FETHULLAH GÜLEN’DEN MÜBALAĞA VE MÜVAZENESİZLİK ÖRNEKLERİ-III
Abdullah Can
28 Mart 2014 Cuma 22:14
Fethullah Gülen’den mübalağa ve müvazenesizlik örnekleri-ııı ('Küçük Dünyam' Çerçevesinde)
“Mübalağa ihtilalcidir” diye bir söz vardır; bu söz, mübalağa, yani abartının, gerçeği tersyüz edeceğini ve onu olması gerektiğinden farklı gösterdiği için nizam ve muvazeneyi bozduğunu ifade eder. Bir başka ifadeyle, bu söz, her şeyi olduğu gibi vasfetmeyi, tarif etmeyi tavsiye eder. Çünkü her şeyin bir yaratılış formu ve formatı vardır; onu bu form ve formatın dışına taşırıp ileri derecede bir övgü ya da geri derecede bir sövgüye tabi tutmak doğru değildir; anormal bir yaklaşım tarzıdır.
Her mübalağa, –ister olumlu, ister olumsuz yönde olsun– kendisinde bir yergiyi barındırır. Yirmidört ayar altından bile olsa, uzunca bir burun çirkindir. Aynı şekilde, bir kişi ya da bir yapıyı olduğundan fazla vasfetmek ya da takdir etmek, onlara kötülük etmektir. Çünkü sonradan ortaya çıkacak anormal durumlar, o kişi ve kurumlara olan sevgi ve saygıyı haleldar eder, gözden düşürtür, hak ettiğini bile kendisinden esirger. Tersinden düşünürsek, kişi ve kurumlara karşı olan yergi ve sövgülerde de mübalağaya girilmemeli; çünkü sonrasında görülecek çok iyi halleri bile görülmez olur, toptancı bir yaklaşımla, ret ve inkâr edilir. Demek her şeyi ayarında ve kıvamında bırakmalı, ona göre değer ve seviye biçilmelidir.
Aşırı övgü ve sövgülerin beraberinde getirdiği bir diğer saplantı ise, yüceltilen şahıs ya da kurumların –beşeriyet muktezasıyla ve kaderin yerinde tecellisiyle– düşüşe, alçalışa yüz tutmasını kabullenememek, hazmedememektir. Tersinden, hep alçaltılıp düşürülmeye çalışılan kimi şahıs ve kurumların da yükselişe, inkişafa geçmelerine tahammül edememek, dirençle karşılamaktır. Demek, ne melekleştirmek, ne şeytanlaştırmak… İkisin arasında beşer olarak kabul etmek, beşeriyet çerçevesinde değerlendirmek en sağlıklı ve en müstakim davranıştır.
Evet, mübalağa, ölçüsüzlüktür; malın sahibinin takdir ettiği değerden fazla değer biçmek ya da mevcut değerinden aşağılara sukut ettirmek kantarın topuzunu kaçırmaktır. Allah’ın takdir ettiği iyilikten fazla iyilik iyilik değildir, fenalıktır. Bugünkü reklamcılık anlayışındaki gibi, satışa sunulan mal ve hizmetlerin sadece iyi ve olumlu taraflarını yaldızlayarak, allandırıp-ballandırıp tanıtmak, eksik ve gediklerini örtbas etmek ne kadar gayr-ı ahlakî ise, aynı şekilde sadece iyi ve kâmil taraflarını nazara verip, kusur ve olumsuzluk noktasında toz kondurtmamak da aynı vasfa tekabül ediyor.
Malum, Peygamber Aleyhisselatu Vesselam, “Birini severken ölçülü ol! Olur ki, bir gün gelir, sevimsizleşir de beslediğin aşırı sevginden dolayı elem içinde kalırsın. Birinden nefret ederken de ölçülü ol! Olur ki, bir gün gelir sevimli bir dost olur da beslediğin aşırı nefretinden dolayı mahcup olur, üzüntü içinde kalırsın!” (Tirmizi, Birr, 59) İşte, sevgi ve nefrette muazzam bir ölçü... Bu hususta bir başka örnek ise, Molla Abdullah’ın kendi şeyhi için, Said-i Nursî’ye söyledikleri aşırıya kaçan sözleridir. (Tafsilatı için bkz. Kastamonu Lhk. s. 88)
Yine bu aşırılıktan dolayıdır ki, Hz. Peygamberimiz, İmam Ali’ye hitaben, “Ya Ali, senin şahsında –tıpkı Hz. İsa’da olduğu gibi– iki gurup insan helak olacaklardır. Bunlardan biri, sana aşırı sevgilerinden, diğeri ise, aşırı nefretlerinden.” (Müsned, 1/103) Evet, nasıl ki, Hristiyanlar sevgide aşırıya gittiler, Hz. İsa’ya ‘İbnullah’(Allah’ın oğlu) dediler helak oldular, Yahudiler de nefrette aşırıya gittiler, O’nun annesine iftira ve peygamberliğini inkâr ettiler; helak oldular. İşte, bu Peygamberce ölçü, inanç ve amellerimizin, fikir ve ideallerimizin tamamında uygulanabilir bir genel geçer kriterdir. O peygamber ki, “Onun konuştukları hevasından değil, ancak Allah’ın bildirmesiyledir”(Necm, 5) ayetinin mazharıdır.
