04 Aralık 2024
  • İstanbul8°C
  • Diyarbakır5°C
  • Ankara4°C
  • İzmir11°C
  • Berlin5°C

EMPEYALİZMİN YENİ SAVAŞ STRATEJİSİ

Abdullah Can

27 Ağustos 2016 Cumartesi 00:19

Emperyalist savaş stratejisi değişmiştir. Klasik saldırı ve cephe savaşları yerine, yıpratma, etkisizleştirme taktikleri uygulanmaktadır. Ekonomik, ideolojik, psikolojik ve istihbarî düzlemde yürütülen bu savaşta, hedef ülke ya da coğrafyaların istikrarsızlığı amaçlanmaktadır. Bu amaçla, ülke ya da coğrafyalardaki “kullanılabilir” farklılıkları iyi okurlar; farklılıkları “aykırılıklara” dönüştürmeye çalışırlar. İç çatışma ve kavgalara zemin hazırlarlar. Farklılıkları “imha” ya da “tektipçilik” dayatmalarıyla mezhep, meşrep ve etnisite gibi argümanları devreye sokarlar. Böylece, emperyalizmin yeni savaş stratejisi işlerlik kazanmış oluyor.

Bu gün yaşadığımız ana problem budur; “vahdet” dediğimiz birlik ve beraberliğin “nifak” ve “ifsad”a dönüşmesidir. Her türlü renk ve çeşitliliğimizle ana hedefe, yani huzur, refah ve kalkınmaya kilitlenmemiz gerekirken, emperyalizmin önümüze attığı kemiklerin üzerinde boğuşuyoruz. Son derece ilkel ve geri anlayışların mücadelesini veriyoruz. İç ve dış cennetlerimizi cehennemlere çeviriyoruz. Dünyamız gibi, ahiretimizi de karartıyoruz. Ülkemizde yaşanan son 30-40 yılın serencamesine bakılırsa, yeni bir silkinmeye ne kadar muhtaç olduğumuz göz önündedir. Kısırdöngüye mahkûm edilmiş bir hayatın “hayat” değil, azap ve işkence olduğu ortadadır. Yeni bir dünyaya uyanmaya muhtaç olan insanlarımıza bunu reva görenlerin insanlıktan ne kadar uzak oldukları açıktır, sanırım.

Emperyalizm için esas olan menfaattir; menfaatine engel olan engelleri ortadan kaldırmaktır. Onun insanî ya da ahlakî bir derdi yoktur. Emperyalist iştiha hiç bir zaman dinmez; o, ateş gibidir. Ateşe dünyanın ormanlarını da atsanız “yeter” demez. Onda dünyayı da yaksanız, “daha yok mu?” diyecektir. Onun bu yanı iyi tanınmalıdır. Düşmanı tanımak, başarmanın yarısıdır. Gerisi, adım atmaktır.

Emperyalizmin beslenme kaynakları kurutulmalıdır. O, cehaletimizden besleniyorsa, bilgi ve bilinç düzeyimizi yükseltmeliyiz. İhtilafımızdan besleniyorsa, inadına birleşmeliyiz; ayrılığa sebep fikrî ve ideolojik farklılıklarımızı bir yana bırakmalıyız. Dinî, mezhebî ve meşrebî farklılıklarımızdan yararlanıyorsa, insanlığımızı öne sürmeliyiz; beklentilerini boşa çıkartmalıyız. Yoksulluğumuzu kullanıyor, alet ediyorsa, daha çok çalışmalıyız, daha çok üretmeliyiz. Zira birçok insanımızın yoksulluk ayağıyla tuzağa düşürtüldüğü, birilerince kiralatıldığı bir gerçektir. İşte, “Düşmanın silahıyla silahlanmak” buna denir; alternatifini üretmek; onunla mukavemet etmektir.

