ERDOĞAN’IN PİYASA EKONOMİSİYLE SAVAŞI
Ali Bayramoğlu
13 Aralık 2016 Salı 01:46
Erdoğan’ın reformcu politikaları terk edip, otoriter bir yola sapmasından bu yana ona eşlik eden, dilinden düşürmediği bir tabir var: “Üst akıl”. Erdoğan ve çevresi için “üst akıl” yaşanan her bunalımı, her karışıklığı, her başarısızlığı planlayan, üreten, harekete geçiren ve ülke içinde ciddi etki ağına sahip yabancı bir el demek.
Ancak kimdir bu yabancı el? Kim olduğu tam olarak belli değil, tam bir öznesi yok. Bazen ABD, bazen İsrail, son dönemlerde de sık sık uluslararası ekonomik ve politik sistem ima ediliyor. Siyasi iktidar için “üst akıl”ın ülke içindeki iş birlikçileri ya da etki ağı, fon kuruluşlarından bankalar sistemine, Gülenciler gibi gizli ve tehlikeli yapılanmalardan liberal aydınlara kadar uzanan geniş bir yelpazeyi kapsıyor.
Tabiri ilk kez, 2014 yılının mart ayında dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç kullanmıştı. Arınç, Gülencilerin Erdoğan’ı devirme hamlesi ile hükümetin yolsuzluk dosyalarının iç içe girdiği 17-25 Aralık 2013 hadiseleriyle ilgili şunları söylüyordu: “Zannediyorum, bir üst akıl Türkiye'de böyle bir operasyonu planlamış.” Arınç gazetecilerin “üst akıl nedir” sorularına ise “Söylemem. Bilsem de söylemem,” yanıtı veriyordu.
Tanıl Bora sonrasını şöyle anlatıyor: “(Tabir) Recep Tayyip Erdoğan’ın dillendirmeye başlamasıyla, resmî siyaset diline yerleşti. 2015 haziran seçimleri öncesinde, CHP, MHP ve HDP’nin ‘üst akıl aracılığıyla koalisyon kurmak istediği’, buna hazırlanıldığı söylendi mesela. (…) Bir ara Gezi isyanının üst aklının Almanya olduğu iması yapılmıştı. Sonra, Almanya parlamentosu Ermeni Soykırımı’nı tanıma kararı alınca, bunun “üst aklın işi” olduğu söylendi. Bizzat Erdoğan, ‘Üst akıldan kendilerine böyle bir talimat gelmiş olmalı ki böyle bir adım attılar’ dedi.”
Ülkede sorunlar arttıkça, IŞİD ve PKK terör eylemleri kentleri vurdukça, Türkiye izlediği politikayla Orta Doğu’da sıkışık koridorlara hapsoldukça ve Erdoğan’a eleştiriler yoğunlaştıkça “üst akıl” tabiri muhafazakar basında ve kesimde yaygın bir açıklama ve doğrulama aracı olarak kullanılmaya başlandı. Kısa sürede Erdoğan’ın Batı sistemine sistematik meydan okumalarının da popüler bir simgesi haline geldi.
Tarih boyunca içe kapalı, otoriter tüm siyasi rejimler siyasi tasfiyeler ve totaliter uygulamalarda araç olarak bu tür hayali düşmanlara başvurmuştur. Şüphe yok ki “üst akıl” tabiri bu rejimlerde kullanılan “dış düşman, emperyalizm, uluslararası Siyonizm, küresel güçler, komplolar” gibi benzerlerinden sadece birisi...
Kaldı ki, Türkiye bu kullanımlara aşina. Üst akıl gibi ifadeler, dünden bugüne kâh askerin, kâh Türk solunun, kâh milliyetçi, kâh İslamcı grupların diline pelesenk olmuş, her birinde farklı biçimler almış ve aynı otoriter siyasi tınıya işaret etmiştir. Aynı bugün olduğu gibi onlar da ülkedeki her gerilimi, her sıkıntıyı, her sorunu dış kaynaklı planlarla, Türkiye'ye, Türk milletine, onun değerlerine karşı planlı ve sistemli saldırılarla açıklar, her soruyu, sorguyu, eleştiriyi bunlarla özdeşleştirirler. Ne var ki, ülkede son günlerde yaşanan yeni gelişmeler üst akıl kullanımının yeni ve kritik bir aşamaya geldiğini gösteriyor.
Türkiye’nin son günlerdeki ana gündem maddesi, ekonomik kriz işaretleri. Malum, Türk siyasetindeki olağanüstü koşullar, demokrasi dışı gelişmeler, hukuk düzeninin verdiği güven ve istikrar ortamından uzaklaşma ülkeye ekonomik fatura olarak geri dönmeye başladı. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının puan eksiltmeleri, uluslararası fonların dolara dönme eğilimi bu faturanın başlıca kalemleri.
