FETHULLAH GÜLEN’İN İSABETSİZ TESBİTLERİ (‘İRŞAD EKSENİ’ ÇERÇEVESİNDE)
Abdullah Can
05 Mayıs 2014 Pazartesi 03:43
Çağımız Müslüman’ı için en dehşetli hastalık, inandığı değerlere ters düşmesidir. Bir başka ifadeyle, dış saldırılara karşı korumaya çalıştığı inanç ve mukaddesatlarını kendi eliyle katletmesidir. Nasıl mı? İmanına şirki bulaştırır, hakka batılı karıştırır, ilmini gururda kullanır, ameline riya karıştırır, dinini istismar eder, diline yalan, dedikodu ve takkiyeyi takar, servetini tekebbürde; zekâsını hile ve aldatmada kullanır. Kabiliyetini şerde, gençliğini şehvet ve başıboşlukta, makamını çalıp-çırpmada, cemaat, tarikat ve mezhebini imtiyaz ve istismarda kullanır. Daha neler neler... Onun için, bırakın İslam’ı temsil etmesi, Müslümanlığını sorgulatır hale gelmiştir.
Süte sirke, bala zehir katan günümüz Müslüman’ı, hep dış düşmanlardan şikâyet eder; kendi gayretsizliğini, günahkârlığını ve tahribatçılığını psikolojik bir yansıtma refleksiyle başkalarına yığmaya çalışır–aklınca– kendisini temize çıkarır. Ama beyhude... Keçinin avreti gibi orta yerde duran kabahatlerini bu yansıtmalarla örtemez. Dili ayetleri okuduğu halde, yaşantısı Allah’ın hükümlerini çiğner; hakkı anlattığı halde, batıla meyleder; başkalarına namus ve iffet dersi verdiği halde, gözünü namahremlerden sakınmaz. İşte böyle!...
Kalp ve kafası, fikri ve fiiliyatı, ilim ve ameli, dıl ve dili uyumlu olmayanların Müslümanlığına nasıl itimat edilir?
Evet, hal diliyle konuşma dili farklı olanlar, din ile dünyanın avına çıkanlar, manevi değerlerden maddi menfaatler devşirenler, imanla nifakı aynı kalpte barındıranlar, tevhidî olması gereken inancına şirk ve materyalizmi bulaştıranlar, maneviyatçılık iddiasıyla göz boyayanlar, bir lokma bir hırka maskesiyle Karunluk ve kapitalizmin krallığını kuranlar, ahiretçilik perdesi altında Şeddad’ın cennetini yaşayanlar, eşitlikçilik ve sosyal adaletçilik kamuflajıyla Firavunvarî uygulamaları icra edenler, kanaat, iktisat ve mütevaziliği öğütlerken yatlar, yalılar ve şatolarda imrar-ı hayat edenler asla samimi olamazlar, örnek alınamazlar. Bu tipler sorgulanmadıkça, onların iğfal ve illüzyonlarından emin olunmadıkça, Müslümanlar asla ve asla umduklarına kavuşamazlar.
Şu hakikatin altı çizilmelidir: Batıl vesilelerle hak bir hedefe gidilmediği gibi, hak vesilelerle de batıl bir hedefe gidilmez. Gayr-ı meşru bir maksada, meşru enstrümanlar eşliğinde yürüyenler, galiben maksatlarının aksiyle tokat yerler. Faiz ve kumar parasıyla zekât ve hac ibadetine tevessül edenlerin, ibadet zannettikleri şeyler yüzlerine çarpılır. Kirli su içilemediği gibi onunla temizlik de yapılamaz. Demek hedef ve amaç gibi, yol ve yöntemlerin de, araç ve gereçlerin de meşruiyeti zorunludur. Müslümanlar için yegâne çıkış yolu budur, ötesi hüsrandır... Yine unutulmamalıdır ki, İslâm’ın ne senteze, ne de melezlenmeye ihtiyacı yoktur. O ilahîdir ve hidayet üzerine müessestir; Roma felsefesinin dehasıyla aşılanamaz.
Elma ağacına zakkum aşısı yapılmaz. Böyle bir aşı, ağacın tabiatını bozacağı gibi, elmadan da mahrumiyeti ettirir...