Madem hakikat-ı hal böyledir, o halde, peygamberce düşünmek isteyenler, peygamberce yaşamak isteyenler ve peygamberce ölçüp-biçenlerin beri gelmesi gerekir; kimi ve neleri rehber aldıklarını, ölçü ve kıstas olarak hangi esaslara tabi olduklarını iyi görmelidirler! Sağlam bir fıtrat ve istikametli bir hayat için başvurulacak yegâne merci, Hz. Peygamber ve Onun Üstad-ı Ezelisi olan Cenab-ı Hakk’ın Kitab-ı Akdesidir. O kitap ve onun muallimi olan Resul-i Ekrem, her türlü aşırılıktan azade istikametli bir yol (hadd-i vasat) ve yöntemi öğütlerler.
İfrat ve tefrit dediğimiz aşırılığın en alt ve üst limitleri, inanç, düşünce ve amel dünyamızda tam anlamıyla bir anarşi ve kaosa muadildir.
Hâsılı, mübalağa dediğimiz abartı ve müvazenesizlik dediğimiz ölçüsüzlük durumu, sadece bir Müslüman’ın değil, bütün insanlığın istikrar ve istikameti için elzem bir hayat standardıdır. Mübalağa ve muvazenesizliğin hükümran olduğu bir zihin ve pratikler dünyasında, insana dair her olay ve oluşum, her düşünce ve tasarım, her yönetim ve icraat yörüngesinden çıkar, sosyal, siyasal, itikadî ve amelî sapkınlık ve taşkınlıklara sürükler. Demek, ya olduğumuz gibi görünmeli, ya da göründüğümüz gibi olmalıyız…
İşte, bu çerçevede, Fethullah Gülen’in “Küçük Dünyam” adlı hatıralarını mercek altına alacağım. Bu eserde, mübalağa ve muvazenesizliğin örneklerini teşrih masasına yatıracağım. Aşırı abartıların ve ölçüsüzce ifadelerin beraberinde getirdiği savrulma ve şirazesizliğin cemiyet düzlemindeki yansımalarını okuyacağız. Küçük Dünyam ve benzeri eserlerin, –özellikle muhiplerince– gayet iyi okunduğunu biliyorum; ancak aşırı hüsn-ü zan ve mutlak kabulün beraberinden getirttiği teğet ve sathi nazarları da biliyorum. Öyle ya, rıza gözü, hataları setreder, ayıp ve noksanların görünmesine mahal vermez. Analitik ve eleştirel yaklaşım yerine, mutlak teslimiyet ve körükörüne itaate tevessül, tipik bir “Ruhbanlık” saplantısıdır. Bu bağlamda, zihinler dünyasındaki izdüşümünü anlayabilmek için, sayfalar arasında bir seyahate gerek vardır.
Evet, birçok meselede olduğu gibi, Fethullah Gülen Hoca, mübalağa ve muvazenesizlik konusunda da kantarın topuzunu kaçırmıştır. Bu ölçüsüzlüğün kişisel kalması bizi fazla enterese etmese de, kitaplaştırılması ve okuyanlarca paylaşılması; etki alanına girilmesi, aynı ölçüsüzlüklerin ve mübalağaların mensuplarınca da izhar ve ifşa edilmesi, ister istemez Müslüman bir birey olarak bazı uyarıları yapma zorunda bıraktırmıştır. Neme lazım, başkası düşünsün diyemeyiz. Zira hakkı yaşamak kadar, tavsiye etmek de bir şiarımızdır. O yüzden dönüp dolaşılıp bizi bir münekkit ve kusurları tecessüs konumuna oturtanları bir kez daha düşünmeye davet ediyorum.
