21 Kasım 2024
  • İstanbul7°C
  • Diyarbakır9°C
  • Ankara15°C
  • İzmir19°C
  • Berlin0°C

ERBAKAN HOCA İLE YILDIZIMIZ BARIŞMADI

Rahmetullah Karakaya

04 Mart 2011 Cuma 11:24

Türkiye’nin 54. hükümetinde Başbakanlık yapan Saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan, 27 Şubat 2011 günü, ebediyete göçtü.

Allah, rahmet eylesin.

Erbakan Hoca, 40 yıllık Türkiye siyasi tarihine damgasını vurmuş, renkli bir kişiliğe sahip bilim adamı, siyasetçi ve devlet adamıdır.

Kendisiyle hukukum,1969 yılında başlattığı bağımsız aday hareketine dayanır.

Erbakan Hoca, 1969 seçimlerinde Konya’dan bağımsız adaydı. İstanbul’daki bağımsız adayın seçim karargahı ise Unkapanı Manifaturacılar Çarşısı’ndaydı.

Eniştem Av. Ali Oğuz ile birkaç defa oraya gittiğimi hatırlıyorum.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın politikaya başlangıç tarihi de, o dönemdir.

26031

YILDIZIMIZ BARIŞMADI

Eniştem Av. Ali Oğuz, daha sonra MNP, MSP, RP’de kuruculuk yaptı. İki dönem MSP İstanbul Senatörü seçildi.

1991’de RP’den, 1995’te FP’den, 1999’da SP’den İstanbul milletvekilliği yaptı.

Bu nedenle Erbakan Hoca ile yakından hukukumuz hep devam etti.

Erbakan Hoca, 6 Kasım 1992’de yeğenim Ahmet Şafak Oğuz’un, 4 Mayıs 2006’da da eniştem Ali Oğuz’ın cenaze törenlerine bizzat katıldı.

Ben, 12 Ocak 1973’te yayın hayatına başlayan Milli Gazete’de profesyonel olarak gazeteciliğe başladım.

Ancak, aradan geçen iki yılda yaşadıklarım, Erbakan hareketi ile yollarımı ayırmama neden oldu.

Olayın sıcaklığı nedeniyle herkes, teklerindeki taşları mutlaka ortaya dökecek.

Ben de, duygusallığa kapılmadan, 1973- 75 döneminde Milli Gazete’de yaşadıklarımı okurların takdirlerine sunacağım.

1998 yılında Scala Yayınları’nda çıkan “İkitelli’de Biten Babıalı” kitabımda, yazdıklarımın aynen arkasındayım.

MİLLİ GAZETE’DE GREV OYLAMASI

Bir yıl çalıştığı halde sigortası yapılmayan, hamile eşi doğum sırasında büyük sıkıntılar yaşayan imam hatipli Mehmet Sarı’nın durumuna tepki olarak, Türkiye Gazeteciler Sendikası(TGS)’na üye olduk.

Kitabımda, olayı şöyle anlatıyorum:

“TGS’nin toplu sözleşme çağrısı üzerine, gazete yönetimi, olumsuz cevap verdi.

İşyerinde grev oylaması istedi. Bunun üzerine tarih belirlendi. Gergin ve heyecanlı bir bekleyiş başladı. Bizler, yani gazeteciler, MSP yönetimiyle diyalog girişimlerini yine de ihmal etmedik.

Hasan Aksay’ın, işi takip etmediğini, yerine bakan Mustafa Karahasanoğlu’nun yetersiz olduğunu, defalarca iletmeye çalıştık.

Bir defa olsun çalışanların da sesine kulak verilmesini istedik.

Soruna, Erzurum Milletvekili Korkut Özal, Kocaeli Milletvekili Şevket Kazan gibi bir ismin müdahale etmesini talep ettik. Tarafsız bir kişinin, gerçeği ortaya çıkaracağını bildirdik.

Ama MSP yönetimi, bize kulağını tıkadı. Muhatap bulamadık. Karahasanoğlu’nun iftiralarına inanmayı tercih ettiler.

26033

Grev oylamasına bir gün kala, eniştem İstanbul Senatörü Ali Oğuz, Ankara’dan aradı.