Türk hükümeti ise piyasaları sakinleştireceğine bu gelişmeleri üst aklın kendisine yönelik komplosu olarak algılıyor. Ülke bir süredir bu çerçevede Erdoğan’ın üst akıl ithamı üzerinden piyasa ekonomisine açtığı bir tür savaşla çalkalanıyor. Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş, “darbeyi planlayan üst aklın özellikle ‘Türkiye ekonomisi kötüye gidiyor’ algısı oluşturmak için her şeyi yapacağını” söyleyerek, Moody’s’in Türkiye’nin kredi notunu düşürmesini üst akla bağlıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ise günlerdir şu tür sözlerle döviz kurlarının yükselmesini bir komplo olarak değerlendiriyor: "15 Temmuz ihaneti sonrası ülkemize sahnelenmeye çalışılan oyunların farkındasınız. Faiz, borsa, döviz hareketleri üzerinden darbe yapmaya çalışıyorlar. Ne olursa olsun faiz oranlarını düşürmek gerekiyor."
Hükümetin olağanüstü hâl ortamından istifade ederek bankalara faiz oranlarını düşürmek için yaptığı baskı piyasa ekonomisine açılan savaşın göstergelerinden birisi. Erdoğan’ın başlattığı, resmî kurumlarda bir emir telakki edilen “dolar sat lira al” kampanyası bunun başka bir psikolojik aracı, popülerleşmesi ve popüler desteği olma yolunda ilerliyor.
Bu girişimler, doğal olarak karşı tepkiler üretiyor. Cumhurbaşkanı’nın yaptığı müdahaleci ya da üst akıldan şikâyet eden her açıklama döviz kurlarının yükselmesiyle sonuçlanıyor. Nitekim JCR Eurasia Rating Türkiye Başkanı Orhan Ökmen pek çok diğer ekonomistin ortak tespitini özetlercesine, "TL’nin değer kaybındaki ana gerekçe uluslararası gelişmeler ve dış nedenler değildir. Darbe girişimi sonrasında oluşturulan iç siyaset yapısına ve OHAL uygulamalarına ilişkin unsurlar TL’nin değer kaybının ana sebepleridir" diyor.
Piyasa ekonomisiyle bu tür savaş Türkiye açısından bir ilk. 1980 askeri darbesini gerçekleştiren generaller bile ilk iş olarak neo-liberal bir ekonomik programı benimsemişlerdi. AKP açısından da bugüne kadar durum farklı değildi. Başarısını bir ölçüde benimsediği liberal ekonomik politikalar ve elverişli bir dünya konjonktürünün ürettiği yüksek büyüme oranlarına borçlu olan Erdoğan bugün neden böyle hareket ediyor?
İlk neden şu: O büyüme oranları artık yok. Büyüme olmadan siyasi gücü korumak ciddi bir sorun. Erdoğan irrasyonel bir biçimde yeniden büyümenin peşinde koşuyor ve bunu piyasa dışı araçlarla sağlayabileceğini düşüyor.
İkinci neden, Erdoğan’ın özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra siyasi ve kişisel bir güvensizlik ruh haliyle muhafazakâr kesimin son derece yatkın olduğu komplo teorilerine iyice saplanması ve bunu hâkim siyasi bir söyleme dönüştürmesidir. Bu söylem, dün “hasta adam” Osmanlı’nın ayağa kalkmasını engellemek için yapılan planlarla bugün güçlü bir Türkiye’nin önünü kesmek için Orta Doğu’da ve Batı’da uygulanan planları aynı üst aklın ürünü olarak görüyor.
Üçüncü neden ise Erdoğan’ın gitgide önü alınmaz hale gelen ataerkil siyaset anlayışından kaynaklanıyor. Siyasetin ve siyasi iktidarın ekonomi dahil hayatın her alanı üzerinde hükümran olmasına dayanan “yeni Türkiye” arayışı ekonomik alanda liberal politikalardan uzaklaşmayı tetikliyor.
Bu unsurlar etrafında üst akıl söylemi bildik bir otoriter araç olmanın ötesinde yeni bir düzen arayışının adeta kurucu unsuru işlevini yerine getiriyor. İçe kapanma rüzgarlarının estiği dünyada Türkiye’nin içe kapanma ideolojisini resmediyor. Erdoğan’ın yerli ve milli olarak tanımladığı, soru işaretleriyle dolu bu düzen ise ülkeye yeni büyük sorunlar vadediyor. (Al Monitor)
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.