Fethullah Hoca’nın birinci müvazenesizlik ve mübalağakârane ifadesi şudur: “Mahmud Mahdum Hocaefendi’nin dediklerini hâlâ unutamıyorum. Şöyle demişti: ‘Şu anda, Kâbe de dâhil, yeryüzünde bu kadar ruhaniyatın hâkim olduğu bir yer yoktur. Bu hayat, bir kere Asr-ı Saadet’te yaşanmıştır, bir de şimdi burada (kitap okuma kampında) sizler tarafında yaşanmaktadır.” (s. 132) Diyeceksiniz ki, bu sözler Mahmud Mahdum’dan nakildir; evet, öyledir, ama Hoca’nın kendisi de paylaşıyor ya! Dolayısıyla kendisi sarfetmiştir gibi... Hatta müteakip satırlarda bunu deklare ediyor; aynen aktarıyorum:
“Aradan seneler geçecek ve ben Ravza-i Tahire’de birkaç kişinin, –hiç istemediğim halde– bana karşı hürmetkâr davrandıklarından ötürü gidip karakolda hesabını verecektim. Ve o zaman daha iyi anlayacaktım ki, serbestlik adına, bizim kamplarda yaşadığımız hayatı oralarda yaşamak mümkün değilmiş. Ve Mahmud Mahdum Hoca Efendi’ye daha çok hak verecektim.” (s. 32)
Okuduğunuz gibi, Hoca Efendi, birkaç arkadaşıyla birlikte okumaya çekildikleri kamptaki ruhanî atmosferi Kâbe’dekine tercih, hatta “daha çok” tercih ettiklerini söylüyorlar. Kâbe’nin, İslâm’daki anlam ve önemini anlatmama gerek yok, herkes az-çok bunları bilmektedir; ama ölçüsüzce sarfedilmiş bu sözün nereye varacağını sizlerle irdelemeliyiz. Sıradan bir okuma kampındaki manevi hava ve füyuzatı Kâbe’yle, Asr-ı Saadet’le kıyasa kalkışmanın ne kadar vahim bir zihniyet durumunu yansıttığını ve aks-i sedasının da bir o kadar tehlikeli olacağını mukayese edelim. Kendisine yapılan bir hürmetten dolayı, Vahhabîlerce sorgulanmasından hareketle, Hoca’nın böyle bir sonuca varması, nev-i şahsına münhasır tipik bir müvazenesizlik örneğidir.
Aslında, ölçüsüzlükle birlikte, mübalağanın da yer aldığı bu ifadelerde, üçüncü bir anlam daha çıkar ki o da tezyiftir. Çünkü okuma kampındaki ruhaniyeti eşsizleştirmek, onu Kâbe ve Asr-ı Saadet’teki maneviyatın fevkinde göstermek, otomatikman her iki değerimizi de kıymetlerinden düşürmek ve etkisizleştirmek anlamını içeriyor. Diğer taraftan, Suud rejiminin karakolundaki bir sorgulamadan dolayı, Ravza-i Tahire ve Asr-ı Saadeti maznun sandalyesine oturtmak ise, tam anlamıyla bir kıyas-ı maalfarıktır; kafalar kadar, mideleri de bulandıran bir batıl ilişkilendirme tarzıdır.
*
Fethullah Hoca, alışılagelen mübalağalı ifadelerinden birini de kendi dedelerinden Molla Ahmed için kullanıyor. Tabii, aslında her övdüğü büyüğü üzerinden kendine de bir mevki kotarmakta, onlara yaslanarak kendine olan teveccühe hız vermekte, adeta, “Beni de görünüz, zira ben de aynı familyadanım” diyerek teveccüh-ü ammenin dozajını artırmaktadır. Mesela dedesinin babası Molla Ahmed için şöyle diyor: “Molla Ahmed, ilim ve takvasıyla temayüz etmiş müstesna bir insandı. Hayatının son otuz senesinde ayağını uzatıp yatmamış, daha doğrusu sırtı yatak yüzü görmemiştir. Denildiğine göre uykunun ağır bastığı anlarda, sağ elini alnına koyar ve biraz kestirir. İşte bütün uykusu, alnı eline dayalı bu kestirmeden ibarettir.” (s. 7)
Şimdi sormamız gerekmiyor mu? Hoca, bu söylediklerinizin bir kıymet-ı harbiyesi var mı? Bu aktardıkların her ne kadar özel bir kemalat gibi görünüyorsa da, bunun Sünnet-i Seniyye ile bir alakası var mıdır? Müslümanların yegâne rehberi ve mutlak imamı Hz. Peygamber değil midir? “Resûl size ne getirdi ise onu alın, ona tutunun; sizi neden nehyettiyse ondan kaçının!” (Haşr, 7) ayeti ortada iken, Peygamberin yatmaması, ayaklarını uzatmaması diye bir sünneti var mıdır? Hem Allah, itaat noktasında Peygamberimizi kendisine model olarak göstermiyor mu? “De ki: Allah ı seviyorsanız hemen bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”(Âl-i İmran, 31) ve bunu teyit eden şu ayet son noktayı koymuyor mu? “Kim Resûl’e itaat ederse, Allah a itaat etmiş olur.” (Nisâ, 80) O halde, Hoca’nın dedesi bizim için ne kadar örneklik teşkil edebilir ki? Size soruyorum!...