Erbakan Hoca’nın. Hasan Aksay’ın (gazetenin sahibi- İstanbul milletvekili)) doğrultusunda oy kullanmamı istediğini söyledi.

Benim için oldukça sıkıcı bir durumdu.

Ymurta kapıya dayandıktan sonra, Erbakan Hoca nihayet beni hatırlamıştı.

İyi niyetli tüm girişimlerime kulak tıkanırken, grev oylamasında arkadaşlarıma ihanet etmem isteniyordu açıkça.

Ali Oğuz’a, onun için net cevap verdim.

- Sizden çok özür dilerim. Benim kadar siz de, durumu biliyorsunuz. Her fırsatta size olanları anlattım. Ama maalesef bizi dinleyecek kimse bulamadık. Şimdi bu saatten sonra arkadaşlarımı yarı yolda bırakmam söz konusu olamaz. Bir kez dürüstlüğü sığmaz. Beni lütfen mazur görün.

Bu kez telefona ablam geldi.

Ablamdan son mesajı aldım:

Ya Erbakan’ın dediğini yapacaktım ya da işime son verilecekti.

ERBAKAN’A REST ÇEKTİM

Ben zaten bu mücadeleye girerken, her şeyi hesaplamıştım.

İşsiz kalma korkum yoktu. İşsiz kalmamak uğruna, onursuzluğa razı olmam düşünülemezdi.

Erbakan’a tereddütsüz rest çektim.

Sonuca katlanmaya razıydım. Gazete yönetimi, o dönem Cağaloğlu’nda, Üretmen Han’daydı. Ertesi gün, sabah erkenden gazeteye geldik.

1973 sonbaharıydı. Günlerden cumaydı. Yağmurlu bir hava vardı.

Bölge Çalışma Müdürlüğü ve TGS yetkilileri gözetiminde, sandığa oy atacaktık.

Karahasanoğlu (MSP İstanbul Gençlik Kolu Başkanı aynı zamanda), o gün de hünerini göstermeyi ihmal etmedi.

Hasan Aksay’ın odasına, Akıncı gençleri doldurdu. On onbeş genç arasında, sılahlı olanlar da vardı.

Amaç bizlere gözdağıydı. Çoğu tanıdıktı. Ama onlara sendikacıların komünist olduğu söylenmişti. Sendikalıların bizler olduğunu görünce, afalladılar. Hatta bir iki tanesini sıkıştırdık. En ufak bir müdahalede, kendilerini pişman edeceğimizi açıkça ifade ettik.

Onsekiz Milli Gazete çalışanı oy kullandı.

Sandık büyük merakla açıldı. Yönetimin tüm baskılarına rağman, oylar eşit çıktı: Dokuza dokuz...

Yasaya göre, sonuç çalışanlar lehine oluyordu.

Oylamadan zaferle çıktık.

TGS yöneticileri Taylan Sorgun, Ercan Hersek, Acar Şölen ve Ziya Sonay, alkışlar arasında kapıya grev kararını astı.

Milli Gazete’de, yeni bir dönem başlıyordu.

Sonuç, Hasan Aksay için bir yıkımdı.

Cuma namazı için Yerebatan Camii’ne gittik,. Hasan Aksay, hemen önümüzdeki saftaydı.

Çok gergin ve üzüntülü olduğu her halinden belliydi.

Onun adına aslında çok üzülüyordum. Son derece iyi niyetli olmasına rağmen, yanlış ata oynamıştı.

Karahasanoğlu gibi bir ihtiraslı gence teslim olması, onu bu tatsız noktaya sürüklemişti.

Bu yenilginin acısını, bizden çıkaracağını biliyorduk.

ARKANIZDAN DAVUL ZURNA ÇALDIRACAĞIM

Hemen o gun sendikalılar için, “Hepinizi, arkanızdan davul zunra çalarak kovacağım” dediğini duyduk.

Hele grev kararının, ertesi gün tüm gazetelerde yer alması, yönetimi çıldırttı.

“MSP’nin yayın organı Milli Gazete’de grev kararı kesinleşti” haberi, onlar açısından, hiç de parlak bir sonuç değildi.

Meclis’te, CHP’li Turizm ve Tanıtma Bakanı Orhan Birgit’in, Hasan Aksay’a takılması ise gunlerce konuşuldu.

