EŞİTLİK TEMELİNDE BİR ÇÖZÜM İSTİYORUZ, BUNUN BİÇİMİ FEDERASYONDUR
Kemal Burkay
05 Kasım 2012 Pazartesi 07:20
HAK-PAR Kongresi"nde Genel Başkan Seçilen Kemal Burkay"ın kongrede yaptığı konuşma metni:
Sayın konuklar,
Bildiğiniz gibi, 32 yılı bulan uzun bir politik göçmenlik döneminin ardından, geçen yıl yeniden yurda döndüm. Şimdi de bir legal partinin, HAK-PAR’ın kongresinde sizinle birlikteyim.
Bu bende hem hoş, hem buruk duygular uyandırıyor. Hoş tarafı şu ki, gurbette, sürgünde geçen 32 yıla rağmen ayakta kalmayı başardık, özgürlük ve demokrasi için çıktığımız yolda mücadelemizi sürdürdük ve bugün yine sizinle birlikteyiz. Ama asıl hoş tarafı, yurt içinde sizlerin, onca zulme, baskı ve işkenceye, yargısız infazlara ve büyük ekonomik zorluklara rağmen mücadeleyi sürdürerek bugünlere getirmiş olmanızdır. Yurt içindeki insanlarımızın bu destansı mücadelesi bize onur veriyor.
Buruk duygulara gelince… 32 yıl az bir süre değil. Yurt dışında ne denli verimli bir çalışma yapsak, yurt içindeki mücadeleye destek versek de, bu yüzlerce, binlerce kadro bakımından kaybedilmiş önemli bir zamandır, nerdeyse yarım ömürdür. Eğer o dönemlerin barışçı, demokratik mücadelesinin yolu kesilmeseydi, eğer on yıllar boyu zindanlarda ve sürgünde değil de ülkemizde, halkımızın arasında özgürce siyaset yapabilseydik, görüşlerimizi özgürce söyleyip özgürce örgütlenebilseydik, belki de bugün yüz yüze olunan ağır sorunları çoktan çözmüş olacaktık. Darbeler, özellikle de 12 Eylül darbesi bu ülkeye, halklarımıza çok şey, belki bir yarım yüzyıl, belki daha fazlasını kaybettirdi.
Değerli dostlar, arkadaşlar,
Gençler o günleri yaşamış olmasa bile, burada olanların birçoğu 1970 ve 80 öncesini bilir. Biz Kürt yurtseverleri için, legal planda görüşlerimizi ve taleplerimizi özgürce dile getirebileceğimiz örgütsel çalışma koşulları yoktu. En masum görüşlere ve taleplere karşı da tutuklama, işkence, bundan da öte saldırılar ve siyasi cinayetler ülkenin siyasi ortamını karartıyordu. Bu nedenle Kürt hareketi ve sol hareket illegaliteye, gizliliğe yöneldi. Baskı ve şiddet kendi karşıtını yarattı ve zaman içinde ülke, çok büyük acılara, büyük bedellere mal olan bir şiddet sarmalına girdi, ki bugün de ondan kurtulmaya, siyaseti normalleştirmeye çalışıyoruz.
Bir başka deyişle, geçmişte illgegalite, ya da gizlilik, bizim tercih ettiğimiz bir şey değildi, buna zorlandık, mecbur edildik. İlk uygun fırsatta ise açık çalışmaya, legaliteye yöneldik. Buna yönelik çabalarımız daha 1980’li yılların sonlarında, Cunta’nın gerilediği dönemde başladı. 1990 yılında Halkın Emek Partisi’nin, kısa adıyla HEP’in, ortaya çıkışında benim ve arkadaşlarımın payı var. DEP’te de öyle. Daha sonra Kürt legal siyaseti ne yazık ki, bazı kesimlerin izlediği yanlış yöntemler yüzünden ayrıştı ve ayrı kanallara yöneldi. Parti içi demokrasiye, barışçı yöntemlere önem veren ve şiddeti dışlayan hat DDP, DBP ve son olarak da HAK-PAR’da bugünlere kadar sürüp geldi.
Tüm bu legal partilerin daha önceki dönemdeki ve nerdeyse tamamı illegal olan partilerden en önemli farkı şu ki, daha öncekiler belli bir ideolojik çizgide örgütlenmişlerdi ve hemen tamamı kendilerini Marksist-Leninist diye niteliyorlardı, bu konuda adeta bir yarış içindeydiler. O dönem için bu anlaşılır bir şeydir. O zamanki iki kutuplu dünya ve soğuk savaş dönemi, aynı zamanda sosyalist devrimler ve ulusal kurtuluş savaşları dönemiydi… Sosyalist bir öncülüğün ve iktidarın aynı zamanda Kürt halkını ulusal kurtuluşa götüreceği öngörülüyordu. Bu nedenle Kürt ulusal hareketi nerdeyse bütünüyle sola, sosyalizme yönelmişti. Ama 1980’lerin sonunda ve 90’ların başlarında sosyalist sistemin çökmesi, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla çok şey değişti. Günümüzde, değişen koşullar nedeniyle, pek çok toplum gibi, Kürt halkı, hatta Türk halkı için de, yakın hedef özgürlük ve demokrasidir. Yani çağdaş anlamda özgür ve demokratik bir toplum yaratmaktır.