*
Sözün burasında, şu uyurken ayak uzatmamakla ilgili bir başka muvazenesizlik örneğine değinmek istiyorum. Hoca şöyle diyor:
“Yatmak istediğimde baktım ayağımı arkadaşlardan birine doğru uzatmam gerekiyor; saygısızlık olur düşüncesiyle ona doğru ayağımı uzatmadım. Diğer tarafta kitaplarımız duruyordu; kitaplara doğru ayaklarımı uzatmam mümkün değildi. Beri taraf Kıbleye denk geliyordu. Ayağımı uzatabileceğim tek yön vardı; orası da Korucuk istikametini gösteriyordu. Ve ben, babam Korucuk’ta olabilir ve ona karşı saygısızlık etmiş olurum düşüncesiyle o tarafa da ayağımı uzatamadım. Bir kaç gece böylece hiç uyumadan oturdum.”(s. 37)
Yine bu mealde, “Hayatımda, bir defaya mahsus dahi babama yani onun doğduğu ve şu anda medfun bulunduğu Korucuk’a doğru ayağımı uzatıp yatmadım. Benim ebeveyne karşı saygı anlayışım budur.” (s. 38) demektedir.
Fesubhannellah! Bir hocaefendinin davranışlarını, kendi düşünce ve temayülleri mi belirler, yoksa Kur’an ve Sünnet-i Peygamberî mi? O kadar anlattığınız Peygamber ve onun kutlu sahabelerinin yolu bu muydu? Hangisinin hayatında böyle bir anlayış ve uygulama vardır? Dini, onun Peygamberini ve örnek takipçileri olan sahabeleri, hüngür hüngür ağlayarak anlatan siz değil miydiniz? Peki, neden anlattığınız kimseleri örnek almıyorsunuz? Onların hayatlarında bu ifrat-tefritler, bu zikzaklı, iniş-çıkışlı uygulamalar var mıydı? Kendiniz haklı kılacak bir örnek gösterebilir misiniz? Madem yok, nasıl olur, “Benim ebeveyne karşı saygı anlayışım budur” diye bilirsiniz? Senin ya da benim anlayışım yaşamımızda belirleyici olabilir mi? Dinlenmesi gereken bir emanetullaha, yani vücudumuza bu işkenceyi çektirmek İslâmî olabilir mi? Bu uygulama, bir çeşit Uzakdoğu menşeli acı ve ıstıraplara müstenit vücut terbiyesine benzemiyor mu? Ya da literatürümüzdeki ismiyle “batınî” bir anlayış olmaz mı?
Bütün bunları bir tarafa bırakalım; sadece 4 ana yön mü var? Mesela doğu, batı, kuzey ve güneyin dışında, ara yön olarak bildiğimiz kuzeydoğu, güneydoğu, kuzeybatı, güneybatı yönleri de yok mu? Hadi, diyelim dört ana yönde bu sıkışıklığı yaşadın, bu çıkmaza girdin; Allah aşkına bunların arasındaki yönlere doğru ayaklarınızı uzatamaz mıydınız? Hem bu evhamla hareket edersek, hangi yönde kutsanacak bir unsur olmaz ki?!
Hoca’nın bu hikâyesi, Osman Gazi’ye nisbet edilen bir hikâyeyi hatırlattı. Malum ya, deniliyor (kaynağı yok): Osman Gazi, kayınpederi Şeyh Edebali’nin evindeymiş. Uyku saati gelmiş, ta uyuyacağı anda, bir de bakıyor ki ayaklarının hizasında, duvarda Kur’an-ı kerim vardır. Başlamış uyumamaya ve derken sabah olmuş; kayınpederi sabah namazına kaldırmak için geldiğinde onu oturmuş, Kur’an okur halde bulmuş. Acaba yatağı mı beğenmedi diye düşünen kayınpederine, “Biz ailemizden böyle gördük; Kur’an’ın olduğu yerde biz ayaklarımızı uzatıp uyumayız!” deyivermiş... Hikâyeler üzerinden yürütülen bir din algısı, ne diyeceksin!