Birgit, kuliste karşılaştığı Aksay’a şöyle demişti:

- Hani, işçinin hakkını alnının teri kurumadan veriyordunuz. Gazetenizdeki grev kararı neyin nesi?..

Anlatıldığına göre, Hasan Aksay ancak gülümseyebilmişti bu söz karşısında.

Tüm bu gelişmelerden sonra. Milli Gazete’de suyumuz iyice ısınmıştı.

Sendikalı olanlara, özellikle Şadan Memişoğlu, Bekir Kopar ve benim üzerimde baskılar artırıldı.

Hazırladığım çocuk sayfası elimden alındı. Böylece sayfa başına aldığım l00 lıradan mahrum bırakıldım. Kadrom muhabir olduğu halde, sayfa sekreterliği yapıyordum.

Esas görevime iade edildim. İstihbarat Servisi’nde göreve başladım hemen ertesi günü. Canıma minnet. Bu işi daha çok seviyordum.

Bu kez, hemen her gün birinci sayfadan imzam çıkmaya başladı. Karahasanoğlu ve ekibi, daha çok çıldırdı.

Bekir Kopar’ı sıkıştırmaya kalktılar. Kürçesi Türkçesinden daha iyi olan Bekir’in, haber yazacağına inanmıyorlardı. Bu konuda kendisine öyle bir destek verdik ki. hiçbir gün sıkıntı çekmedi Tek söz söyleyecek bahane bulamadılar.

NAMAZA GİDENE TUTANAK

Ressam Şadan Memişoğlu, dini bütün bir arkadaştı. Abdest almak için lavaboya gidiyordu. Hemen Karahasanoğlu. tutanak düzenliyordu.

- İşyerini izinsiz terketti, diye.

Yazışmalar, savunmalar yapılıyordu günlerce. İşyeri Disiplin Kurulu toplanıyordu. Sonuç fos çıkıyordu çoğu kez.

Karahasanoğlu, 1990’larda ise radikal İslamcı gazete Akit’in sahibi olarak piyasaya çıktı. Karahasanoğlu, ayağımıza çelme takmak için hiçbir fedakarlıktan kaçınmıyordu.

Sendikalaşma hareketi başlayınca, bir arefe günü birinci sayfa sekreteri Keramettin Aşmaz’ı işten çıkardı.

Amaç, sendikalılara gözdağıydı. Ancak,meslekte hocam olan Keramettin Aşmaz’a yapılan bu çirkin hareket, bizi daha çok kamçıladı.

Onun eksikliğini hiç göstermedik. Aynı hızla arkadaşlarımızı sendikaya üye yapmaya devam ettik.”

MANŞETLER ERBAKAN’DAN

Bu arada, gazetenin tirajı da 20 binlere çıktı.

Erbakan’ın müdahalesi ise had safhada sürüyordu.

Yime sözü, “İkitelli’de Biten Babıali” kitabına bırakalım:

“Gazetenin hemen tüm manşetlerini Erbakan belirliyordu. Ankara’dan teleksle geçiyordu. Veya gittiği Anadolu illerinden telefonla ulaştırıyordu. İstisnasız her gün manşetteydi.

Üç dört satırı bulan manşet ve uzun cümleler, gazeteyi çoğu kez acemice hazırlanan bir bülten havasına sokuyordu.

Bu müdahale, özellikle birinci sayfayı yapan arkadaşların tepkisine neden oluyordu. Ama yapacak bir şey yoktu. Çünkü gazetenin sahibi Erbakan’dı. Tasarruf hakkı da ondaydı şüphesiz.

1973 yılının Kurban Bayramı arefesiydi. Gazeteyi erkenden hazırlayıp kalıba gönderdik. Gazete entertip hazırlandığı için, tüm sayfalar kurşunla diziliyordu. Daha sonraları ofsete geçti. İşini bitirenler erkenden çıktılar.

Ben, Beykoz’a gideceğim için, Bogaz vapurunun saatini bekliyordum. Saat l6.00 sıralarıydı. Yazıişleri’nin telefonu çaldı.

Ahizeyi kaldıran arkadaş, Erbakan Hoca’nın bir yetkiliyi istediğini söyledi.