Öyle olunca, özellikle Kürt hareketi için gerekli örgüt de, kitlelerin, değişik toplum kesimlerinin temel hak ve özgürlüklerini programına almış, bunun için mücadele eden, demokratik ve değişimci bir parti olmalıdır.
Elbet, sadece doğru bir program ve doğru hedefler seçmiş olmak yetmez. Hedefe ulaşmak için, zamana, koşullara uygun doğru yöntemler de seçmiş olmak gerekir.
İşte HAK-PAR böyle bir partidir.
HAK-PAR Kürt ulusal hareketinin bir parçasıdır, onun evriminin yeni dönemdeki bir ürünüdür. HAK-PAR 2000’li yılların başında oluştu. Bu bir rastlantı değil. Tam da o dönemde Kürt ulusal hareketi dar bir boğaza girmişti, zor günler yaşıyordu. Rejim, 1960’lı yıllardan başlayarak baskı ve şiddetin dozunu arttırarak, Kürt hareketini adeta bile bile şiddete itti, terörize etti. 1999’dan itibaren ise, PKK lideri Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirilmesinin ardından, bu durumdan yararlanarak Kürt hareketini pasifize etmeye çalıştı. Nitekim, Öcalan İmralı’daki savunmasında geçmişteki tüm taleplerini reddetti, “ne bağımsızlık, ne federasyon, ne otonomi, bunların hiçbirini istemiyoruz,” dedi. Üniter devleti ve Kemalizmi savunur oldu. Kürt halkının hak taleplerini sıradan kültürel haklara indirgedi. Partisi de onu izledi.
İşte HAK-PAR bu koşullarda, ulusal saflarda baş gösteren karamsarlığı, umutsuzluğu giderme, ulusal talepleri ve mücadeleyi sahiplenme, Kürt halkına doğru bir seçenek sunma ihtiyacının gereği olarak ortaya çıktı. Bunun için yurtsever güçlerin el ele vermesi gerekiyordu. Bu amaçla, geçmişte ayrı ayrı örgütlerde siyaset yapan, ayrı ayrı kulvarlarda koşan Kürt yurtseverleri özgürlüğü ve demokrasiyi hedefleyen ortak bir program üzerinde bir araya geldiler.
Bu program Kürt halkının temel taleplerini içeriyor. Biz, Kürt halkının siyasal, yönetsel, kültürel tüm temel haklarını savunuyoruz ve eşitlik temelinde bir çözüm istiyoruz. Bunun biçimi federasyondur. Türkiye’de, ülkenin çoğulcu, çok renkli gerçeğine uymayan üniter yapı terk edilmeli, ademi merkeziyetçi, federatif bir yapıya geçilmelidir. Kürt nüfusun çoğunlukta olduğu Doğu illerinde, yani Kürdistan’da federatif bir yapı oluşmalıdır. Kürtçe eğitim dili olmalı, aynı zamanda Türkçenin yanı sıra 2. Resmi dil olmalıdır.
Değerli arkadaşlar,
Bildiğiniz gibi Kürt sorunu Türkiye Cumhuriyeti’ne Osmanlı’dan miras kalmış bir sorun. Osmanlı döneminde başlangıçta bir Kürt sorunu yoktu. İmparatorlukla Kürtlerin ilişkisi bir bakıma bir uzlaşma ve ittifak üzerine kurulmuştu. Osmanlı, Kürdistan’ı ve Kürt halkını tanıyordu. Kürt beylikleri özerktiler. Yani Osmanlı’da bir tür ademi merkeziyetçi yapı geçerliydi. Kürdistan medreselerinde Kürtçe eğitim yapılmaktaydı. Bu medreselerde nice Kürt ozanı, Kürt bilgesi yetişti. Ancak 19. Yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı’da ve İran’da merkezileşme hareketi ile birlikte Kürtlerle çatışma dönemi başladı, Kürt beylikleri yok edildiler. Sorun böyle ortaya çıktı. Cumhuriyetin kurucuları da onu adil biçimde, eşitlik temelinde, yani Kürt halkının temel haklarını tanıyarak çözemediler. Aksine Osmanlı’da bile görülmemiş bir anlayışla, tek soy, tek dil anlayışıyla, Kürt halkını yok saydılar, Kürt dilini ve kültürünü yok etmeye çalıştılar. Bu inkâr ve baskı politikası idi ve doğal olarak tepkilere, bir dizi Kürt ayaklanmasına yol açtı. Ayaklanmalar kanlı şekilde bastırıldı, ama sorun çözülmedi, aksine giderek büyüdü.