Emperyalizm, bütün dünyada olduğu gibi, zenginliklerine göz diktiği İslam coğrafyasını da “böl, parçala, yut” taktiklerine tabi tutmaktadır. Müslümanları, yeme atlayan balık ya da tuzaktan bihaber kuşlar, kuş beyinliler derekesinde gören emperyalizm, her defasında onları iğfal etmekte, oyuna getirmektedir. Bu bir kader değil, dikkat ve feraset eksikliğidir; mazi ve halden habersizliktir. Sürekli aynı oyuna gelmek, aynı delikten ısırılmak, aynı yerden vurulmak, aynı yolda soyulmak, düşmanın maharetinden çok, hedef kişi ya da kitlenin aymazlığıdır, vurdumduymazlığıdır.

Yaşadığımız toplum ve coğrafyamız, kendi içinde bütünlük oluşturan bir canlı vücut gibidir. Kendisinden kopartılan her organ, onda bir eksiklik bırakır; bütününe halel getirtir. Yaşıyor olması, sağlamlığına delalet etmez. O, artık arızalıdır; kopartılan ya da aksak bırakılan uzvundan beklenilen fonksiyonu ifa edemez. Aynı kültür ve inanç havzasının insanları olarak, bir cenahımızın ötekisi hakkında “olmasa da olur”, “ya sev ya terk et!” deme şansı yoktur. Zira bizden ayrılan her parça, bütünlüğümüze indirilen bir darbedir; bunun akıbeti paramparça olmaktır; paçavraya dönmektir. Said-i Nursî’nin ifadesiyle, emperyalizm canavarı, parçalamakla yetinmez, paralar; diş ve pençesinin de kirasını ister. Yani din, namus, şeref, haysiyetlerle de oynar, tüketir, beş paralık eder

Bu ülkenin, Ortadoğu’nun ve bilumum İslam coğrafyasının mazlum ve mahrum insanlarına düşen, bu canavara itimat etmemektir; elini vermemektir. Ona uzatılan el, sadece kolu değil, boynu da götürtecektir. Her şey ortadadır; anlamak için görmek değil, bakmak bile yeterlidir.

Bu coğrafyayı parçalayanlar, aynı anda gönül coğrafyamızı da parçaladılar. Başımıza kondurdukları işbirlikçileriyle, içimize serpiştirdikleri zehirli fikirleriyle, bu fikirlerin naşir-i efkârı olan teknolojileriyle ne devasa zararlar verdikleri gün gibi ortadadır. Buna rağmen onların batıl efkârlarına itimat etmek, zehir kusan ideolojilerine can simidi gibi yapışmak kâr-ı akıl değildir. Beynimizi batıl ideolojileriyle aşılayan emperyalizm, süreç içinde, karşılıklı tahammülsüzlüğü de doğurmuştur. Tahammülsüzlüğü fırsata tahvil eden bu canavar, elimize sokuşturduğu silah teknolojileriyle de topyekûn imhamıza ortam hazırlamıştır.

Bizi biz yapan bütün değerlerimiz yerlerde sürünmekte, emperyalizmin vahşet ve dehşet saçan telkin ve teknikleri dünyamıza hükmetmektedir. Bu yedi başlı canavarı alt etmenin tek bir yolu vardır; o da, aşıladıklarının tersi istikamette aşılanmasıyladır; İslâmlık, insanlık, kardeşlik, sevmek, saymak, kabullenmek, anlamak, paylaşmak, dayanışmak, tahammül, diğerkâmlık, vb. ahlaki-insanî erdem ve değerlerimizdir. Birilerince basit gelebilir, ama bu topluma bu duygu ve düşünceler yerleşmedikçe, insanımız bu koruyucu aşılarla aşılanmadıkça kendine gelmesi, kendini bulması, kıvamına ermesi mümkün olmayacaktır. Zira bizi darbeleyenler, ta can evimizden, hayatî değerler cephemizden vurmuşlardır. Tedavi, darbelenen noktalardan başlanmalı; yanlış teşhis ve tedaviler sadece zaman kaybettirir.