Adet üzere, bu girişten sonra, asıl konumuza başlayalım. Başlıktan belli olduğu gibi, bu yazıda da Fethullah Gülen Hoca’nın bir kitabını masaya yatıracağız. Kitap, “İrşad Ekseni” adıyla Nil Yayınları tarafından basılmıştır; baskı tarihi 2003’tür. Eser, genel itibariyle irşadda takip edilen yol ve yöntemlerden bahsediyor. Bütün eserlerinde olduğu gibi, bu kitabında da Gülen Hoca, ayet, hadis, siyer ve sair tarihsel argümanlara başvurmuş, muhteviyatı sağlam tutmaya çalışmıştır. İslam’ın temel naslarıyla uyumlu olan bütün iktibaslara “ehlen ve sehlen” diyoruz. “Huz ma safa, de’ma keder” kaidesiyle bütün iyi taraflarına “evet” diyor, kabul ediyoruz ve bu kabullenme, vicdanın gereğidir. Ancak satır aralarına serpiştirilmiş bazı yanlış ve sakat düşünceler vardır ki, onlara da “hayır” diyor, eleştiriyoruz.
Bu eleştiriler bağlamında, tespit ettiğim bazı anektodları paylaşmayı bir vecibe biliyorum. Bunlar eleştirilmediği takdirde, mutlak doğrulardan kabul ediliyor demektir. Nihayet, o günden bu güne dek, aynı şeyler aynı kitabın baskılarında tekerrür edip duruyor; çıkarılmış değillerdir. İslâm adına “tebliğ” ve “irşad”ı esas alan bir kitapta olmaması gerek gayr-ı hakikat hususların halen “hak” olarak algılanması, savunulması kabul edilemez. Allah ve Resulü dışında mutlak doğrular ihdas etmek, onlar üzerinden İslâm tandanslı yeni dünyalar inşa etmek, İslâm’a yarar değil, zarar getirir; zira İslâm’da yozlaşmaya ve asıldan uzaklaşmaya sebep olur. Yozlaşma ve çürümenin durdurulması noktasında, her Müslüman’ın mükellef olduğuna inanıyorum ve bu inancım gereği, karşı duruşumu her hâlükârda göstereceğim.
Hatırlanacağı gibi, “Fethullah Gülen’in Said-i Nursî Okumaları-I” yazımda Hoca’nın “Levlake levlake...” hadisini “hadis olarak” kabul etmediğini belirtmiştim. Mevzunun tartışma boyutunu o yazıya havale ederken, bu yazımda kritize ettiğim kitapta, 2 ayrı yerde Hoca inkâr ettiğini kabul ediyor; hadisin mealini dile getiriyor. Kendisinden aktardığım mealler şöyledir: “Kâinat kendisi için yaratılan İki Cihan Serveri”(s. 3) ve “Kâinat kendisi için yaratılmış olan peygamber”(s. 137) Hoca’nın kendi kendisiyle olan bu çelişkisini okuyucuların değerlendirmesine bırakıyorum. Onun, lafız olarak hadis değildir, manası doğrudur şeklindeki yorumunun tutarsızlığını da aynı yazıma havale ederken, bir başka cesaretli(!) iddiasına değinmek istiyorum:
Fethullah Hoca, Kur’an’a saygıdan bahsederken, Kur’an’ın göbekten yukarıda tutulması hakkında, “ Dinin böyle bir emri yoktur, bu sadece bir edep ve saygı ifadesidir”(s. 63, 64) demektedir. Bu söylem, zahiren bir ezberi bozmaya benziyor gibi, ama hakikatte ise, Kur’an’a karşı lakaytlığı ve hatta Mushaf’ın maddesine karşı tahfifi intaç eden bir cesaretlendirmeyi içeriyor. Mademki “Bu sadece edep ve saygı ifadesidir” cümlesiyle Kur’an’ın yüksekte tutulmasını “edep” ve “saygı”nın gereği olarak gösteriyorsunuz, o halde dinimiz nasıl olur da bu edep ve saygıdan bihaber olabiliyor?