Son 40 yıl, Kürt hareketi bakımından çok daha şiddetli uygulamalara sahne oldu. Şiddet şiddeti doğurdu ve bugünlere geldik. Bu süre içinde Kürt halkı da Türk halkı da çok büyük bedeller ödedi. Bu çatışma ortamında 50 binden fazla can yitirdik. Kürdistan altüst oldu, tarım ve hayvancılık çöktü. Binlerce köy yakılıp yıkıldı, boşaldı. Milyonlarca insanımız sürgün yollarına düştü. Bu savaş nedeniyle Türk halkının kayıpları da az değildir. Onca can kaybının, acının yanı sıra, ülkenin trilyonlarca lirası savaşa, yıkıma gitti. Oysa bu büyük paralarla ülkemizin insanlarına çok daha iyi bir eğitim, iyi bir hayat düzeyi sağlanabilirdi. Kurşuna bombaya giden paralar, ekmeğe, kitaba, sağlık alanına gidebilir, bununla iş alanları açılır, ülke daha da gelişirdi.
Çatışma ortamı ülkenin demokratikleşmesini, Avrupa Birliği ile bütünleşmesini de engelledi.
İzlenen baskı politikasının ve şiddetin bir çözüm olmadığı şimdi daha açık seçik görülüyor. Hem Kürtler, hem Türkler bu kirli savaştan yoruldu ve diyaloga dayalı, barışçı, adil bir çözüm istiyorlar. Böyle bir çözüm mümkündür.
Kürt sorununa benzer etnik bir sorunla karşılaşan ilk ve tek ülke Türkiye değil. Dünyanın başka yerlerinde de benzer sorunlar çokça yaşandı ve çözümler bulundu. Bazısında hiç savaşa yol açmadan, uygarca yöntemlerle, bazısında ise, savaş devreye girse bile, eninde sonunda diyalog ve uzlaşmayla. Son örnek Filipinler’de 40 yıldır merkezi yönetime karşı savaşan İslami Moro Kurtuluş Hareketidir. Bundan birkaç gün önce taraflar bir uzlaşmaya vardılar, Müslüman halkın çoğunlukta olduğu güneydeki Moro adasına otonomi tanındı; böylece sorun çözüldü, çatışma bitti.
Biz de diyalog yoluyla uygarca ve adil bir çözüm bularak iki yüzyıldır devam eden bu sorunu sona erdirebilir, ülkemize kalıcı bir barış getirebiliriz.
Bunun için ilk elde silahlar karşılıklı olarak susmalı. Türk devleti ve hükümeti, Kürt halkının meşru haklarını tanımak için gerekli köklü, sorun çözücü adımları atmalı.
Kürt kesiminde silah kullanan PKK ise, bu yöntemle sonuç alamayacağını kabul edip, silahları tümden bırakmalı. PKK’nin silahlı eylemlerinin şimdiye kadar Kürt halkının haklı davasına nasıl bir etki yaptığı bir yana, bu aşamadan sonra silahların getireceği olumlu hiçbir katkı yoktur. Silah artık çözümün önünde engeldir. Savaşı sürdürmekte yarar gören çözüm karşıtlarının elindeki en büyük bahane budur.
Diğer bir deyişle, her iki taraf da geçmişteki yanlış politikalardan dönmeli, ezberini bozmalı.
On yıl önce iktidara gelen ve ülkenin askeri vesayetten kurtulması, demokratikleşmesi yönünde önemli reformlara imza atan AK Parti, Kürt sorununa ilişkin olarak da bazı ezber bozucu, küçümsenmeyecek adımlar attı. Bir Kürt açılımı başlattı, TRT Şeş’i açtı, bazı üniversitelerde Kürt dili bölümleri açıldı. Kürt sorunu geçmişle kıyaslanmayacak biçimde serbestçe tartışılır oldu. Ne yazık ki bu süreç uzun süreli olmadı, son dönemde tıkandı. Bunun çeşitli nedenleri var. En başta, barış ve çözüme karşı olan statükocu çevreler açılım sürecini engellemek, boşa çıkarmak için elden geleni yaptılar. Hükümet ise hem güçlükler karşısında kararlı davranmadı, hem de Kürt sorununun çözümüne uygun kapsamlı bir proje ve programa sahip değildi. Bu nedenle durdu ve atılan bazı olumlu adımları sıralayarak “Kürt sorunu artık yok” deme noktasına geldi.
Böylesi bir anlayışla elbet sorun çözülemez. Kürt sorunu hala olduğu yerde duruyor ve Kürt halkının tüm temel hakları tanınıp eşitlik temelinde çözülmedikçe de bu sorun var olmaya ve kanamaya devam edecektir.
Hükümetin bu tutumuna karşılık Ana Muhalefet Partisi CHP’nin de Kürt sorununun çözümüne yönelik olarak umut vadeden bir tutumu yoktur. CHP, bu sorunun ortaya çıkmasına ve kangrenleşmesine yol açan geçmişteki tutumu ve sorumluluğu bir yana, son yıllarda, özellikle AK Parti’nin başlattığı açılım döneminde de son derece tutucu, statükocu bir rol oynadı. Hemen her olumlu adımın karşısına dikildi. Sayın Kılıçdaroğlu geçen yıl seçimler sırasında Kürt sorununun çözümüne yönelik bazı olumlu açıklamalar yaptı. Ama bu devam etmedi. CHP’nin de sorunu çözmeye yönelik bir projesi yok.