Gönül coğrafyamıza ırkçılığı, mezhepçiliği, tedhişçiliği, dayatmacılığı, otoriterliği, totaliterliği ve daha nice zehirli tohumları aşılayan emperyalizm, şimdilerde de kendi marabalarıyla, rençberleriyle zehirli meyvelerini toplamaktadırlar. Kendilerine bağlı yerel ve uluslararası örgütleriyle, akla ziyan şiddetler uygulamakta, fikrî ve ahlakî fesatlar yaymakta, dinî ve mezhebî ihtilafları körüklemekte, ırkî ve sınıfsal kamplaşma ve kutuplaşmaları alevlendirmektedir. Bu pozisyon ve fonksiyon, tam da Kur’an’ın “Onlara, ‘yeryüzünde fesat çıkarmayın!’ denildiğinde, onlar, ‘ne münasebet, bizler ancak ıslah edicileriz!’ derler. Unutmayın, onlar, fesatçıların ta kendileridir, lakin bilincinde değillerdir.”(Bakara, 11-12) ayetinin anlamını yansıtmaktadır.

Emperyalizm, aklı ve bilimi insanlığın aleyhinde, kendi lehinde kullanmaktadır. Yani akıl ve bilim gibi iki nimeti, kendi çıkar ve ihtiraslarına kurban etmektedir. Tıpkı bazı ilkel insanların putlarına insandan adaklar sunmaları gibi... Menfaat putuna insanî değerleri feda eden emperyalizm, bu değerlere kurban edilmelidir. Bu mazlum coğrafyanın mahrum ve müstazaf insanları, bu vahşete artık “yeter” demelidir. Aksi takdirde, batıl bir kadercilik ve teslimiyetçi bir psikozla kendini bu canavara teslim ederlerse, bilsinler ki dünyada da ahirette de rezil ve rüsva olacaklardır; tarih ve nesl-i atinin lanetine uğrayacaklardır. Bu gün, “bana ne!” diyenlerin vurdumduymazlığı, yarınki evlatlarını dokunacak, onları yakacaktır.

Evet, emperyalizme teslim olanlar kadar, sessiz kalanlar da suçludurlar; suç ortağıdırlar. “Susma, sıra sana gelecek!” sözü bu anlamda çok önemlidir. Akıl ve bilimin altın çağını yaşadığı günümüzde, eline aldığı silahlarla çözüm arayanların bu coğrafyaya “kandan” başka bir katkısı olmayacaktır. Çözüm aramak adına atılan her kurşun, patlatılan her bomba, insanıma yas ve hüzün yaşatırken, Emperyalizme bayram havası yaşattırmaktadır. Kan kaybeden beden, benim ülkemdir, benim insanımdır, benim coğrafyamdır. Şiddetin şiddet doğurduğu ve her şiddet eyleminin misli bir şiddetle karşılık gördüğü bir dünyada, hak ve hukuktan söz etmek fantazinin hayalcasıdır. “İnsanım” diyen her insan, çözümü ilim, akıl, feraset ve karşılıklı anlayışta arar; sair arayışlar, iğne deliğinden deveyi geçirtmektir ki o da akıl ve beyin melekelerinin iflasıdır.

Nihai sözüm: Şiddetin her türlüsüne lanet olsun! İster din adına, ister etnisite adına, ister herhangi bir ideoloji adına olsun; fark etmez. Din adına şiddet, dini ve dindarları mahkûm eder. Etnisite adına şiddet, etnik gerçekliği yaralar, etnik mehkûmiyete yol açar. İdeoloji adına şiddet, ideolojinin meşruiyetine gölge düşürür, güvenilirliğini yok eder. Olması gereken, vahşiler gibi silaha sarılmak değil, medeniler gibi istişare ve anlaşma yoluna gitmektir. Bunun yolu, siyasettir. Bir tarafın taş kafalılığı ve ilkelliği, karşı ilkelliği değil, aklıselimi harekete geçirmelidir; “inadına barış”, “inadına kardeşlik” demelidir; denilmelidir. Zira emperyalistleri kahredecek olan budur...


Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.