Neyse, bir fıkrayla sizlere –hiç olmazsa– biraz tebessüm ettirelim:
Nasreddin Hoca oğluyla beraber eşeğine binmiş, yolda gidiyorlardı. Karşı taraftan gelen biriler, “Yazık yazık, zavallı eşeğe iki kişi binmişsiniz; sizde hiç acıma yok mudur?” Hoca, eşekten inerek öylece devam ederler. Karşıdan gelen bir başka gurup homurdanır ve “Yazık yazık; ne günlere kaldık, baba yayan, çocuk eşeğe binmiş vaziyette!” diyerek çocuğu kınar. Bu durum üzerine, çocuk iner Hoca biner. Bu sefer de gelen kafile, “Yazık, yazık; koca adam eşeğe binmişken zavallı çocuk yayan kalmış, bu nasıl babalık!” deyivermiş. Hoca artık dayanamaz, kendisi de iner; eşekle beraber yola devam ederler. Bu sefer gelen bir diğer gurup, “Yuh, şu ahmaklara bak! Yanı başlarında boşta bir eşek dururken, ikisi de yayan yürüyorlar!” demişler. Hoca, bu sefer eşeği yüklenmeye başlamış; biraz da öyle yürümüşler. Bu sefer karşıdan gelen bir gurup, bu hale kıs kıs gülmüş ve “Şu akılsıza bak, binmek için yaratılmış eşek yerine kendisi eşeğe eşeklik ediyor!” deyivermiş. Hoca bakmış, insanları razı etmek de, memnun etmek de mümkün değildir; yine başa dönmüş, bildiğini yapmış; eşeğe atlayarak çocuğunu terkisine almış. Fe’tebirû!...
*
Yine ölçüsüzce söylenmiş ve Sünnetin ruhuyla imtizaç etmeyen örneklemelerinden birisi de dedesinin sarığına dair söyledikleridir. Neymiş, efendim “Sarığını Osman Gazi Hazretleri gibi sarardı.”(s. 8); “Dedem Osmanlı sarığı sarardı.”(s. 24) Şimdi Hoca’nın bu sözünü nasıl anlamalı, nasıl yorumlamalıyız? Sarık sarmada da ölçü Peygamber (asm) değil midir? Neden Osman Gazi?... Hem Osman Gazi’yi nerede gördün ki onun sarık sarma şekliyle dedeninkini benzeştiriyorsun? Yoksa kimi ressamların çizdikleri Osman Gazi portrelerini kendisi mi zannediyorsunuz? Bir âlim için ne kadar trajikomik bir durum, değil mi? Unutmadan söyleyeyim, siz değil miydiniz ki, sarığın sünnet olmadığını söyleyen! Ne demiştiniz, tekrar hatırlayalım: “Günümüzde çokça üzerinde durulan ve dinin bir aslı gibi insanlara sunulan sarık mevzuunda bile Efendimiz’in, Buharî, Müslîm gibi mevsuk hadis kitaplarında rivayet edilen bir işareti dahi olmamıştır...”(Prizma–4, s. 120) E, o halde, bu sarık sünnet değildiyse, bu alim dedeniz ne diye sarıyorlardı acaba? Hiç düşündünüz mü?
*
Fethullah Gülen, İmam-ı Rabbanî’den bahsederken, onun tasarrufundan bahsediyor; bu tasarrufun halen devam etmekte olduğunu iddia etmektedir. Okuyalım: “İmam-ı Rabbanî gibi zatların tasarrufu bitememiştir. Onlar her zaman ve zeminde tasarruf edebilen büyükler zümresidir.”(s. 31) Hoca’nın bu iddiasının hangi nassa ve kıstasa istinad ettiğini sormak isterim. İmam-ı Rabbanî hakkında sarfettiği bu “her zaman ve zeminde tasarruf edebilen” nitelemesini ispatlamalıdır. Allah’tan mücerred manada bir insanı –adeta– kendi kendine tasarruf edebilir konumuna yükseltmek beraberinde itikadî tartışmaları da getirtir. Bu kabil itikadî polemikleri kamuoyuyla paylaşmak, hiç bir fayda sağlamadığı gibi, insanlara ulûhiyet isnadını netice verir ki, akıbeti hiç de hayra yorumlanamaz.