Kürt siyasi hareketinin legal plandaki başlıca temsilciliğine soyunan BDP’ye gelince… O da ne yazık ki politika oluşturmakta özgürce davranamıyor ve İmralı’ya veya başka yerlere bakıyor. Bu nedenledir ki BDP’nin ve onun öncüllerinin siyaseti habire değişiyor. Önce Öcalan’ın tercihine uygun olarak “demokratik cumhuriyet” dendi, ardından “demokratik özerklik” diye bugüne kadar siyasi literatürde ve uygulamada var olmayan, içi boş bir şeyden bahsedildi.
Değerli arkadaşlar,
Biz HAK-PAR olarak şu anda bu ülkede Kürt sorununun çözümüne ilişkin derli toplu, gerçekçi bir programa sahip olan tek partiyiz. Eğer başka hiçbir neden olmasa bu neden tek başına HAK-PAR’ın varlığı için yeterlidir.
Federatif biçim ülkemizin ve bölgenin koşullarına uygundur. Böylece her iki halkın, eşitlik temelinde ortak bir hayatı inşa etmeleri ve barış içinde bir arada yaşamaları mümkündür. Böylece kimsenin “vatan ve millet bölünecek” diye bir korkuya telaşa kapılmasına yer olmayacaktır. Bu bakımdan dünyada pek çok örnek vardır ve biri de biz olacağız. Federatif çözüm, dil ve kültür olarak farklı halkların ve ulusların bir arada yaşamasının biçimidir.
Kürt sorunu Türkiye’nin en temel sorunudur ve diğer sorunların ağırlaşmasına, hatta yeni sorunların ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Bu sorun çözülmediği sürece Türkiye’nin ayağında bir prangadır.
Kürt sorununun adil ve eşitlikçi bir çözümü ülkemize barış getirecek ve çağdaş bir demokrasinin, aynı zamanda hızlı bir ekonomik ve toplumsal gelişmenin yolunu açacaktır.
Biz HAK-PAR olarak, bu konudaki görüşümüzü kitlelere duyurmak, hem Kürt, hem Türk kamuoyunu ikna etmek için çabalarımızı bundan böyle de kararlı biçimde sürdüreceğiz.
Kürt sorununun çözümü aslında tüm bölge ülkeleri gibi Türkiye’nin de kapısına dayanmıştır. Türkiye uzun süre bundan kaçamaz. Uygarca ve adil bir çözümle bu sorunu sona erdirmek, Türkiye’nin de yararınadır. Barışa ve ileri bir demokrasiye ulaşmak, bölge ülkeleri için örnek olmak da buna bağlıdır.
Bu soruna çözüm getiremeyecek hiçbir iktidar partisi ve onun lideri Türkiye’nin geleceğini kuramaz ve uzun süre iktidarını koruyamaz. Buradan Türkiye’yi şu anda yönetmekte olan ve güçlü bir kitle desteğine sahip olan AK Parti’ye, onun yöneticilerine, sayın Başbakan’a ve arkadaşlarına sesleniyorum. Bu sorunu daha fazla gecikmeden, her iki halk daha fazla acı çekmeden çözmek mümkündür ve bu işte kendilerine önemli bir rol düşüyor. Bu tarihi rolü oynasınlar. Bazı kesimlerin tepkileri, yanlışları karşısında öfkeye kapılıp ve geri mevzilere çekilip artık “Kürt sorunu yok” demesinler. Kitleler onlardan çözüm bekliyor. Bu doğrultuda atacakları her olumlu adımı, geçmişte olduğu gibi bundan böyle de destekleyeceğiz.
Ana Muhalefet Partisi CHP’ye, Genel Başkanı Dersimli hemşerim Kılıçdaroğlu’na ve sorumlu mevkideki arkadaşlarına da sesleniyorum. Anadilde eğitime bile karşı çıkmakla, “Türkiye’nin bir tek resmi dili olur, o da Türkçedir” demekle Kürt sorunu çözülemez. Sorunun çözümü için çağdaş ve cesur projelerle ortaya çıkmalılar. Bir sosyal demokrat parti olabilmenin koşullarından biri de budur. Biz onların da sorunun çözümü yönünde geliştirecekleri her olumlu projeye, önerecekleri her olumlu adıma destek olmaya hazırız.
Sonuç olarak, şu anda Türkiye siyaset sahnesinde yer alan, iktidarda veya muhalefette olan tüm partilere sesleniyoruz. Gelin el ele verip bu sorunu çözelim, bu yarayı saralım, böylece tarih yazalım.
BDP konusunda da tutumumuz farklı olmayacak. Kürt siyasetinin değişik kulvarlarında koşsak da, bizim BDP’ye yaklaşımımız asla düşmanca değil ve olmayacak. Biz dostça ilişkilerden yanayız. Hem Kürt halkının hak ve özgürlüklerine hem de genel olarak demokratikleşmeye ilişkin olarak ortak noktalarda birlikte davranabiliriz. Ama bu bizim BDP’nin veya PKK’nin yanlışlarını eleştirmemize engel olmamalı. Hele bu yanlışlar önemliyse… Çünkü bu en başta Kürt halkının haklı davası için gereklidir. Davaya zarar veren tavır ve tutumlar karşısında şu veya bu nedenle susmak, ne aydın olarak ne de iddiası olan bir siyasi parti olarak bize yaraşmaz.