Bir diğer husus, acaba dinimizin temel iki kaynağından (Kur’an ve Sünnet) başka hiç bir referansı yok mudur? Mesela “Kıyas-ı fukaha” ve “İcma-i ümmet” gibi... Mesela meşhur Muaz bin Cebel hadisine ne demeli? Malum, Peygamberimiz, Muaz’ı Yemen’e vali olarak gönderirken, “İnsanlar arasında hüküm verirken neyi esas alacaksın?” demişti. O, sırasıyla “Kur’an ve Sünnet’i” demişti. Peygamberimiz, “Peki onlarda bulamazsan?” dediğinde, Muaz “İçtihadımla” demişti. Bu cevaba sevinen Peygamberimiz, Allah’a şükretmiştir. (Tirmizî, Ahkâm, 3; Ebû Dâvûd, Akdiye, 11))Demek İslâm’da “içtihad” ve “re’y”in de önemi vardır ve inkâr edilemez. Peki, Hoca’nın kendisi de aynı hadisi işlediği halde, (bkz. “Ashab-ı Kiram’ın Fikirlerini Söyleme Serbestîsi” yazısına) nasıl olur da bu hakikatten bîbehre hükümler verebiliyor? Siz düşününüz!
Sonuç olarak, Bediüzzaman’ın “Bir fikre davet, cumhur-u ulemanın kabulüne vâbestedir. Yoksa davet bid'attır, reddedilir.” cümlesini Fethullah Gülen’e hatırlatmak isterim.
Fethullah Hoca’nın ileri sürdüğü bir iddiası da, millî tefahur ve tekebbürü işmam eden şu cümlesidir: “Bir zamanlar milletlere, atının üzengisini öpmek şerefini bahşiş olarak veren bu millet...”(s. 39) Bu nostaljik temeddüh, bir alimin ağzına yakışmadığı gibi, irşad ve tebliği esas alan bir kitabın muhtevasına da yakışmaz. Kişinin kendi milletini sevmesi ayrı bir şey, ona kudsiyet atfetmesi ayrı bir şeydir. Mensubu olduğu milleti şeref ve necabetin zirvesine çıkartırken, sair milletleri aşağılık ve haysiyet fukarası gibi sunmak, aslında nezaket ve hoşgörü vasıflarını sıfırlamak demektir. Yani sözü bitirmektir...
Hoca’nın bu sözü, gayr-i ihtiyarî de olsa, bana Abdurrahman Şeref’in “Zübdetü’l-Kısas”ında geçen şu sözü hatırlattı: “Attilâ, kendini ‘Allah’ın belası’ tesmiye eder ve ‘Bastığım yerde ot bitmemelidir’ der idi.” (age.(Osmanlıca) c. 2, s. 6, Matbaa-i Amire, 1316) Demek Attilâ’nın kendini “Tanrının kılıcı ve gazabı” şeklinde takdimi, Romalıların onun dehşetinden yere kapanıp yalvarmaları; Papa’nın üzengideki çizmelerini öpmesi, bir âlimin göğsünü de kabartıyor ki, İslâm’ın irşad ve tebliğ metodunu anlatan bir kitabın satır aralarına bu cengâverliği serpiştirivermiştir. Heyhat! Avrupalıların dehşetengiz akınlar karşısında, Türkler için kullandıkları “Barbar” tesmiyesi, Hoca’yı hicaba sevk etmeli değil miydi? Ya da çocuklarını korkutmak için Avrupalıların, “Sus Türkler geliyor” demeleri ciddi bir tefekkürü mucip değil midir? (bkz. Sızıntı, Aralık, 1990, Akıncı Millet yazısı)
Hâsılı, iftihar edilecek tablolar, dünyayı hallaç gibi savuran ecdatların sergüzeşt-i zalimaneleri değildir; adalet, merhamet ve insanlığı tesis ve inşa eden Hz. Muhammed’in İslâmî esaslarıdır; bir başka ifadeyle “Asr-ı Saadet” medeniyetidir.