*
Fethullah Gülen, izhar edilmemesi gereken bir kerameti de dikkate veriyor ve onun üzerinden yine bir makbuliyet devşirmeye çalışıyor. Mesele kazlarıyla alakalı ve güya bu kazlar Necip Ağa ismindeki “çok muhterem, abid, zahid” bir komşularının tarlasına girmişler. O “çok muhterem, abid ve zahid” zat başlamış kazları dövmeye. Hocanın ifadesine göre, kiminin ayağını kırmış, kiminin de gözünü çıkarmış. Derken, havada bir bulut ve görülmemiş bir dolu... Necip Ağa’nın bahçesini silip süpürmüş. Ve bu dolu felaketi sadece onun bahçesinde görülmüş...(s. 43)
Hikâye böyle; ama bana kalırsa, bu hikâyenin naklinde bir kaç namuvafık-ı hakikat durum iç içe sırıtmaktadır. Birincisi, keramet izhar edilmez; hele ki bu “çok muhterem, abid ve zahid” bir zatın ruhaniyetine ve geride kalan aile fertlerinin izzet-i nefsine dokunacak ise... İkincisi, suçun şahsiliği esastır; suçu işleyen Necip Ağa’dır. Bahçe ise bütün ailenin mal-ı müşterekidir. Bahsi edilen dolu ise, masumlara da zarar vermiş; onların da nafakasını telef etmiştir. Bu durumu Allah’ın adaletiyle nasıl tevfik edebiliriz? Üçüncüsü, birkaç kazın zarar görmesine mukabil bir bahçenin topyekûn imhası bir zecir tokadına benziyor; hâlbuki o “çok muhterem, abid ve zahid” zat amme hukukuna ya da din-i İslâm’a zarar verecek ölçüde bir suç işlememişti. Ya da bu denli bir cezayı hakketmiş ise, nasıl “abid” ve “zahid” olabilir? Kıyas edilsin!
Muvazenesizce sarfedilmiş sözler gibi,–kendinden menkul– bu gibi kerametvari nakilleri de ilmî bir kişiliğe yakıştırmak mümkün değildir. Zalim ve münkir birine –ki sadece şahsına– isabet etseydi “neyse ki” diyecektik; ama bir ehl-i takvaya gelen bir musibeti kamuoyuyla paylaşmak ve bunu da bir kaç kaza verdiği zarara bağlamak hiç de muvafık düşmemiş ve belagate uygun değildir.
*
Fethullah Gülen Hoca, kendi kendini medhederken, bunda da ölçüyü tutturmaz, hadd-i vasattan taşarak ifrat ve tefrit dolambaçlarına sapar. İnsanlara istikameti anlatanın hayatındaki istikametsizlikleri ha bire dillendirmesi, zahiren bir itiraf ve nefsi köreltmek gibi anlaşılsa da, bu itiraf Allah’a karşı olmalıdır; zira settaru’l-uyûb ve gaffaru’z-zunub Allah’tır, başkası değildir. Bitpazarına dökülen defolu ya da eski püskü elbiseler gibi, bütün ayıp ve günahları kamuoyuyla paylaşmanın aklî ve şer’î mesnedi olamaz. Sağda-solda ayıplarını ilan edenlerin normal bir ruh haline sahip olduğu da tartışma götüren bir husustur.
Evet, Hoca diyor ki: “Ben hayatımda, bir veya iki defa kötü rüya görmüşümdür. Buna rağmen su iktiza ettiği olurdu. Bünyem çok kuvvetliydi. Tuvalette yıkanırdım. Buzlara basa basa, başımdan matarayla su döküp yıkandığım çok olmuştur.”(s. 72)
Vallahi siz ne derseniz deyiniz, bu ifadelerin bende hiç bir müspet yansıması olmadı ve olamaz. Evvela, kötü rüya dediği cenabet halidir ki buna kötü rüya denilmez, tamamen biyolojik bir hadisedir. Hiç bir tahrikkâr unsur olmasa bile, belli bir yaştan sonra vücudun bir def’-i tabiisidir ve zaman zaman vaki olan bir biyolojik ihtiyaçtır. İkincisi, bir insanın elli yaşlarında iken “Hayatımda bir veya iki defa kötü rüya görmüşümdür” deyip bunun üzerinden faziletini izhar etmesi hoş bir durum olmadığı gibi, cenabet olmama üzerinden bile fazilet devşirmeye gitmek, velayetten bir hisse kotarmaya çalışmak da meşru ve makul bir yöntem olarak görülemez. Üçüncüsü, normal bir insanın elli yaşlarına bastığı bir hengâmede kalkıp böylesi bir ifşaatta bulunması, biyolojik sıhhat açısından da hayra alamet değildir... Her ne ise, merak edenler tetkik edebilirler...