Biz bağımsız bir partiyiz, görüşlerimizi ve doğru bildiğimiz politikayı kararlılıkla savunuruz.
* * *
Değerli arkadaşlar, elbet bu ülkenin tek sorunu Kürt sorunu değil.
Alevi sorunu diğer önemli sorunlarımızdan biridir. Bu konuda herhangi bir istatistik olmadığı için, Alevi nüfusun sayısı tam olarak bilinmiyor. Kimi tahminlere göre bu sayı 10, kimine göre 15 ya da 20 milyon. 10 ya da 20, bu büyük bir nüfustur ve kendilerine inançlarını özgürce yaşama hakkı, cumhuriyetin başından beri tanınmamıştır.
Aleviler ister Kürt, ister Türk ya da Arap asıllı olsunlar, daha İmparatorluk döneminde zaman zaman ağır baskılara, hatta kırımlara uğradılar. Cumhuriyet döneminde de Aleviler üzerindeki baskılar son bulmadı, hatta arttı denebilir. Daha Kurtuluş Savaşı döneminde Koçgiri’ye, 1937-38 yıllarında ise özellikle Dersim’e yönelik harekât tam bir soykırım niteliğindedir. Cumhuriyet dönemi boyunca Alevi inancı nerdeyse tümden yasaklı bir inanç oldu, son yıllara kadar kimliklerini gizlemek zorunda kaldılar, cem ayinlerini ancak gizlice yapabildiler. 12 Eylül öncesinde Maraş, Çorum ve Malatya gibi illerde, ülkede sağ-sol, Alevi-Sünni çatışması yaratarak darbe koşullarını oluşturmaya çalışan derin devlet güçlerinin, en başta da Kontrgerilla’nın türlü saldırı ve komplolarının hedefi oldular.
12 Eylül faşist rejimi de aynen 1930’larda olduğu gibi Alevi kitlesini, özellikle de Alevi-Kürt Dersim’i bir çıbanbaşı gibi gördü. Alevi inanç anlayışını, geleneklerini hiçe sayarak Dersim köylerine cami yapıp onları camiye gitmeye zorladı. Binlerce Dersim’li çocuğu ailelerinden koparıp, onların ve ailelerinin istekleri dışında, zorla imam hatip okullarına, Kuran kurslarına yönlendirdi. Bu çocukların o dönemde ne tür insanlık dışı baskılara uğradıkları şu günlerde bir dereceye kadar medyaya yansımakta.
Bu dönemde inançları nedeniyle baskıya uğrayanlar elbet yalnızca Aleviler değildi. Hıristiyanlar ve Yahudiler de bundan paylarını aldılar. 1940’lardaki Varlık Vergisi uygulaması 1955’te İstanbul ve İzmir’deki 6-7 Eylül olayları akla gelen en önemli örneklerdir. Bu baskılara Kürdistan’daki Süryani Hıristiyanlar ile Êzdi Kürtlerin yaşadıklarını da eklemek gerekir. Gerek Süryaniler, gerek Êzdiler, yıllar içinde, özellikle de 12 Eylül döneminde kendilerine yönelik ayrımcı, aşağılayıcı politikalar ve türlü baskılar nedeniyle nerdeyse bölgeyi tümden boşaltıp çoğunlukla yurt dışına, Avrupa ülkelerine göç ettiler.
Kemalist rejim yıllar içinde hep içe ve dışa karşı laik olmakla övündü. Oysa bunun gerçeklerle bir ilgisi yok. Salt yukarda saydıklarımız bile bu ülkenin asla laikliği tanımadığını göstermeye yeter. Buna zorunlu din dersi uygulamasını –ki bu zorla İslamlaştırma uygulamasıdır- ve Sünni İslam’a dayalı, Milli Eğitim Bakanlığı büyüklüğündeki bir devlet kurumu olan Diyanet İşleri Teşkilatı’nı ekleyelim.
Böyle bir ülkede laiklikten söz etmek bu ülkenin insanlarıyla ve dünya ile alay etmektir.
Devletin inanç alanını keyfince dizayn etme anlayışından bizzat bu ülkenin Sünni Müslüman çoğunluğu da payını almıştır. Bugünkü başörtüsü ya da türban sorunu işte bunun örneklerinden biridir. Başörtülü kadınlara eğitim alanı ve kamu alanı yasaklanmıştır. Başörtülü bir kadın lise veya üniversitede okuyamamakta, memuriyet yapamamakta, seçilse de parlamentoya girememektedir.
Böylesi bir laiklik göstermeliktir.