Yukarıdaki örneğe benzer bir diğer ifade, Hoca’nın Ermeniler hakkında sarfettiği şu sözdür: “Ermeni’nin kahpece arkadan vurduğu iki yüz binden fazla insan...”(s. 48) Bu sözün ifade ettiği manayı nasıl değerlendirmeliyiz? Bu söz hangi saik ve histeriye binaen sarfedilmiştir? Bu sözün irşad ve tebliğle ne alakası vardır; mürşid ve mübelliğlere getirisi nedir? 1914 ve sonrası olayları serrişte etmenin bir âlimin misyonuyla ne alakası vardır? Soruların tamamını sizin zihninize ve sağduyulu değerlendirmelerinize havale ediyorum. Sadece şunu demek isterim ki, eğer “kahpelik”se, –ki öyle değildir– iki tarafında irtikâp ettiği bir suçtur. Her iki taraf da oyuna gelmişlerdir. Biri Emperyalist Rusya’nın, diğeri ırkçı İttihatçıların oyununun kurbanı olmuşlardır. Yoksa iki halkın en az bin yılı aşkın bir süre kardeşçe, dostça ve komşuca yaşadıkları bir gerçektir. Öyle ise, bu kin ve iğbirar nedir Hocam? Ermeni, Allah’ın yarattığı bir halktır; oyuna getirtilmiş çeteler üzerinden bir halk topyekûn “kahpe” ilan edilebilir mi? El-insaf!
İrşad ve tebliğ amaçlı hazırlanmış bir kitapta, irşad ve tebliğin sınırlarını zorlayan bazı muvazenesizce ifadeler de vardır ki, kitabın genel ahengini ihlal etmektedir. Mesela Hoca Efendi, tebliğ adamını nazara verirken şöyle bir ifade kullanıyor: “Gözüne takılan bir haramın kirini, gözyaşlarıyla yıkayıncaya kadar da durmadan ağlamalıdır...”(s. 158) Bu sözü destekleyen bir ayet ve hadis hatırlıyor musunuz? Zaten olsaydı, hafızu’l-Kur’an olan Hoca mutlaka aktarırdı. Ama yok, sadece çok yükseklerden sarfedilmiş aşırıca bir söz... Eğer iddia ettiğinde samimi ise, bu durumda kendi tv’lerinde yayınlanan onlarca müstehcen reklam ve sair görüntülerin manevi mesuliyeti altında ezilmesi gerekirdi. Yine, yıllardır “Türkçe Olimpiyatları”nda sahneye çıkartılan gencecik ve albenili kızları pürdikkat izleyen binlerce mensuplarının bir ömür boyu nedamet edip ağlamaları gerekirdi. Ama nerede?!
Demek, “Göze takılanlar” değil de, “Gözün takıldıkları” üzerinden değerlendirme yapılmalıdır. Yoksa müstehcenliğin bu kadar ayyuka çıktığı bir toplumda ve bir iletişim asrında, bir rah-ı necat aramak yerine, ümmete bir azap cenderesini dayatmak, hem mukteza-yı hale, hem realiteye, hem de tavsiye edilen tebliğ ve irşadın esaslarına mugayirdir. Kişi kendi adına içtihad yapabilir, fetvalar çıkartabilir, –hayrı da şerri de kendisine aittir– ama ümmete dinî bir nasmış gibi dayatamaz. Dayatma, Allah ve Resulüyle çatışmayı intaç eder. Allah’la çatışanın akıbeti ise, izahtan varestedir.
Evet, dinimizin “La yukellifullahu nefsen illa vus’eha”(Bakara, 286), yani “Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez” emri, bizim için yegâne belirleyici hükümdür. Bu durumda, kasıt olmadığı sürece, gayr-ı ihtiyarî olarak gözümüze ilişen bir münkerattan ne diye sorumlu olacağız ki? Önümüze sürülen bu fetva, Müslüman’ı sosyal hayattan kopartıp kendi hanesine hapsetmeyi netice verir. Sosyal hayata karışmayı menetmeyen bir İslâm’a mukabil, mistik bir cendereyi öğütleyen bir fetvanın kıymet-i harbiyesi olabilir mi? Demek helal ve haram sınırlarını belirleyen Allah ve Resulü’dür; kişisel his ve kanaatler değildir. Malum, Hz. Ali’ye hitaben, Peygamberimiz şöyle demiştir: “Ya Ali, birinci bakış lehinedir, fakat ikincisi aleyhinedir.”(Ebû Davud, Nikâh, 43) (Ayrıca, konuyla ilgili olarak, bkz. Zaman Gazetesi, 22.08.2006, Ahmet şahin, “İkindi Yağmurlarıyla zihin kirlenmelerini temizlemek!” başlıklı yazı; Yeni Bahar, 28.06.2012, “Güzele bakmak sevap mı?” yazısı ve Herkül.Org’da 01.01.2000, “Nasıl olacak ki?!” başlıklı yazı).