Bir de tuvalet ortamında gusül almanın sıhhat yönünü doktorlara, fıkhî yönünü de kendisinin fıkhî bilgisine havale ediyorum…
*
Fethullah Gülen Hoca, bazen öyle nakillerde bulunur ki aklı başında, kalbi yerinde ve iradesine hâkim hiç bir insanın ona evet demesi mümkün değildir. Tam anlamıyla hayalî, efsanevî ve mitolojik şeyler... Bunlardan birisi de Sultan Abdülhamid’e dair aktardığı bir hikâye. Hikâyeyi nakleden Meded isminde –güya– cennetmekân Abdülhamid’in faytonculuğunu yapmış birisi. Gecenin geç bir vaktinde, Hünkârın tarifi üzere bir evin önünde dururlar. Hünkâr evin kapısını çalar ve bir genç kapıyı açar. Hünkâr onun kafasını kılıçla uçurur ve sonra aynı istikamette dönerler. Meded, ertesi gün o kapıya gelir ve kapıyı açan orta yaşlı kadına dün gecede neler olduğunu sorar. Kadın, eve sarhoş olarak gelen oğlunun kendisine saldırdığını, tam kendisini helak eden bir günaha girecekken, kapılarının çalındığını ve kapıyı açmak üzere giderken geri gelmediğini, arkasından gittiğimde ise onun kapıda öldürüldüğünü gördüm, demiş. Faytoncu, bu hadiseden yola çıkarak, Sultan Hamid’in kalp gözünün ne kadar açık olduğunu anlatmış.(s. 45)
Bir Müslüman olarak, böyle bir hadiseyi onaylamak mümkün olmadığı gibi, bu hikâyeyi doğru gibi telakki etmek ve bundan hareketle Abdülhamid’e paye biçmek, öldürülen genç için de “oh!” oldu demek de asla mümkün değildir. Tipik bir etkileme ve telkin metodunu esas alarak senarize edilmiş bu tür mizansenler, Müslümanların beynini ve iradesini rehin almış, hatta köreltmiş, işlevsiz bırakmış durumdadır. Bir sefer, Meded için “Ehlullah”, “Bize kışın yaz meyvesini, yazın da kış meyvesini ikram ederdi” vb. yüceltmeci tavsifler tamamen rüyalar, kerametler, mükâşefeler peşinde koşan bir kısım ehl-i tasavvufun uydurmalarına benziyor. Bazı insanlar halüsinasyon da görseler, onu doğru ve gerçekte var kabul ederler ya!... Onun gibi bir şey.
Her şeyden önce, bir olayın haber-i vahid olarak nakli, o olayı şaibeli kılar. Hele hele, olayı aktaran kişi abartı sanatında hayli ileri ise, olayın gerçeklikten uzaklaştırır, onu hayal ve hurafelere sarmalar ve netice de inanılır olmaktan çıkartır. Hikâyeler üzerinden inşa edilmeye çalışılan bir din ve iman algısı, bu dinin mensupları için tam bir felâkettir; onları hurafe ve hayallerin gayyasına sürükler. Kendileri bir gayyanın mahkûmu iken, başkalarına medet etmeleri mümkün olur mu?
Cenentmekâncı din algısının Abdülhamid’e hikâye ve rivayetler üzerinden kazandırdıkları paye ile Abdülhamid’in bir genci katletmesi arasında da ciddi bir tenakuz vardır. Şeriat’ın hükmünü şahıslar nasıl uygulayabilir? Hem bu evde olup bitenleri sezen bir Hünkâr, neden o güne kadar sessiz kalmışta “helak edici bir günaha girecekken” müdahale ediyor? Bu nasıl yöneticilik? Bu adamın sarhoşluğunun cezası kellesinin uçurulması mıdır? Bu salahiyeti kim padişaha vermiştir? Bir diğer husus, helak edici günahtan maksat, hikâyeden anlaşıldığı vecihle annesine tecavüz etmek olduğuna göre, böyle bir şeyi, ima etmek bile olsa, ne kadar doğrudur? Sarhoş birisi kapıya koşup gelenlere kapı açabilecek kadar uyanıkken, karşısındakinin öz annesi olduğunu seçemiyor mu? Her ne ise, bu saçmalıklarla dolu hikâyeleri gündeme getirmek caiz olmadığı gibi, kitaplara geçirmek ve dolayısıyla mensubînine okutturmak asla ve asla meşru bir yol olamaz. Unutulmamalı ki, her hikâyenin bir bilinçaltı izdüşümü var...