Laiklik uygar ve demokratik bir ülkenin, olmazsa olmaz bir koşuludur. Biz HAK-PAR olarak gerçek bir laiklikten yanayız. Devlet inanç alanına karışmamalı, tüm inançlara eşit mesafede olmalıdır. Hiçbir inancın mensuplarına baskı yapmamalı, imtiyaz tanımamalıdır. Zorunlu din dersi kaldırılmalı, Diyanet İşleri Teşkilatı bir devlet kurumu olmaktan çıkarılmalıdır. Tüm inanç mensupları kendi kurumlarını oluşturarak tapınaklarının ve din adamlarının masraflarını bu kurumlar eliyle karşılamalıdır.
Cemevlerinin bir inanç yeri olduğu, Alevilerin taleplerine uygun olarak kabul edilmelidir.
* * *
Değerli arkadaşlar,
Kürt halkının özgürlüğü, bu kapsamda Kürt sorununun adil ve eşitlikçi çözümü bizim için ne kadar önemliyse, Türkiye’nin demokratikleşmesi de o kadar önemlidir ve özellikle günümüzün koşullarında bu ikisi birbirine bağlıdır.
Bu nedenle yeni ve demokratik bir anayasa, Avrupa standartlarında hak ve özgürlükler Türk halkı için gerekli olduğu kadar Kürt halkı için de gereklidir. Son dönemde HAK-PAR olarak yeni bir anayasa yapılması çalışmalarına katıldık, ben de kendi payıma bu konuda çaba gösterdim. Türkiye’nin AB üyeliğinin gerçekleşmesi, bu açıdan AB’ye uyum yasalarının çıkarılması ve bu uyumun pratik hayatta da gerçekleşmesi bu bakımdan son derece önemlidir. Biz öteden beri AB üyeliğini savunduk.
Türkiye’de yönetimler, bunun için Kopenhag Kriterleri’ni ve diğer ortaklık koşullarını kararlıca yerine getireceklerine, çoğu zaman ödevlerinin kenarından dolaşmayı tercih ettiler ve AB’den gelen eleştiriler karşısında ise AB kurumlarını suçladılar. Bu tutum ne yazık ki şu dönemde de devam ediyor. AB’nin yaşamakta olduğu geçici ekonomik bunalım da bir bakıma onun küçümsenmesi ve üyelik koşullarını yerine getirmekteki gönülsüzlüğün bir gerekçesi yapılıyor.
Oysa zaman zaman yaşadığı sorunlar ne olursa olsun AB örnek bir barış, demokrasi ve gelişme projesidir. AB üyeliği her bakımdan halklarımızın yararınadır. Biz AK Parti hükümetini, bu konuda kararlı biçimde adım atmaya, üyelik koşullarını yerine getirmeye, ev ödevlerini zamanında yapmaya çağırıyoruz.
* * *
Değerli arkadaşlar,
HAK-PAR’ın programında, idari ve siyasi yapının yeniden düzenlenmesiyle, bu kapsamda yeni ve demokratik bir anayasaya, siyasi partiler ve seçim yasalarına olan ihtiyaçla ilgili oldukça iyi tespitler var. Yine kadın sorunu ve gençlikle, eğitimle, çağdaş şehircilikle, çevreyle ve hayatımızı ilgilendiren tüm benzer önemli konularla ilgili olarak da oldukça doğru tespitler ve hedefler var. Bunları tekrarlamam gerekmez. Ama bu konuşmamda yine de birkaç noktaya vurgu yapma gereğini duyuyorum.
“Dil, din, cins farkına bakılmaksızın herkes kanun önünde işittir” biçiminde anayasalarda ifade edilen beylik tanıma rağmen bu ülkede kadınlar hiç de erkeklerle eşit olamadılar. Ülkemiz erkek egemen bir toplum olmayı sürdürüyor. Kadına karşı aile içi şiddet devam ediyor. Her gün nerdeyse 3-4 kadın koca ya da “sevgili” cinayetlerine, çağı geçmiş, köhnemiş töre anlayışına kurban gidiyor, acımasızca katlediliyor. İş, eğitim ve siyaset alanında da kadınların eşitsiz durumu devam ediyor.
Bu, bir yanıyla son derece acı, yürek burkan manzara karşısında HAK-PAR olarak daha aktif, kamuoyunu aydınlatıcı ve sorun çözmeye yönelik çabalar içinde olmalı, öneriler yapmalı, projeler üretmeliyiz. Gerek kadınları gerek gençleri örgütlemek, bizzat HAK-PAR organlarında, yönetim planında kadın ve genç oranını yükseltmek ve gelişmelerine yardımcı olmak için daha kararlı çaba göstermeliyiz.
* * *
İşçilerin ve emekçilerin yüz yüze olduğu sorunlar, ağır sömürü, iş güvenliğinin olmayışı ve sendikal hakların AB standartlarında gerçekleşmemesi ülkemizin diğer bir önemli sorunudur. İş kazalarında her gün nerdeyse 3-5 işçi hayatını kaybetmekte. Kısa yoldan servet edinmeye çalışan işverenler, insan hayatına değer vermiyor, kârlarının küçük bir bölümünü bile iş güvenliğini sağlamaya ayırmaktan kaçınıyorlar.
