menkıbeler şeklinde intişar eden bu söylentiler ne zamandan beridir dinde bu kadar itibarlı oldu? Hem sarık için sünnet değildir diyen Hoca, neden bu manevi orduları sarıklı olarak zikrederler acaba? Sahabeler için nakledilen bu hadiseyi, bu denli istismar etmek dinle-imanla nasıl telif edilebilir? 

7) “Günümüzde de yalan söyleyeceklerine ihtimal vermeyeceğimiz sağlam, sika insanlar veya yalan üzerinde ittifak etmesi mümkün olmayan pek çok kimse defaatle gelip, ruhanîleri veya Kanuni’yi, Yavuz’u, Fatih’i bulundukları mekânların koridorlarında gördüklerini söylemişlerdir.”(s. 158) 

Sayın Hoca, yalan söylemeklerine ihtimal vermeyeceğiniz o sağlam ve sika adamlarınız, yalan üzerinde ittifak etmesi mümkün olmayan o mutemetleriniz kimlerdir? Bari birkaçını zikretseydiniz de biz de tanısaydık! Hiç kusura bakmayın, tıpkı “şeyhin kerameti şeyhten menkul” özdeyişi gibi, tamamen uydurma ve hiç bir hakikati olmayan esatirler nevindendir. Olsa olsa, her birini birer evliya olarak andığınız ulu hakan ve kağanlara olan fart-ı muhabbetinizdendir ki size bu mesnetsiz menkıbeleri söylettiriyor. Neyse, “Bütün sırların ifşa olacağı o azim gün”de(Tarık, 9) hiç bir hesabın örtülmeyeceği ve ötelenmeyeceği hatırlatmasıyla, yorumu okuyuculara bırakıyorum. 

8) Zayıf bir hadis-i şerifte Nebiler Serveri (s.a.s) “Bir insanı üç yüz küsur melek koruyor” buyurur. Buna binaen ben şahsen dualarımda “Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail, hamele-i arş, mukarrabin, kiramen katibîn, hafaza...” der, onları dualarımda hep yâd ederim.”(s. 165) 

İlginçtir, mevzu ya da zayıf hadisleri nakleden Hoca, sonrasında öyle yorumlar yapar ki zannedersin ki en mevsuk hadislerden biridir. Bu “zayıf”tır dediği hadiste de aynı durumu müşahede ediyoruz. 

Ne diyelim;  nev’-i şahsına münhasır bir yaklaşım... Aklı ve inancı zorlayan bu ifadeler, zahiren hoş ve cezbedici, ama sorarlar: Üç yüz küsur meleğin koruduğu bu insanlar neden kaza ve kurşunlarla terk-i hayat ediyorlar? Bu melekler ne güne duruyorlar? Niçin Filistin’de, Afganistan’da, Miyanmar’da ve dünyanın dört bir yanında mazlumen katledilenlere siper olamıyorlar? Neyse, sırr-ı imtihanı zorlayan izah ve nakilleriyle Hoca’yı başbaşa bırakalım? İnşaallah teemmül ve tefekkür ederler! 

9) “İbrahim Ethem Hazretleri’ne ait bir menkıbe anlatılır. O, Belh’de bir hükümdar iken tacını-tahtını terk eden, makam ve mansıpta zirveyi yakalamışken her şeyi ayaklarının altına alan ve velilik makamına yükselen bir şahıstır. Kendisinin Ebu Hanife ile muasır olduğu söylenir. Hadis imamları, İbrahim Ethem Hazretleri geldiğinde, Ebu Hanife’nin ayağa kalktığını naklederler. Bir gün: “Ya imam, ne diye bu zata ayağa kalkıyorsunuz? Haddizatında o, sizin talebeniz bile olamaz!” dediklerinde, “Biz işin zahiriyle meşgul olurken, onlar özüyle meşgul oluyorlar; bundan dolayı da ona sonsuz saygı duyuyorum” demiştir. 

“İşte böyle bir insan bir gün her şeyini arkada bırakıp Mekke’ye gider. Aradan yıllar geçtikten sonra da, bir hac esnasında oğlu ile metafta karşılaşır.. karşılaşır ve bir baba şefkatiyle onu bağrına basıverir. Zatında bu hal fıtrîdir ve bir baba için de önüne geçilmez bir duygudur. Bu itibarla da insan, bundan dolayı kat’iyen muaheze edilmez. Ancak kalbini tamamen Cenâb-ı Hakk’ın tecellilerine tahtgâh yapmış bir mukarrebîn için bu hâl, hem de Kâbe’nin yanında uygun düşmemektedir. İşte bu esnada İbrahim Ethem Hazretleri, “Yâ İbrâhîm! Bir kalpte iki sevgi olmaz” diye hâtiften bir sesle ikaz edilir. Bunun üzerine Hazret: “Birini al yâ Rab!” der.. der ve çocuk dizlerinin dibine yığılıverir. Bu bir menkıbedir ve o makamı ihraz etmiş insanlara mahsus bir televvündür. Bu yönüyle o makamda bulunmayan insanları bağlayıcı bir yönü de olamaz.”(s. 185,186 

Fethullah Hoca bu tür kaynaksız ve hiç bir bağlayıcılığı olmayan hikâye ve menkıbeleri anlatmakla cahil insanları etkileyebilir, ama kendi adıma zerre kadar etkilenmediğimi söylemeliyim. Tersine, su-i zan etmemek için kendimi zor zapt ediyorum. Dinin aslını ve ilahî tarafını tarumar eden bu menkıbeler, batıl ve hurafelerle kuşatılmış bir zihin ve algı dünyası inşa ederken, hak ve hakikatlerin neşvünemasına karşı kurulan en tehlikeli bir barikattır. İmam-ı Azam’ın yıllarını verdiği ilim ile elde edemediği bir makamı ve hürmet derecesini hemencecik İbrahim Edhem’e vermek, ilmi ıskalamak, mistik yaşamı öncelemek anlamına gelir. Peygamberlerden sonra en yüksek makamın alimlere ait olduğunu bilmem söylememe gerek ver mıdır? İlmi, dinin zahiri, mistisizmi dinin özü gösteren bir anlayış “İslâm” olabilir mi? El-iyazu billah!... 

Bir diğer husus, İmam-ı Azam’ın fevkine çıkartılan bir İbrahim Edhem, sırf şahsî fazileti adına nasıl olur da yıllarca göremediği evladının ölmesine rıza gösterebiliyor? Bu da bir çeşit manevi egoistlik değil midir? Aklı başında hangi Müslüman bu olaya evet diyebilir? Daha da önemlisi, Peygamberimiz ve güzide sahabelerinin hangisinin hayatında bu tarz bir yaşama ve bu kabil bir merhametsizliğe rastlayabiliriz? Allah’ın evinde(Kâbe’de), Allah’a yakınlaşmak adına ciğerparesi evladının ölümüne rıza gösteren bir adama “Evliya” denilebilir mi? Daha doğrusu takdim edilen böyle bir “Evliya” profili Müslümanlara örnek olabilir mi? 

Aynı mevzuyu, Prizma-4’de işleyen Hoca, İbrahim Edhem’in, “Allah’ım! Senin muhabbetine mani olanı al!” deyiverdi ve oğlu hemen oracıkta ayaklarının dibine yığılıp kaldı.”(s. 282–283) dediğini de hatırlatmalıyım. Her ne ise, “Arif olan, işaretle yetinir” diyerek, önümüze sürülen bu muvazenesizce konuyu da okuyucunun yorumuna bırakalım. 

Vahiy, Sünnet-i sahiha ve akl-ı selim eksenli düşünenlere ne mutlu...

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.