Hoca’nın yukarıdaki şirazesiz ifadesinin bir benzeri de şu sözleridir: “Kadının aşırı müstehcenlik ifade edecek tarzda gezmesi, tamamen kendisini ilgilendiren bir vebaldir. Ancak, onun öyle gezmesi, yabancının ona bakmasına mazeret teşkil etmez.”(s. 53) Felsefe ve –bağışlayın– biraz da demagoji ihtiva eden bu ifadeler, kerratla değindiğim gibi, kitabın ana muhtevası olan irşad ve tebliğ esaslarıyla bağdaşır gibi değildir. Bir sefer “müstehcenlik”in başına “aşırı” vasfını takmak ve bu evsafla dolaşmasına “sadece kendisini ilgilendiren bir vebaldir” demek, akabinde de müstehcen giyiminin başkalarının “ona bakmasına mazeret teşkil etmez” deyivermek... nev-i şahsına münhasır bir mantık yürütme...
Bir sefer müstehcen giyinmiş bir bayan topluma karıştığı andan itibaren hem kendisini, hem başkasını günaha sokar. Hele bu –sizin deyiminizle– aşırı müstehcen ise... “Günaha sebebiyet veren onu işlemiş gibidir” hükmünce, annesi, babası, kocası, abisi ve sözü geçecek herkes de sorumluluk altına girer. Emr-i bilmaruf, nehy-i anilmünker kaziyesince, devlet de, alimler de, aydınlar da, amiri de, mesai arkadaşları da bunda mesuldürler. Çünkü müstehcenlik, hukuka tecavüzdür, kadınlık vasıflarını ihlaldir, meşruiyet sınırlarını çiğnemektir, gayr-ı meşruluğu teşviktir, anneliğin bastırılıp cinselliğin kışkırtılmasıdır... Bunun felsefesine gerek yoktur; cinselliğin toplumsal tahribatına bakılsa, herşeyi anlatmaktadır.
Peki, Hoca Efendi bunları bilmiyor mu? Bilmez olur mu? O halde nedir bu felsefe ve nedir bu mantık oyunları? Kafasında gözü olan hangi Allah’ın kulu çarşı-pazara çıkıyor da bu manzaralara muhatap olmuyor? Olacak şey mi? Herkes kendisi gibi hususi malikânesinde imrar-ı hayat etmediğine göre... Ya esnaf, ya memur, ya talebe olduğuna göre... Dükkânında, dairesinde, okulunda sürekli bu münkeratlarla yüzyüze yaşadığına göre... E, gözlerini mi kapasınlar? Hep yukarıya ya da ayaklarının ucuna mı baksınlar? Ne yapsınlar bu insanlar? Günümüzde günahın şahsiliğinden bahsedilebilir mi? Bir günahın binlerce, milyonlarca sayıya eriştiği bir iletişim, ulaşım ve etkileşim çağını yaşamıyor muyuz? İnsanın tabiatındaki nefis, heva ve şehveti yok sayabilir miyiz? İnsanları ot ya da cansızlar olarak değerlendirebilir miyiz? Biyolojik bir varlık ve karşı cinse duyarlı bir donanıma sahip insanları neden yanlış tanımlıyoruz?
Peygamberimizin, "Nazar (bakış) şeytanın zehirli oklarından bir oktur."(Taberani, Mu’cemü’l-Kebir, 10/173; Hakim, Müstedrek, 4/349) demesi dikkate şayandır. Müstehcenlik, nazara (görselliğe) göre dizayn edilmiştir. Nazarını (bakışlarını) müstehcenliğe teksif edenler, başta kalbi olmak üzere bütün maneviyatını şeytanın zehirli oklarına hedef kılmıştır. Maneviyatı katledilen toplumlar, canlı cenazelerden müteşekkil devasa mezaristanlıklardır. Hâlbuki bizim yürüyen ölülere değil, ölüleri dirilten kudsî nefeslilere ihtiyacımız vardır. Bu da, ancak günahlardan uzak ortamlarda ve manevi paratonerlerle mümkün olabilir. Müstehcenlik, bütün bütün zarardır, yıkımdır, topyekûn çürümedir. İşte Hoca, laf ustalığı yapacağına, bu noktalara dikkat çekmeliydi. Her ne ise...