HAK-PAR olarak emekçilerin söz konusu hakları üzerinde kararlıca durmalıyız.
Modern şehircilik, çevre sorunları hem bugünümüz, hem geleceğimiz için giderek daha büyük önem kazanmakta. Çarpık bir kentleşmenin, sanayileşmede doğal çevreyi gözetmemenin, toprağı, suyu, atmosferi sorumsuzca kirletmenin yıkıcı etkilerini artık günlük hayatımızda daha sık, daha çıplak ve acı biçimde yaşıyoruz. Depremlerin yanı sıra, kuraklık ve sel felaketleri, orman yangınları daha şimdiden insan hayatı ve çevremizdeki tüm canlı hayat üzerinde yıkıcı etkiler yapıyor. Trafik yoğunluğu özellikle büyük kentleri yaşanmaz ve boğucu bir hale getirmiş durumda. Ayrıca her gün trafiğe pek çok kurban veriyoruz ve kentler arası yollar kan deryasına dönüyor.
Bu sorunların bir bölümü, örneğin çevre sorunları uluslararası niteliktedir ve tüm insanlığı ilgilendiriyor. Kapitalist sistem kâr güdüsünün önlenemez hırsıyla aşırı üretim ve tüketimi kışkırtarak, plansız ve oburca bir sanayileşme ile dünyamızı bir felaketin eşiğine getirmiş bulunuyor. Bu durumda dünyayı yok etmek için ayrıca bir atom savaşına da gerek kalmamıştır. İnsanlık, çok daha geç olmadan, frenleri boşalmış kamyon benzeri bu çılgınca gidişi durdurmak için seferber olmalıdır ve bu işte bize de görev düşüyor.
Bütün bunlar HAK-PAR olarak bizim de sorunlarımızdır. Bizim her sorunla ilgili söyleyecek sözümüz vardır ve olmalıdır. Bu hem bizim görevimizdir, hem de kitlelerin gönlünü böyle kazanabiliriz, böyle güçlenip kitleselleşebiliriz.
Her şeyin başı doğru bir fikir ve doğru politikalardır.
* * *
Değerli arkadaşlar,
Yurt dışından döndükten sonra HAK-PAR’a üyeliğimle ve şimdi HAK-PAR Genel Başkanlığı’na aday olma nedenlerimle ilgili de birkaç şey söylemek istiyorum.
Ben HAK-PAR kurulduğundan beri ona destek veren, politikalarını doğru bulan biriyim. Yurt içine döndüğümde HAK-PAR’a üye olarak siyaset yapabileceğimi hep söyledim, diğer yurtsever insanlarımızı da HAK-PAR’da yer almaya, ona destek vermeye çağırdım. Çünkü HAK-PAR bence Kürt ulusal hareketinin gerek duyduğu seçenektir.
Elbet, bazı arkadaşlarımın ve dostlarımın da söylediği gibi 75 yaşımdan sonra bu, hele hele başkanlık benim için kolay olmayacak. Bu zor ve yorucu bir görev. Bütün bunları biliyorum. Buna rağmen kenarda durup izlemekten, böylece kendi rahatımı seçmektense bilgimi ve birikimimi arkadaşlarımın ve halkımın hizmetine sunmayı gerekli gördüm.
Çünkü ben siyasal mücadeleyi öteden beri örgütlü mücadele olarak gören biriyim. Örgütlü mücadele olmadan başarı şansı yoktur. Bu yaşımda bile eğer bana bir rol düşüyorsa onu üstlenirim. Kürt siyasi hareketinin yanlışlardan arınması, bugünkü çıkmazdan kurtulup sağlıklı bir kanala girmesi için herkes üstüne düşeni yapmalı.
Değerli arkadaşlar,
12 Eylül ve onu izleyen 30 yılı aşkın dönem bir bütün olarak devrimci ve demokratik harekette, özel olarak da Kürt ulusal hareketinde çok büyük tahribatlar yaptı. Pek çok örgüt varlığını koruyamadı, un ufak oldu. Pek çok kadro yoruldu, umutsuzluğa düştü, kenara çekildi. Bu durum bugün de olumsuz etkilerini göstermekte devam ediyor.
Oysa hayat da devam ediyor. Mücadele sürüyor. Ben şu anda örgütlü mücadelenin dışında olan pek çok kadronun, pek çok yurtseverin halkın kurtuluşuna, özgürlüğe ve demokrasiye olan inançlarını koruduklarını biliyorum. Bu nedenle onları bizimle el ele vermeye, HAK-PAR’a çağırıyorum. Gelin güçlerimizi birleştirelim!
Geçmişteki partisel ve grupsal çekişmeleri bir yana bırakalım. Bizim için bağlayıcı olan HAK-PAR’ın programı ve mücadele yöntemleridir. Gelin, bilginizi, becerinizi örgütlü mücadelenin hizmetine sunun, bu bilgi ve beceriye uygun olarak görev alın.
Özgürlük kendiliğinden gelmez, bu emek gerektirir ve onu hak etmek gerekir. Çocuklarımıza ve torunlarımıza özgür ve yaşanılır bir ülke bırakmak bizim, bugünkü kuşakların söz konusu sorumluluğu, fedakârlığı göstermemize bağlıdır.