*
Hoca Efendi’nin muvazenesizce ve mantık sınırlarını zorlayan bir diğer ifadesi de “Günlerce aç kaldım; bir ekmek alacak kadar param yoktu.” (s. 62) ve “Bayram vaazına çıkacağım; yine günlerdir açım, ağzıma koyacak tek lokma yok.” (s. 63) demesidir. “Mübalağa ihtilâlcidir” sözünü tekrar hatırlayalım; bu sözü kendileri de çok iyi bilmektedir. Bir sefer, hem Sünnet’i anlatacaksınız, fıtrat kanunlarını anlatacaksınız, hem de kalkıp hayatını tehlikeye sokacak, sıhhatini bozacak, hizmete amade bir cesedi hantallaştıracaksın, olacak şey mi? Bir memur olarak, aklı başında ve tedbir sünnetinden haberdar biri olarak maaşınızdan cüzi de olsa ayıramaz mıydınız?
Eğer kendinizi Bediüzzaman’a kıyaslama yoluyla bu muhataralı yola süluk etmişseniz, bu bir kıyas-ı maalfarıktır. O henüz çocuktu, medresede fakî idi, evlere ratiba gitmezdi, otlarla beslenirdi, biraz da Suhreverdî’nin etkisinde olarak riyazete dalmıştı... Ya siz? Yaş olarak yirmiyi aşkındınız, devletin maaşlı memuruydunuz, bir serhat şehrinde yaşıyor ve etrafınızda bir gurup insanla birlikteydiniz.
Hâsılı, ne diye “günlerce aç” kaldınız? Ne diye “bir ekmek alacak kadar” para tutmuyordunuz? Bu sizin bileceğiniz iş, ama Sünnete muvafık olmadığı kesindir. Eğer “Bir lokma, bir hırka” felsefesi sünnet ise, bu günkü yaşantınızın ve şartlarınızın sorgulanması ve ciddi bir kritiğe tabi tutulması gerekir.
*
İşte eleştirilerimi haklı kılan bir diğer payelenme örneği: “Mübarek gecelerden biriydi; arkadaşlarla İşaratü’l-İcaz kitabını okumaya başlamıştık. Gece geç vakit, bazı arkadaşlar yattılar. Muazzam Bey’le okumaya devam ettik. Tam, ‘Ey Habib-i Şafik! Ey Şefik-i Habib!’ ifadesi okunurken, evin duvarlarından inilti sesleri gelmeye başladı. Ben beş defa aynı inilti ve hicran dolu sesi duydum. Ses, ‘Of! Of!...’ diyor ve duvar âdeta vuslat hasretiyle inliyordu. Muazzam Bey, ben üç defa duydum, dedi. Ben ise beş defa aynı iniltiyi duymuştum.”(s. 117)
Farzedelim ki gerçekten böyle bir ses duyulmuş olsun, ancak bu şahsî ve dar dairedeki duyumlarınızı duyurmaktan amacınız ne? Allah aşkına, insan her görüp duyduğunu, her hayal ve düşünü, her rüya ve kuruntusu bu şekilde toplumla paylaşır mı? Bu toplumun kafasında zaten binlerce hurafe ve efsaneler cirit atmaktadır; bu toplum zaten cinli-perili hikâye ve masallarla oyalanmaktadır, bu toplum zaten bir sürü İsrailiyat ve hezeyanlarla itikadî bir kirlilik yaşamaktadır; bütün bunlara ilâve olarak, bu türden şahsî duyum ve teessüratları telkin etmeye, kitaplarla kamuya anlatmaya ne gerek vardır? Üstelik “Muazzam Bey üç defa, ben beş defa duydum” diyerek kendi almaçlarının daha hassas ve adeta iki kıdem daha ilerde olduğunu ima etmeye, bu hadiseden bile kendine bir üstünlük payı çıkarmaya ne gerek vardır?
Hâsılı kelam, inandığı gibi yaşamayanlar, zamanla yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar… ve eğer bu yaşanılanlar hurafe ve hezeyanlarla malamal ise, karşımıza gerçek dini bastıran ve boğan bir şahıslar kültü dikilir ki, maazallah…
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.