Fethullah Gülen’in tipik muvazenesizliklerinden biri de, Peygamberimizin açlığına dair geliştirdiği tezidir. İfrat ve tefritlerden azade olan ve hayatını istikamet ve hadd-i vasat üzere tanzim eden Allah Resulü’ne layık gördüğü şu ifadeleri kabul etmek asla mümkün değildir. Okuyalım: “Medine’de, beytülmal ganimetlerle dolup taşarken, Allah Resulü (s.a.s) ihtiyarî çilesini yaşıyordu. Bazen bir hafta geçiyor da O, ağzına tek lokma koymuyordu. Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: ‘Bir gün Allah Resulü’nün saadet hücresine girdim. Baktım oturarak namaz kılıyor. Namazdan sonra: ‘Ya Resulüllah, hasta mısınız?’ diye sordum. ‘Hayır ya Ebâ Hureyre, hasta değilim; ama açlık (bende derman bırakmadı)’ buyurdular. Ağlamaya başladım. ‘Ağlama Ebu Hureyre! Kıyamet günü, azabın şiddetlisi, dünyada açlık çekenlere isabet etmez’ diyerek beni teselli ettiler.”(Kenzu’l-Ummâl, 7/199; Ebu Nuaym, Hilye, 7/109)
Hoca’nın hadis olarak aktardığı bu ifadeleri doğru kabul ettiğimiz takdirde, Peygamberin Hint fukaralığına teşvik ettiğini, Müslümanların dünyadan nasiplenmemesi gerektiğini, bir lokma bir hırka felsefesinin –hâşâ– Peygamberimize ait olduğunu, Müslümanların üretmemesi ve ilerleme adına mesafe almamaları gerektiğini; kısacası ümmetine kötü örnek olduğunu peşinen kabullenmemiz gerekir. Kendi içinde çelişkili olan bu sözde hadisin, akıl, mantık ve muhakeme kaidelerine de ters düştüğü ortadadır.
Bir sefer beytülmalin ganimetlerle dolup taştığını dillendirmek, Müslümanların sadece ganimetlere bağımlı yaşayıp özgün bir üretimde bulunmadıkları anlamını ihsas etmektedir ki, Müslümanları “ganimetçi”likle itham edenlere iyi bir koz vermektedir. İkincisi, savaşla yüzleşildiğinde, elde edilen ganimetlerin beşte biri zaten Peygamberimiz, aile fertleri ve hısımlarına verilirdi. (Bu husus, Enfal Suresi 41’nci ayetiyle sabittir.) Üçüncüsü, Peygamberimiz için “ihtiyarî inziva”yı layık görmek ve bir hafta süresince ağzına tek lokma koydurtmamak, tipik bir Hinduizm tasviridir. Vücudumuz, sıhhatimiz, gençliğimiz, malımız, zamanımız bir bütün olarak emanetullahtır; bunların helal dairesi içinde kullanımını ve layık-ı veçhiyle beslenip korunmasını dinimiz emrediyor.
Evet, sözleri, fiilleri ve davranışlarıyla örneğimiz ve rehberimiz olan Peygamber (a.s.m), nasıl olur da açlık dolayısıyla –hem de ihtiyariyle– ayakta duramayacak ve bedeninde derman kalamayacak derecede hayatını riske atar? Allah, kendisine vahiyle ganimet malından istifade etmeyi emretsin de o, ona rağmen inziva ve açlığı tercih etsin; olacak şey mi? Bu tarz bir Peygamber tasavvuru İslâmî olabilir mi? Güçlü ve sıhhatli müminlerden olmayı salık veren bir Peygamber, nasıl olur da ümmetine miskince ve mistikçe bir yaşayışı sunar? O, Allah’ın nimetlerine en saygılı ve en şükredici olandır. O, Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından sakınmada en ileri olandır. O, Allah’ın dinini yaşama ve temsilde en mükemmel olandır. O, Allah’ın rızasını tahsilde en hassas davranandır. O, nimetleri paylaşmada ve yerli yerinde kullanmada en örnek olandır. Kısacası, O her alanda ve tam anlamıyla bir “usvetu’l-hasene”dir. Öyle ise, Allah’ın nimetlerine en layık ve muvafık olan da bizzat kendisidir. Vesselam...