* * *
Değerli arkadaşlar,
Son olarak, Kongremizin yapıldığı şu günlerde güncel olan iki konuya da değinmek istiyorum: Bunlardan biri Suriye sorunu, diğeri de açlık grevleridir…
Suriye’de diktatörlük rejimine karşı bir buçuk yıl önce başlayan halk direnişi, rejimin halk hareketini acımasızca bastırma çabaları sonucu kanlı bir iç savaşa dönüşerek bugüne kadar geldi. Bu durum, uluslararası güçler duruma müdahale etmedikçe belirsiz bir süre devam edecek görünüyor. Dünya Suriye’deki tarafların boğazlaşmasına daha uzun süre seyirci kalamaz, kalmamalıdır. Birleşmiş Milletler Örgütü ve Güvenlik Konseyi, Suriye’deki tüm tarafların üzerindeki uzlaşacakları bir barış planı sunmalıdır. Daha önce de pek çok kez söylediğim gibi bu, tüm etnik grupların varlığını ve haklarını güvenceye alacak federatif bir çözüm olabilir. Bunun yanı sıra Suriye halkı serbest seçimler sonucu merkezi ve bölgesel plandaki yöneticilerini belirlemelidir. Böylesi federe ve demokratik bir Suriye’de Kürtler de çoğunlukta oldukları bölgede kendi yönetimlerini oluşturmalı, böylece bu ülkede de Kürt sorunu Irak benzeri bir çözüme ulaşmalıdır.
Kanımca bu çözüm Suriye ve bölge için en gerçekçi çözümdür. Türkiye’nin de buna destek olması ve Kürt halkının seçeceği kendi yönetimiyle komşu olmaktan kaygı duymaması gerekir.
* * *
40 günü aşkın süredir devam eden ve kritik bir aşamaya gelen açlık grevine gelince… Açlık grevi elbet bir protesto eylemi türüdür, bazen de belli talepleri kamuoyuna duyurmak için yapılır. Ancak her eylemde olduğu gibi bunda da sonuç alabilmek için zamanı ve koşulları iyi değerlendirmek gerekir.
Ortam elverişsizken başvurulan açlık grevi sonuç vermez. Hele bunu inada bindirip uzun süre devam ettirmek, ölüm orucuna çevirmek, ona başvuranların hayatı üzerinde yıkıcı etkiler yapar, ağır sakatlıklara ve ölümlere yol açar. Bunu önlemek, buna meydan vermemek vicdani, insani bir görevdir. Bu nedenle ben söz konusu eylemin sona erdirilmesinden yanayım.
Öte yandan eylemcilerin Kürtçe savunmaya, anadilde eğitime ve Öcalan üzerindeki tecritin son bulmasına yönelik talepleri meşru, haklı taleplerdir. Bu talepler zaten şimdiye kadar olması gereken şeylerdir.
Ben bu talepler de dahil, Kürt halkının tüm temel taleplerinin karşılanması için, öncelikle silahların susması, bu kanlı şiddet ortamının son bulması gerektiği görüşündeyim. Öte yandan, Kürt sorununun çözümü için de hükümetin ve muhalefetin yeni bir açılım başlatmasına şiddetle ihtiyaç var.
Silahların susmasıyla birlikte aynı zamanda yasaklı tüm Kürt partilerine siyasetin yolu açılmalı. Zaten devlet ve hükümet adamları da öyle demiyorlar mı: “Silahları bırakın, gelin serbestçe siyaset yapın,” diyorlar. Bu da genel bir afla olur. Silahlar tümden susmalı, PKK dağdan inmeli, cezaevlerindeki siyasi tutuklular çıkmalı ve yurt dışındakiler serbestçe ülkeye dönmeliler.
Eğer hükümet ve ana muhalefet bu konuda el ele verirlerse, Kürt sorununun adil ve eşitlikçi çözümü için gerekli köklü, cesur adımları atmak mümkündür.
Şu koşullarda, İktidar ve ana muhalefet partilerinin tutum ve söylemlerine bakıp böyle bir beklentinin fazla iyimserlik olduğunu düşünebilirsiniz. Ama bu olmayacak şey de değil. Fransa’da böylesine cesur ve tarihi bir adımı Charles de Gaulle attı ve Fransız halkı destekledi; Cezayir sorunu böyle çözüldü. Güney Afrika’da, hem de yıllarca ırk ayrımı politikasını sürdüren Cumhuriyetçi Parti’nin lideri F. Willem de Klerk bu adımı attı ve Güney Afrika sorununu çözdü, böylece bu ülkeye özgürlük ve demokrasi geldi.
Ben de buradan Sayın Erdoğan’a ve Sayın Kılıçdaroğlu’na sesleniyorum, gelin bu tarihi adımı atın, bunun onuru sizin olsun!
Sayın konuklar, değerli arkadaşlar, bu uzun konuşmayı sabırla dinlediğiniz için hepinize teşekkür eder, Kongremize ve partimize başarılar dilerim.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.