Yazarımız Ahmet Hulusi, muhabir Bekir Kopar ve birkaç arkadaş sohbet ediyorduk.

Telefonu ben aldım. Kendimi takdim ettim. Hal hatır sorduktan sonra, Hoca konuya girdi:

- Gazeteyi hazırladınız mı?

- - Sayfaları gönderdik Hocam...

- - Manşeti ne yaptınız?

- Kurban Bayramı mesajlarını manşet yaptık...

- Olmaz... Hemen o sayfayı iptal edin, benim evvelki gun çıkan demecimi, Süleyman Arif Emre’nin (o sıralar MSP Genel Başkanı idi), beş gün önce yaptığı açıklamayı ve Fehmi Cumalıoğlu’nun bir hafta önceki demecini yeni bir haber yapın. Manşeti de şöyle verin...

Başladı nasıl manşet atacağımızı anlatmaya. Ben bir yandan not alırken, diğer yandan itiraz edecek oldum:

- Fakat Hocam, yarın bayram... Gazete gecikir. Hatları kaçırırız...

- Ne diyorsam onu yapın...

Emir kesindi:

- Başüstüne...

Hoca, daha fazla konuşma fırsatı vermeden, bayramımızı kutladıktan sonra telefonu kapattı.

Hemen kolları sıvadık. Ben, sayfayı yeniden düzenlemeye çalışırken, Ahmet Hulusi, üç demeci birleştirerek, tek haber haline getirdi.

Dizip sayfayı yeniden çattık. Matris (kalıp) çektirip Güneş Matbaası’na gönderdik.

Ama üç günlük Kurban Bayramı tatilinde, Milli Gazete nasıl okurlara oluştu? Doğrusu ne sordum ne de merak ettim...

Önemli olan, Hoca’nın direktifini yerine getirmekti.

Yoksa MSP Genel Başkanı Süleyman Arif Emre’nin, Genel Başkan Yardımcısı Fehmi Cumalıoğlu’nun demeçlerini tekrar tekrar vermenin, gazetecilik açısından hiçbir orijinalliği yoktu.

ASKERE GİDERKEN SÜRPRİZ

Toplu sözleşme imzalandıktan sonra,1975 baharında askere gitmeye niyetlendim.

Askerlik şubesinden karar aldırdım.

Eniştem ve ablamla vedalaşmak amacıyla Ankara’ya gittim. Bu arada, belki MSP yetkililerine, gazetenin durumunu anlatırım düşüncesindeydim.

Erbakan adına, MSP Genel Sekreteri Oğuzhan Asilterk’le görüştüm. Milli Gazete’deki iki yıllık serüvenimi kısaca anlattım.

Asiltürk., hayretler içinde kaldı. Olayları hiç bilmediklerini itiraf etti. Neden kendilerini haberdar etmediğim için sitem etti.

Eniştem Ali Oğuz da yanımızdaydı. Defalarca suçlanan kişilerin de dinlenmesini istediğini, ancak başarılı olamadığını açıkyüreklilikle söyledi.

Asiltürk, verdiğim bilgiler nedeniyle bana teşekkür etti.

Bu bilgileri Erbakan Hoca’ya ileteceğini bildirdi. Gereğinin yapılacağına söz verdi.

O gün de umudum yoktu, bugün de... Çünkü bir şeyin değişeceğini beklemiyordum. Bu düşüncemde yanılmadığımı da kısa sürede gördüm.”

MİLLİ GAZETE’DEN KOVULDUM

Derken geldik Şubat 1975’e...Yasaya göre askerlikte gazete bana yarım maaş ödemek zorundaydı.

Ama Karahasanoğlu’na göre, İslami müessese bana bu yasal hıkkımı vermemek için, birtakım ayak oyunlarına koyuldu.

Gene yayın müdüründen, yazılı başvurarak izin aldığım halde, işyerini izinsiz terkettiğim gerekçesiyle işime son verildi. Bunun üzerine gazeteyi mahkemeye verdim:

Yine kitaptan okuyalım devamını:

“212Sayılı Basın Yasası ve toplu sözleşme hükümlerine gereğince, 28 bin lira tazminat hakkım vardı. İstanbul İş Mahkemesi’ne açtığım davayı, TGS avukatı Asena Özgen takip ediyordu. Hakkımı yemeleri yetmedi. Bu defa çevreye aleyhima sözler yaydılar:

- İslami bir müessese, hiç kafir mahkemeye verilir mi?