Bütün bu izahlardan sonra, “İraşd Ekseni” çerçevesinde nihaî olarak şunu demek istiyorum: Genel muhteva olarak –uyulduğu takdirde – çok önemli ve hayati prensipleri sunmaktadır. Bu prensip ve tespitlerin tamamı, başta Kur’an, Sünnet ve Siyer olmak üzere Risale-i Nurlardan derlenmiştir. Ancak, gelinen noktada, bu prensiplerin hayata geçirilmediği, aksine ciddi istismar ve suiistimale uğradığını da söylememiz lazımdır. Bir kaç numunesini arzedelim ki, bu gün bunlara ne denli bir muhalefetin devrede olduğu anlaşılsın. Mesela:
- “Dinin belli bir zümrenin (Diyanet bağlamında) inhisarına bırakılamayacağına...”(s. 100)
- “İslâm’ın bir bütün olduğu, asla tecezzi ve inkısamı kabul edemeyeceğine...”(s. 101)
- “Hak olan hedefe ulaşmak için batılın kullanılamayacağına...”(s. 122)
- “Hizmet ehlinin hasbî olması gerektiğini ve öldüğünde üzerinden çıkacak malın, ancak kefen bezine yetecek kadar olması gerektiğine...”(s. 127)
- “Dinin politize edilmemesi ve politikacılardan müstağni kalınması gerektiğine...”(s. 130)
- “Bu günkü şartlarda yapılan memuriyetin, ancak zaruret muvacehesinde caiz olduğuna...”(s. 131)
- “On kişiye hak namına bir şeyler anlatmanın, parlamenterliğe tercih edilmesi gerektiğine...”(s. 131)
- “İslâmî cemaatlerin bir vakıa olup başkalarına da hayat hakkı tanınması ve müsamaha gösterilmesinin gerektiğine...”(s. 139)
- “İnsanları kendi meşreplerine değil de, doğrudan doğruya İslâm’a davet etmenin gerektiğine...”(s. 139)
- Çatışmacı kişiliğin ve ikili (dual) yaşamın münafıklık sıfatı olduğuna...”(s. 156)
- “İhlâs ve amelden yoksun tebliğin sığ ve tesirsiz kalacağına...”(s. 180) vb...
Ayrıca Hoca Efendi;
- Selahaddin Eyyubî’nin, Kudüs’ün Haçlı işgalinde olmasından dolayı senelerce yüzünün gülmediği ve hep ağlayıp durduğunu(s. 99) örnek verirken, kendisinin, bugün de işgal altında olan Kudüs’ten dolayı işgalci İsrail’e bir tek kınamada bulunmamasının çelişkisini...
- Sahabi Abdullah b. Huzafetü’s Sehmi (RA),ın Romalılar tarafından idam edilirken, sarfettiği “Keşke başımdaki saçlarım adedince başlarım olsaydı da Hak namına her gün birini feda etseydim” (s. 200) sözünü örnek verirken, bu gün yaşadığı mütrefince yaşama çelişkisini...
- Sahabi Hubeyb (r.a)’ın müşriklerce idam edilirken, idam sehpasında da sadece Allah Resulü’nün aşkıyla tutuşmasını (s. 231) örnek verirken, kendisinin zor ve zorbalar karşısındaki kaçamaklı tavırlarının çelişkisini...
- Ve İmam Ahmed b. Hanbel'in, tarihin hafızasından hiçbir zaman silinmeyecek Kur’ânî mücadelesini (s. 234) örnek verirken, kendisinin tam aksine, hakkı ketmedercesine, hak düşmanlarına karşı hoşgörülü ve sevecen yaklaşımlarının çelişkisini düşündükçe, insanın “Eyne’s-sera, müne’s-süreya” diyeceği geliyor. Her ne ise...
“Ayinesi iştir, kişinin lafa bakılmaz,
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.”
Allah’ın selâmı hidayete tabi olanların üzerine olsun, bütün levm ve kınamalar hevaya uyanların üzerine olsun!
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.