Ölür müsün, öldürür müsün?

İnancın, bu kadar istismar edilip ayaklar altına alınması, görülmemişti.

Hak yerken, haksızlık yaparken. İslam bunların hiç hatırına gelmiyordu.

Ama köşeye sıkıştıklarında, hemen İslama sarılıyorlardı.

21 Nisan 1975’te, Balıkesir Edremit’e askerlik görevine başladım.

Bu arada Milli Gazete ile davam sürüyordu. Gazetenin avukatı Necati Can, Ali Oğuz’un yeğeninin beyi idi. Uzaktan akraba sayılıyordu.

Ama duruşmalarda, benim komünistliğimi ispatlamaya çalışıyordu.

Bu durumu öğrenince, çok rahatsız oldum. Meslek icabı bazı şeyler yapılırdı ama, bu kadarı fazlaydı. Milli Gazete’nin, bana karşı sonuna kadar haksız olduğunu biliyordu. Buna rağmen davayı alması dostluğa sığmıyordu.

ERBAKAN’DAN 21 BİN LİRA ALACAKLIYIM

Araya girerek, iki tarafı uzlaştırmaya çalıştı. Durumu mektupla bildiren pederime. Razı olduğumu söyledim. Davanın kaç yıl süreceği belli değildi. Şimdi alacağımız para, hiç olmazsa bir açığımızı kapatırdı.

Ancak, kalan hakkımı helal etmemekte kararlıydım

1975 rakamlarıyla, Milli Gazete’den 7 bin lira ödediler.

Kalan 21 bin lirayı alma umudumu ise yitirmedim. Bu dünyada olmasa bile, ahirette ilahi adelet mutlaka tecelli edecek.

Onun için, Erbakan Hoca’nın gazetesinden 1975 rakamlarıyla 21 bin lira alacaklıyım.”

Tabii Erbakan Hoca, o muhteşem zekasıyla, yıllar sonra da Milli Gazete’deki haklı eylemimizi unutmadığını göstererek, beni bir kez daha şaşırttı.

Kitabında, bu bölüm de şöyle:

“Şubat 1975’te, Milli Gazete’den ayrılarak askere gittim.

Dönüşte kapısından dahi geçmedim.

Oysa oradaki çatışmamız, MHP’lilerin çıkardığı (Erbakan’ın Günah Galerisi) adlı kitapta yer aldı. Haberim sonradan oldu. Önceden öğrenseydim, mutlaka engel olurdum.

Benimle ilgili bu bölümün yer almamasına çalışırdım.

Çünkü benim şahsi hareketim, eniştem Ali Oğuz’un parti içindeki rakipleri tarafından koz olarak kullanılıyordu.

Ben Milli Gazete dosyasını kapattım. Ama yeğenim Üftade Oğuz, sonraları yıllarca kadrosunda çalıştı.

Erbakan’a (Amca) diyecek kadar yakın olan Üftade, bir süre onun fotoğrafçılığını da yürüttü.

Bir toplantıda, Milli Gazete’nin o dönemki sahibi Hazım Oktay Başer. Üftade’yi Erbakan’a övüyor. Çok başarılı olduğunu belirtiyor.

Konya ve Kars eski valilerinden olan Hazım Oktay Başer, Özal döneminin PTT Genel Müdürü Emin Başer’in ağabeyi. Urfa- Bozova’da kaymakamken, bana ortaokul son sınıfta matematik öğretmenliği yaptı. O nedenle tanışıyorduk.

Erbakan Hoca, Üftade’ye yapılan iltifata memnun kalıyor. Ama 20 yıl da aradan geçmiş olsa, lafı gediğine koymayı ihmal etmiyor:

- Çok güzel, çok güzel. Ancak o da sonra dayısı gibi başımıza bela olmasın...

Bu olayı duyana kadar. Olayı unutmuştum. Yeniden eski günler, film gibi gözümün önünden geçti:

- Allah iyiliğini versin Hocam, demekten başka bir şey elimden gelmedi.

Rahmetullah Karakaya

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.